Back Index Next

Bu söylediklerimizle Hz. Ali'nin (a.s); "Herhangi biriniz akrabasına öfkelenince ona sokulsun." şeklindeki sözlerinin anlamı ortaya çıkıyor. Çünkü akrabaya sokulmak ve onun vücuduna dokunmak; akrabalık bağını gözetmek, varlığını pekiştirmek, gerekçesinin farkına varmak ve hükmüne boyun eğmektir. Böyle olunca şefkat ve sevginin belirmesi ile onun etkisi yenilenir.

Hz. Ali'nin (a.s) rivayetin sonundaki; "Herhangi bir kimse öfkelendiğinde ayakta ise, hemen yere otursun..." biçimindeki sözüne gelince, eğer öfke nefsin coşmasından, saldırganlaşmasından kaynaklanıyorsa, onun belirmesi ve kabarması kendi havasına, şeytanın kışkırtmasına, boş ve hayalî sebeplere yöneltmesine dayalı olur. Böyle olunca ayaktayken oturmak gibi durum değişikliği yapmak, nefsi bir hâlden yeni bir hâle geçirir. Bu hâlde nefis yeni bir sebeple oyalanarak öfkelenmekten vazgeçebilir. Çünkü insan nefsi, yaratılışı itibari ile öfkeden çok merhamete meyillidir. Bundan dolayı bazı rivayetlerde öfke durumunda aynı şekilde mutlak anlamda durum değişikliği yapılması tavsiye ediliyor.

Nitekim el-Mecalis adlı eserde İmam Cafer Sadık'tan (a.s) babasının şöyle buyurduğu nakledilir: "Babamın yanında öfkeden söz edilince şöyle buyurdu: "İnsan öyle öfkelenebilir ki, ondan sonra asla hoşnut olmayabilir ve bu yüzden cehenneme girer. Herhangi bir kimse eğer ayaktayken öfkelenirse yere otursun. Çünkü bu durum değişikliği, adamın üzerindeki şeytan kışkırtmasını giderecektir. Eğer oturuyorsa ayağa kalksın. Herhangi bir kimse eğer bir akrabasına öfkelenirse ayağa kalkıp ona doğru gitsin, ona sokulup bedenine dokunsun. Çünkü akraba akrabaya dokununca, sakin olur."

Bu önlemin etkisi somuttur ve tecrübe edilmiştir.

Şimdi de Hz. Ali'nin (a.s) "Akrabalık bağı arşa asılıdır; onu darbenin demiri çınlatması gibi çınlatır..." biçimindeki sözünü ele alalım. Yani akrabalık bağı, arşta demire vurulunca çıkan ses gibi bir ses meydana getirir. es-Sihah kitabında yer aldığına göre bu hadisin orijinalinde geçen "tunkizu" kelimesinin mastarı olan "inkaz" kelimesi, ga-ga darbesi gibi hafif bir ses demektir. Kürsi'den söz ederken kısa bir açıklama yapmıştık. Bu açıklamanın daha tafsilatlısı arş konusunu ele aldığımızda yapılacaktır. Arştan maksat olaylara yönelik icmalî (ayrıntısız) ve fiilî (pratik) bilgi makamıdır. Bu da, muhtelif olayların dizgininin, değişik kevnî sebeplerin ve gerekçelerin önünde toplandığı bir varlık merhalesidir. O tek başına muhtelif ve değişik sebeplerin ve gerekçelerin zincirlerini harekete geçirir. Yani sebeplere sirayet eden ve onları hareket ettiren ruhu ile onlarla ilişki kurar. [Tıpkı bir ülkenin kriz masası gibi.] Nitekim farklı yönleri, gelişmeleri ve biçimleri olan olaylar krallık tahtında bir araya gelir. Bu tahttan çıkan tek söz, ülkedeki güç odaklarını ve iş gören makamların zincirlerini harekete geçirerek her duruma uygun düşen şekil ve etkinin meydana gelmesini sağlar.

