Back Index Next

Yok eğer Peygamberimizin verdiği izin, helâl kılıcı bir hükme dayanıyorsa, o zaman müt'a evliliği zina veya fuhuş olmaz. Muhkem sınırlar çerçevesinde meşru bir sünnet olur. Yasak evliliklerle bir arada mütalaa edilmez. Tıpkı sürekli evlilik gibi. Sürekli evlilikteki gibi mehir zorunluluğu vardır. Ayrıca menilerin karışmasını ve neseplerin belirsiz hâle gelmesini önlemek için kadına iddet bekleme zorunluluğu vardır. Bunun yanı sıra insanların ona muhtaç olmaları gibi bir zarureti de karşılıyor. O hâlde kötü bir iş sayılmasının anlamı olmaz. Çünkü kötü iş, meşru sınırları çiğnemesi, kamu yararını ihlal etmesi, toplumun zaruri ihtiyacının karşılanmasını engellemesi dolayısıyla insanların çirkin gördükleri, toplum tarafından yadırganan iştir.

Dördüncü tutarsızlık şudur: Müt'a evliliğinin cahiliye döneminde uygulanan bir tür zina olduğunu söylemek hiçbir belgeye dayanmayan bir uydurmadır. Tarih kitaplarında aslı astarı yoktur. Tersine bu uygulama orijinal bir İslâm geleneği ve yüce Allah'ın bu ümmete gösterdiği bir kolaylıktır. Maksat bu ümmetin ihtiyaçlarının karşılanması, zinanın ve diğer cinsel sapıklıkların aralarında yayılmasının önlenmesidir. Eğer Müslümanlar bu geleneği yerleştirebilselerdi bu hedeflere varırlardı. O zaman İslâm hükümetleri zinaya ve diğer cinsi sapıklıklara karşı böylesine umursamaz davranmazlardı. Bu umursamazlık zamanla yasal meşruluk kazanarak dünyanın fesat ve vebal ile dolup taşmasına yol açmıştır.

Sözlerini aktardığımız tefsirci, "Bu iki kötü alışkanlık cahiliye döneminde yaygındı. Fakat zina özgür kişilerden çok köleler arasında yaygındı." diyor. İki kötü alışkanlık derken anlaşılan zinayı ve içki içmeyi kastediyor ki, dediği doğrudur. Fakat zinanın özgür kişilerden çok köleler arasında yaygın olduğu yolundaki iddiası dayanaksızdır. Çünkü değişik ve farklı kaynaklı tarihî belgeler bu iddianın tersini destekliyor. Bu konuda söylenmiş şiirler gibi. Daha önce naklettiğimiz İbn-i Abbas'tan gelen bir rivayette, bilindiği gibi, cahiliye dönemi Araplarının açık yapılmayan zinayı sakıncalı bir eylem saymadıkları belirtiliyordu.

Söylediklerimizin bir delili de, cahiliye döneminde geçerli olan evlat edinme işlemidir. Bu işlem, cahiliye Arapları arasında sadece bir isim verme ve babayı belirleme işlemi değildi. Güçlülerin, ailelerine ilaveler yapmak suretiyle nüfuslarını ve güçlerini arttırma girişimi idi. Bunu gerçekleştirirken özgür kadınlarla hatta evli kadınlarla yapmış oldukları zinalara dayanıyorlardı. Cariyelere gelince özellikle güçlü Araplar onlarla düşüp kalkmayı, sevişmeyi, yatağa girmeyi ayıplıyorlardı. Cariyelerin bu alandaki işlevleri, efendileri tarafından erkeklere peşkeş çekilip cinsel sermaye olarak kullanılmaları idi.

Söylediğimizin delili, siyer ve hatıra kitaplarından aktardığımız evlat edinme hikâyeleridir. Bunlardan birinde Ebu Süfyan'ın oğlu Mu-aviye, Ziyad b. Ebih'in babasının oğlu olduğunu iddia etmesi ve bunu şahitlerle ispat etmesi idi. Bu konuda başka olaylar da nakledilmiştir.

Evet. Cahiliye döneminde özgür Araplar arasında zinanın yaygın olmadığı hakkında Hind adlı kadının Peygamberimize (s.a.a) biat töreni sırasında söylediği, "Özgür kadın zina eder mi?" şeklindeki sözü delil olarak gösteriliyor. Fakat eğer şair Hassan b. Sabit'in divanına başvurulur da bu şairin Bedir ve Uhud savaşlarından sonra sözünü ettiğimiz Hind adlı kadını nelerle hicvettiği incelenirse, karışıklık ortadan kalkar ve gerçeğin ne olduğu ortaya çıkar.

Sözünü ettiğimiz tefsirci bu konudaki hadislerin anlamlarını değerlendirdikten ve aklı sıra aralarındaki çelişkileri kaldırdıktan sonra sözlerine şöyle devam ediyor: "Ehl-i Sünnete göre, müt'a evliliğinin haram oluşunun dayanakları şunlardır:

1) Müt'a evliliği nikâh, boşama ve iddet hükümlerinde Kur'an'ın nassına ters düşer demesek bile onun zahirine ters düşer.

2) Müt'a evliliğinin kıyamet gününe kadar temelli olarak haram olduğunu açıkça bildiren hadisler vardır...

3) Ömer'in bu uygulamayı yasaklaması, bu yasaklamayı mescidin minberinde açıklaması ve sahabilerin onun bu yasaklamasına itiraz etmemeleridir. Bilindiği gibi sahabiler şeriata aykırı bir şeyi onaylamazlardı ve Ömer'i hata yaptığında hatasından döndürürlerdi.

Daha sonra bu tefsirci Ömer'in müt'a nikâhını şahsi görüşüne dayanarak yasaklamadığını, bu yasaklamayı Peygamberimizin daha önceki yasaklamasına dayanarak gerçekleştirdiğini ileri sürmüştür. Ona göre bu yasaklamanın Ömer'e mal edilmesinin sebebi, onun bu yasağı açıklamış veya uygulamaya koymuş olmasıdır. Tıpkı "üzüm suyunu Ebu Hanife helâl ederken, Şafiî onu haram kıldı" denmesi gibi.

Ben derim ki: Bu delillerin birincisine ve ikincisine gereken cevap yukarda ve önceki açıklamalarda, daha fazlasını gerektirmeyecek yeterlikte verilmiştir. Üçüncü delile gelince, Ömer'in bu uygulamayı yasaklaması, ister kendi görüşüne dayanarak olsun, isterse bu tefsircinin iddia ettiği gibi Peygamberimizin daha önceki yasaklamasına dayanarak olsun; sahabelerin bu yasaklama karşısında susmaları ister Ömer'den çekindiklerinden ve korktuklarından olsun, ister bu tefsircinin ileri sürdüğü gibi bu yasaklama kararını onayladıklarından veya karşı çıkmalarının insanların hoşuna gitmeyeceğini düşünmelerinden ileri gelsin. Nitekim Hz. Ali'den, Cabir'den, İbn-i Mesut'tan ve İbn-i Abbas'tan gelen rivayetler bu ihtimali doğruluyor. Bütün bunların hangisi varid olursa olsun Ömer'in müt'a evliliğini yasaklaması, bunu helâl göreni ve uygulayanı recmedeceğine yemin etmesi, "O hâlde, ne zaman onlarla müt'a nikâhı yaptınızsa, ücretlerini bir farz olarak verin." ayetinin buna delâlet ettiği gerçeğini, bunu helâl saymanın Kur'an'a ve sünnete aykırı olamayacağını etkilemez. Çünkü bu ayetlerin delâletine ve muhkemliğine toz kondurulamaz.

Bir yazar bu konuda çok garip bir iddia öne sürerek şöyle demiştir: "Müt'a evliliği, İslâm'da hiçbir zaman yeri olmamış bir cahiliye geleneğidir. Bu yüzden Kur'an'la veya sünnetle neshedilerek İslâm şeriatından çıkarılmasına gerek bile duyulmamıştır. Müslümanlar böyle bir uygulamayı hiç tanımamışlardır. Ona sadece Şiîlerin kitaplarında rastlanmıştır."