Akrabalığa gelince, daha önce belirttiğimiz gibi, o tıpkı ruh gibi yakınlık bağının bir araya getirdiği şahısların bedenlerine işleyen bir gerçektir. Dolayısıyla akrabalık bağı Arşla ilgili şeylerdendir. Zulme uğradığında ve sıkıntıya düşürüldüğünde, asılı ve ilgili olduğu makama sığınır ve oradan yardım ister. İşte, "onu darbenin demiri çınlatması gibi çınlatır." sözünün anlamı budur. Bu söz en güzel ve orijinal benzetmelerden biridir. Burada bu hâl, demire dokunulması durumundaki hâle benzetiliyor. Demire darbe vurulunca demirin bütün kütlesini kaplayan bir sarsıntı ve titreşimin sonucunda bir çınlama meydana gelir. Tıpkı çıngırakların, cam bardakların ve benzerlerinin çınlamaları gibi.

Hz. Ali'nin (a.s) "Ey Allah'ım, benimle ilişki kuranla sen de ilişki kur; benimle ilişkiyi kesenle sen de ilişkiyi kes." sözü, akrabalık bağının baş vurusunun ve yardım dileğinin içeriğini açıklıyor. Birçok rivayetlerde akrabalık ilişkisini devam ettirmenin ömrü uzattığı, bu ilişkiyi kesmenin de ömrü kısalttığı vurgulanıyor.

Tefsir kitabımızın ikinci cildinde ameller ile amellerin hükümlerine ilişkin dış olaylar arasındaki bağlantıyı incelerken şu hususu açıklamıştık ki, kâinat düzeninin yöneticisi bu kâinatı yararlı amaçlara doğru yönlendirir ve onu asla başı boş bırakmaz, kâinatın bir veya bir kaç bölümü bozulduğunda ya düzelterek veya ortadan kaldırarak bu bozukluğu tedavi eder. Akrabalık ilişkisini kesen kimse ise, yüce Allah'ın tekvinî bir hükmü konusunda onunla savaşa girişmiş demektir. Eğer ıslah olmazsa, Allah ömrünü kısaltarak varlığını ortadan kaldırır. Günümüz insanının bu ve buna benzer gerçekleri hissetmemesine şaşmamak gerekir. Çünkü çeşitli hastalıklar insanlığın vücudunu sarmış, bu hastalıklar birbirine karışarak, birbirine benzer hâle gelmiş ve kronikleşmiştir. Bu yüzden insan duyarlığı, acıyı ve ıstırabı algılamaya güç ve fırsat bulamamaktadır.

2- Yetimlere mallarını verin. (Kendi malınızdan) kötü olanı (onların mallarından) temiz olanla değiştirmeyin ve onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin; çünkü bu, büyük bir günahtır.

3- Yetimler hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, o hâlde (yetim kızlarla değil) gönlünüzün rahat ettiği (başka) kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz. Aralarında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, yalnız biriyle evlenin veya sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Adaletten ayrılmamanız için en uygun olan budur.

4- Kadınların mehirlerini (Allah tarafından) bir bağış olarak verin. Fakat onlar gönül hoşluğu ile onun bir kısmını size bağışlarlarsa, onu afiyetle yiyin.

5- Allah'ın sizin için geçim kaynağı ve yaşayış vesilesi kıldığı mallarınızı (yetimlerin mallarını) beyinsiz (yetimlere) vermeyin. O malların geliriyle onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin.

6- Evlenme çağına gelinceye kadar yetimleri deneyin. O hâlde eğer onlarda bir olgunluk görürseniz, mallarını kendilerine verin. Onların mallarını israf ederek veya büyüyecekler (de geri alacaklar) diye tez elden yemeyin. Yetimlerin velilerinden zengin olan, onların malına hiç dokunmasın. Fakir olan ise, (yetimin malını korumanın karşılığında) örfe uygun bir miktar yesin. Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman, yanlarında şahit bulundurun. Hesap sormak için Allah yeter.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Okuduğumuz ayetler miras hükümleri; eş sayısı ve evlenilmesi yasak kimseler gibi evlenmeye ilişkin temel hükümleri açıklamaya yönelik surenin başında yer alan girişin tamamlayıcısı ve uzantısı niteliğindedir. Bu iki konu insan toplumunda egemen olan kanunların en büyük ve en önemli bölümlerindendir. Bu konuların toplumun oluşumunda ve devamında büyük etkileri vardır. Çünkü evlenme toplumun parçaları ve oluşturucu faktörü olan insan yavrularının konumunu belirler. Miras ise dünyadaki mevcut servetin bölüşümü ile ilgilidir. Servet ise toplum yapısının yaşamasında ve devamındaki temelini oluşturur.