Ben derim ki: Kur'an'ın, hadisin, icmanın ve tarihin söylediklerini göz ardı etmeye dayanan bu söz sonucunda, bu mesele ile ilgili görüşler dönüşüm merhalelerinin son noktasına varmış olur. Müt'a evliliği Peygamberimiz zamanında uygulanan bir sünnet idi. Sonra Ömer zamanında yasaklandı ve bu yasak halk çoğunluğu tarafından uygulandı. Bu yasağa müt'ayla ilgili ayetin diğer ayetlerle veya Peygamberin bu husustaki yasaklarıyla neshedildiği şeklinde yorum getirildi. Sahabelerin bazıları[16] ve onların görüşlerini benimseyen birçok Hicaz ve Yemen fakihi bu yasağa karşı çıktı. İbn-i Cureyh gibi bir hadis imamı bile bu karşı çıkanlar arasında yer aldı. Nitekim onun müt'a evliliğine düşkün olduğu, hatta yetmiş kadınla müt'a evliliği yaptığı rivayet edilmiştir.[17] Bunların yanı sıra dört fıkıh imamından biri olan Malik de bu yasağa karşı çıkanlardan biridir.[18]

Fakat arkasından tefsircilerin son kuşağı "O hâlde... ücretlerini bir farz olarak verin." ayetinin müt'a evliliğine delâlet ettiğine karşı çıktılar. Bu ayeti sürekli nikâha delâlet edecek şekilde yorumladılar. Müt'a evliliğinin Peygamberimizin bir sünneti olduğunu ve onun hadisi ile uygulamadan kaldırıldığını söylediler. Son dönemlerde ise, müt'a evliliğinin cahiliye döneminde görülen bir zina olduğunu, Peygamberimizin ona birkaç kere izin verdikten sonra onu kıyamet gününe kadar temelli yasakladığını ileri sürdüler. Sonra da sözlerine son olarak yer verdiğimiz yukarıdaki yazar, müt'a evliliğinin katıksız bir cahiliye dönemi zinası olduğunu, İslâm'ın bundan asla haberi olmadığını, buna sadece Şia kitaplarında rastlandığını iddia etmiştir. Önümüzdeki dönemlerde bu meselenin ne gibi değişik tartışmalara konu olacağını sadece Allah bilir.

İLMÎ İNCELEME

Doğum ve rahim ortaklığı yolu ile fertleri birbirine bağlayan nesep bağı, aslında doğal ve tekvinî yani varoluşsal bir bağdır; milletleri ve kabileleri oluşturur; kandan kaynaklanan nitelikleri taşır ve bu nitelikleri kanın yaygınlığı oranında yayar. Bu, diğer etkili sebepler ve faktörlerle sentezler oluşturmak suretiyle milletlerin âdetlerini, göreneklerini ve geleneklerini oluşturan temel faktördür.

Gelişmiş ve gelişmemiş insan toplumları, sosyal geleneklerinde ve kanunlarında şu veya bu oranda bu faktöre önem verirler. Evlenme, miras ve diğer alanlarda bu önem somut biçimde görülür. Bununla birlikte toplumlar, özelliklerinden kaynaklanan kamu yararı değerlendirmelerine bağlı olarak bu bağın alanının genişliğini ve darlığını farklı biçimde ayarlarlar. Meselâ daha önceki incelemelerde görüldüğü gibi, eski milletlerin çoğu kadına resmen akrabalık statüsü vermezlerken evlatlığa oğulluk statüsü tanıyorlardı. Yine meselâ İslâm'ın muharip kâfirin Müslüman'a akraba olmasını kabul etmemesi, çocuğun nesebini, ancak meşru ilişkilerin sonucuna dayandırması ve benzeri gibi.

Daha önceki incelemelerde belirtildiği üzere İslâm kadınlara mallarda tam ortaklık ve irade ile çalışma özgürlüğü vererek onlara akrabalık hakkı tanıdı. Böylece oğul ile kız resmi akrabalık ve rahim ortaklığı yönünden aynı derecede oldu. Baba ile anne, erkek kardeş ile kız kardeş, dede ile nine, amca ile hala, dayı ile teyze de aynı konuma geldi. Böylece resmi soy bağı oğlan yolu ile olduğu gibi kız yolu ile de kurulur oldu. Bunun sonucu olarak oğlun oğlu gibi kızın oğlu da kişinin oğlu sıfatını kazandığı gibi kızın kızı, oğlun kızı gibi kişinin eşit seviyeli kızları oldu. Evlenme ve miras hükümleri bu ilkeye göre belirlendi. Daha önce incelediğimiz evlenilmesi yasak kadınlara ilişkin ayet bu söylediklerimizin delilidir.

Eski araştırmacılarımız sosyal ve hukukî nitelik taşıyan bu ve benzeri meselelere dar bir açıdan bakarak onları bir kelime, bir terim meselesi saymışlar ve bu meselelerin çözümünü lügatların yargısına havale edince işin çözüleceğini düşünmüşlerdir. Bu yüzden meselâ oğul kelimesinin içeriği konusunda şiddetli tartışmalara giriştiler. Kimi buna geniş kapsamlı, kimi ise dar kapsamlı bir anlam verdi. Bunların hepsi hatalı idi.

Bu araştırmacılardan birine göre lügat ilminin tarif ettiği oğulluk ilişkisi oğul kanalı ile oluşan ilişkidir. Kızın oğlu ile onun kanalına dayanan bütün akrabalar, analarının dedelerine değil babalarına bağlanır. Araplar kız kanalı ile doğanları kişinin oğulları saymazlar. Peygamberimizin (s.a.a) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hakkındaki; "Benim bu iki oğlum, kıyam etseler de, otursalar da bu ümmetin imamlarıdır." sözleri ile bunların benzerleri onurlandırma amaçlı kullanış türleridir. Söz konusu araştırmacı sözlerini destekleyen şu beyitleri de delil göstermiştir:

"Oğullarımız, oğullarımızın oğullarıdır. / Kızlarımızın oğulları ise uzaktakilerin oğullarıdırlar."

Bunun bir benzeri de şu şiirdir:

"Analar insanların koruyucu kaplarıdır. / Nesep ise babalara dayanır."

Ben derim ki: Bu araştırmacı, inceleme yöntemini karıştırmış ve bu meseleyi bir dil ve terim araştırma konusu saymıştır. Eğer Araplar oğul kelimesini kızın oğlu anlamında kullanmış olsalar da bu yüzden inceleme sonucunun değişeceğini sanmıştır. Böyle sanmak, çeşitli toplumlarda oğulluğa, babalığa ve benzer soy bağlarına dayalı olarak ortaya çıkan sonuçların ve hükümlerin kelimelere ve terimlere bağlı olmadığı gerçeğinden habersiz olmaktır. Bu sonuçlar ve hükümler, toplum yapısının türüne ve o toplumda geçerli olan geleneklere bağlıdır. Nitekim kimi zaman kelimeler ve terimler oldukları gibi kaldıkları hâlde, bu sonuçlar ve hükümler toplumsal geleneklerin değişmesine bağlı olarak değişirler. Bu da gösterir ki bu inceleme, bir sözel ve terim meselesi değil; sosyal veya sosyal bağlantılı bir incelemedir.

Sözünü ettiğimiz araştırmacı tezini iki beyitle desteklemeye çalıştı. Hayalî bir süslemeden ve vehimlerin bezenmesinden başka bir şey olmayan şiir gerçekler pazarında bir değer taşımaz. Bu yüzden boş sözler düzen bir şairin sözlerini, mesajları boş söz olmayıp kesin hüküm niteliği taşıyan Kur'an'ın müdahale alanına giren konularda delil olarak öne sürmek yersizdir.

Oğulların ana tarafından dedelerine değil de babalarına bağlanmalarına gelince, bu konu kelimelere dayalı bir dil meselesi olmamakla birlikte nesep konusunun bir ayrıntısı da değildir ki, oğlun ve kızın babaya bağlanmaları onların ana tarafından olan nesep bağlarının kesilmesini gerektirsin. Oğulların ve kızların babalarına bağlı olmaları erkeğin aile reisi olarak evin geçiminden sorumlu olmasının, evlatları yetiştirmesi gereğinin ve diğer yükümlerin uzantısıdır. [Kız, babasının evinde olduğu sürece babanın sorumluluğu altındadır. Evlenince, eşi onun sorumululuğunu üstlenir. Kendisi böyle olunca, doğurmuş olduğu çocuklar da erkeğinin ve babalarının sorumluluğu altında olurlar. Evlatların babalarına bağlanmaları bu açıdandır. Yoksa anne tarafından hiçbir akrabalık bağının olmadığı söz konusu değildir.]