Bu ayetlerde açıklamaları arasında zina ve fuhuş yasağına, karşılıklı rıza ile yapılacak bir ticaret dışındaki haksız mal yeme yasağına da değiniliyor. Bu durumda toplumu şekillendiren çocuklar ve mal gibi iki önemli konuda iki sağlam temel taşı yerine konmuş oluyor.

Buradan insan toplumu ile bağlantılı, bu toplumun köklerine ve iliğine işlemiş olan bu hükümlerin açıklanmasına zemin hazırlamak üzere gösterilen ilginin sebebi ortaya çıkıyor. İnsanları topluluklarının alıştığı, düşüncelerinin beslendiği, vücutlarının geliştiği, atalarının hayatlarını sürdürdükleri ve yeni kuşakların kanatları altında yetiştikleri geleneklerden vazgeçirmek, son derece zordur.

İşte bu özellik, bu surenin başında yasallaştırılan sözünü ettiğimiz hükümlerin karşılaştıkları durumdur. Bu durum o günün insanlığının durumuna ilişkin kabaca bir değerlendirme ile ve özellikle Arap âleminin durumunu gözden geçirmekle ortaya çıkar. O Arap âlemi ki, Kur'an'ın inişine ve İslâm'ın ortaya çıkışına ev sahipliği yaptı. Bu hükümlerin durumunu değerlendirirken Kur'an'ın peyderpey iniş keyfiyetini ve İslâm'ın teşriî hükümlerinin ortaya çıkış biçimini de irdelemek gerekir.

Eski cahiliye dönemi Kur'an, Arapların, İslâm'ın ortaya çıkışına bitişik dönemini cahiliye dönemi diye adlandırır. Bunun tek anlamı, o günün Arapları arasında bilginin değil de bilgisizliğin, bütün işlerinde hakkın değil de batılın ve sakat görüşün egemen olduğunu vurgulamaktır. Kur'an'ın onların hayat tarzlarına ilişkin verdiği bilgiye göre onların hayatı böyle idi. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onlar Allah hakkında cahiliye zihniyetini yansıtan, gerçeğe aykırı bir düşünce taşıyorlar." (Âl-i İmrân, 154) "Onlar yoksa cahiliye yasalarını mı istiyorlar?" (Mâide, 50) "O zaman inkâr edenler kalplerine öfkeli soy koruyuculuğunu, o cahiliye taassubunu yerleştirdiler." (Fetih, 26) "Eski cahiliyenin süs ve edası ile süslenip kendinizi teşhir etmeyin." (Ahzâb, 33)

O günkü Araplar güneyde Hıristiyan Habeşlerle, batıda yine Hıristiyan Roma İmparatorluğu ile, kuzeyde Mecusi Perslerle komşu idiler. Bunların dışındaki komşuları, putperestlerin yaşadığı Hint ile Mısır idi. Ayrıca bölgelerinde Yahudi kabileleri yaşıyordu. Bununla birlikte Araplar putperest idiler ve çoğunluğu kabile hayatı yaşıyordu. Bütün bu faktörlerin etkisi ile bedevi bir toplum oluşturmuşlardı. Bu toplumda Yahudi, Hıristiyan ve Mecusi geleneklerinden bazı unsurlara rastlanıyordu. Onlar cahilliklerinin sarhoşu idiler. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Eğer yeryüzündeki insanların çoğuna uyacak olursan, onlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanların peşinden giderler, sırf tahmin yürütürler." (En'âm, 116)

Bedevi olan aşiretler alçak ve seviyesiz hayat tarzlarının yanı sıra savaşlarla, saldırılarla, başkalarının malını ve ırzını çalmakla yaşıyorlardı. Bu yüzden aralarında güven ve barıştan eser yoktu. Emir galip gelene ve mülk de ona el koyana aitti.