Kısacası, nesep bağı erkek ve kız evlatlarda babadan olduğu gibi anadan da geçer. Bu ilkenin İslâm'daki en bariz sonuçlarından ikisi, miras ve evlenme yasaklarıdır. Evet. Bu arada özel gerekçelere dayanan başka hükümler ve meseleler vardır. Erkek çocuğun nesep bağı, nafaka ve Peygamber yakınlarının payları gibi. Bu meselelerin her biri kendi özel gerekçesine bağlıdır.

BAŞKA BİR İLMÎ İNCELEME

Günümüze kadar elde edilen tarihi belgelerin kanıtladığına göre, nikâh ve evlilik her çeşit toplumda sürekli geçerli olan sosyal gelenekler arasındadır. Bu da bu geleneğin fıtrî olduğunu gösterir.

Ayrıca bunun en güçlü delili, daha önce tekrarladığımız gibi, erkek ile kadının yapısal olarak üretme ve doğurma organları ile donanmış olmalarıdır. Erkek ile kadın bu hedefe yönelik arzu bakımından eşittirler. Yalnız kadında fazla olarak emzirme cihazı ile çocuk yetiştirmeye elverişli fıtrî duygular vardır.

Bunların yanı sıra insan yapısında başka içgüdüler de vardır. Bu içgüdüler evlatları sevmeyi özendirirler, insana soyunun devamlılığı oranında kendi varlığının devam edeceği duygusunu bir doğal kanun olarak kabul ettirirler, erkek ile kadının birbirleri için huzur kaynağı olduklarının bilincine vardırırlar, mülkiyet ve iş bölümü ilkesinden sonra miras ilkesine de saygı duymayı sağlarlar ve aile yuvası kurmanın gereğini aşılarlar.

Genel anlamda bu fıtrî ilkelere ve hükümlere saygı duyan toplumların şu ya da bu şekilde evlilik sünnetini ve özel bir evlilik geleneğini benimsemeleri kaçınılmazdır. Şu anlamda ki, kadın ile erkek arasındaki cinsel ilişkiler nesepleri karıştıracak bir belirsizliğe yol açmamalıdır. Zinanın ve fuhşun yaygın hâle gelmesinin yol açacağı kamu sağlığı ve çocuk edinme gücünün bozulmasının tıp alanındaki tedbirlerle önlenebileceği farz edilse bile nesep karışıklığının önüne geçilebilmesi cinsel ilişkilerin evlilik disiplinine bağlanmasına ihtiyacı vardır.

Bunlar, genel anlamda evlilik geleneğini yürürlükte tutan bütün milletlerin gözettiği ilkelerdir. Bu milletler ister tek eşliliği, ister bir erkeğin çok sayıda kadınla evlenebilmesini, ister bir kadının çok sayıda erkekle ve ister birden çok erkeğin birden çok kadınla evlenmelerini benimsemiş olsunlar fark etmez. Bu milletler gelenekleri arasındaki bu farklılıklara rağmen evlilik müessesesini, eşler arası bağlılık ve birliktelikten ibaret olan temel özelliği ile kabul ederler.

Evliliği öneren insan fıtratının ilk nefret ettiği şey, soyu kurutan ve nesepleri karmakarışık hâle getiren fuhuş ve zinadır. Bu nefretin belirtileri farklı milletlerde ve değişik toplumlarda görülmektedir. Kadın-erkek ilişkilerinde tam bir başıboşluk yaşayan milletlerde bile bu nefretin izleri vardır. Bu milletler bu sınırsız cinsel başı boşlukları endişe ile karşılıyorlar. Bu gerekçe ile nesep hükümlerini düzenleyen kanunlar sayesinde yaşadıklarını görüyoruz.

İnsanoğlu evlenme geleneğini benimsemekle birlikte doğal dürtülerinin etkisi ile bu geleneğin sınırları içinde kalmıyor. Kendine ne yabancıyı ne de akrabayı yasaklıyor. Erkekler şehvet dürtüsü ile kız, kız kardeş, ana ve diğer yakınlarla yatağa girmeme yasağını tanımadıkları gibi kadınlar da babalarla, erkek kardeşlerle, oğullarla cinsel ilişkiye girmekten sakınmıyor. Tarih bize gerek gelişmiş büyük milletlerde, gerekse ilkel milletlerde analarla, kız kardeşlerle, kızlarla ve diğer yakınlarla cinsel ilişkiler kurulduğunu ispat ediyor. Günümüzde de uygar milletlerde kardeşler arasında, babalar ile kızlar arasında ve diğer aile içi fertler arasında zinanın yaygın olduğuna dair kesin bilgiler alıyoruz. Demek ki, şehvet dürtüsünün önünde hiçbir şey duramıyor. Eğer bu milletlerde analarla, kız kardeşlerle, kızlar ile ve diğer aile içi fertlerle yatağa girmekten kaçınılıyorsa, bu kaçınma duygusu, eski bazı millî edep ve gelenek kurallarından miras kalmıştır.

Eğer İslâm'ın evliliği düzenleyen kuralları, dünyada bu konuda geçerli olan diğer kanunlarla ve geleneklerle karşılaştırılırsa ve üzerlerinde insafla düşünülürse, bu kuralların nesepleri ve diğer fıtrî faydaları korumada en ince ve en güvenceli titizliği gösterdikleri görülür. İslâm'ın evliliğe ve onun uzantılarına ilişkin bütün hükümleri, nesepleri koruma ve zina yolunu kapatma amacına dönüktür.

Bu hükümlerin içinde doğrudan doğruya nesep temizliğini koruyan hüküm, evli kadınların evlenme yasağıdır. Böylece bir kadının aynı anda birden çok erkekle evlenmesi önlenmiş oluyor. Çünkü böyle bir evlilik, nesep temizliğini yok eder. Boşanmış kadınların iddet beklemeleri yolundaki kuralın gerekçesi de budur. Boşanan kadınlar kendilerini üç ay boyunca gözlem altında tutarak menilerin rahimlerinde birbirine karışmasına meydan vermemiş olurlar.

Yukarda okuduğumuz evlilik yasağı ayetinde on dört zümre olarak sayılan diğer evlenilmesi yasak kadınların evlilik yasaklarının gerekçesi ise, zina kapısını kapatmaktır. Çünkü aile içinde yaşayan insanın en çok birlikte olduğu, bir arada yaşadığı, sürekli ve sınırsız yakınlıkta yaşadığı kadınlar, bu on dört zümredir. Devamlı birliktelik ve sıkı beraberlik, nefsin o kadınlara tam anlamı ile yönelmesini, erkek düşüncesinin onların üzerinde yoğunlaşmasını gerektirir. Bu da hayvani duyguların ve şehvet içgüdüsünün uyanmasına yol açar, insanı canının arzu ettiğine doğru iter ve nefsinin bu arzu karşısındaki direncini kırar. Yasak bir koru etrafında dolaşan kimsenin her an o koruya dalması muhtemeldir.

Bundan dolayı bu kadınlar hakkında sadece zina yasağı ile yetinilmemesi gerekmiştir. Çünkü devamlı birliktelik, nefsin ardarda tekrarlanan kışkırtmaları, arka arkaya bastıran arzular insana, bir kerelik zina yasağı ile korunma imkânı vermez.

Bunun yerine bu aile içi yakınlarla cinsel ilişkiye girişmenin temelli yasaklanması ve bunun dinî terbiye ile pekiştirmesi gerekli idi. Maksat bu kadınlara ulaşıp onları ele geçirmeye yönelik ümitsizlik kalplere yerleşsin, bu ümitsizlik onlara yönelecek şehveti öldürsün, kökünü kessin, kaynağını kurutsun. Nitekim Müslümanların ezici bir çoğunluğunda bu hedefin gerçekleştiğini görüyoruz. Fuhuş düşkünü ve kötülüklere batmış Müslümanların bile aile içi yakınları ile fuhuş yapmanın, anaları ve kızları ile yatağa girmenin akıllarına bile gelmediğini müşahede ediyoruz. Eğer böyle olmasaydı hiçbir ev zinadan, fuhuştan ve diğer cinsel sapıklıklardan kurtulamazdı.

Back Index Next