Erkeklerin arasında erdem kabul edilen davranışlar kan dökmek, cahiliye taassubu, büyüklenmek, gurur, zalimlerin yardakçılığını yapmak, mazlumların haklarını çiğnemek, saldırganlık, kırıcı rekabet, kumar, içki içmek, zina, ölü eti yemek, kan içmek ve çürümüş hurma yemekti. Kadınlar ise insan toplumunun bütün meziyetlerinden yoksun idiler. İradeleri ellerinde değildi. İstediklerini yapamazlardı. Miras hakları yoktu. Yahudilerde ve bazı putperestlerde olduğu gibi erkekler istedikleri sayıda kadınla evlenebilirlerdi, bunun hiçbir sınırı yoktu. Buna rağmen kadın süslü ve güzel görünmek için çırpınıyor, sevdikleri erkeklere davetkâr davranıyorlardı. Aralarında zina ve fuhuş yaygındı. Hatta evli kadınlar bile böyleydi. Acayip görüntülerinden biri de kimi zaman hacca çıplak olarak gelmeleriydi.

Çocuklar ise, nesep açısından babalara nispet ediliyordu. Yalnız küçük yaştaki oğullar mirasçı olamıyorlardı. Büyük oğullar mirasın hepsini alıyorlardı. Babanın dul eşi de bu mirasın bir parçası idi. Küçük yaştaki çocuklar, erkek olsunlar, kız olsunlar mirasçı olamıyorlardı. Kadınlar da miras hakkından mahrum idi. Eğer ölen kimse arkasında sadece küçük yaşta erkek çocuk bırakırsa, çocuk babasının mirasçısı olabiliyordu. Ama güçlü yakınlar yetimi elleri altına alarak malını yiyorlardı. Fakat yetim, kız çocuğu ise aile büyükleri onunla evlenerek malını yiyorlar, sonra onu boşayarak ortada bırakıyorlardı. O yetim kızcağızın ne geçineceği bir malı kalıyor ve ne kendisi ile evlenmek isteyecek ve bu sayede geçimini sağlayacak biri çıkıyordu. Yetim problemleri ile karşılaşmak onlarda çok yaygın bir sosyal yara idi. Çünkü aralarında sürekli savaşlar, saldırılar ve yağmalar görülürdü. Doğallıkla adam öldürmelere de toplumlarında çok sık rastlanırdı.

Çocuklarının bir bahtsızlığı da şehirlerin bakımsız ve toprakların verimsiz olduğundan sık sık kuraklık ve kıtlıkla karşılaşılma olayı idi; bu yüzden açlık korkusu ile evlatlarını kendi elleri ile öldürürlerdi.[3] Kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi.[4] Bir erkek için en istenmez şey, kız çocuğu babası olduğu haberini alması idi.[5]

Yönetim ve hükümetle ilgili durumlarına gelince, yarımadanın kenar kesimlerinde zaman zaman en güçlü ve en yakın komşularının himayesinde olan krallar hükümet ediyorlardı. Meselâ yarımadanın kuzeyinde İran'ın, batısında Roma'nın, güneyinde Habeşistan'ın böyle bağımlı kralları iktidar oluyordu. Fakat yarımadanın orta kısımlarını oluşturan Mekke, Medine, Taif gibi yöreler Cumhuriyete benzeyen, fakat aslında Cumhuriyet olmayan bir yönetim biçimine sahipti. Aşiretler kırsal kesimde, hatta yerleşim birimlerinde kabile reislerinin yönetimi altında yaşarlardı. Zaman zaman bu yönetim biçimi saltanata dönüşürdü. Bu acayip kargaşa Arapların her belirli grubuna şu ya da bu şekilde egemendi, yarımadanın her yöresinde çeşitli biçimlerde görülürdü. Üstelik aralarında acayip gelenekler ve hurafe nitelikli inançlar yaygındı. Bütün bunlara bir de okuma-yazma bilmeme, öğretim ve eğitimden yoksun olma belasını eklemek gerekir ki, bu bela aşiretler ve kabileler bir yana şehir ve kasaba yerlerinde de hüküm sürüyordu.

Arapların durumları, davranışları, âdetleri ve gelenekleri hakkındaki bütün açıklamalarımız, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinden ve kendilerine yönelttiği hitaplardan açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Önce bu ayetlerin ve açıklamaların kendilerine Mekke'de sunduğu mesajların içerdiği maksatlar, sonra da İslâm ortaya çıktıktan ve güçlendikten sonra Medine'de yaptığı telkinleri iyi incele. Sonra da onlara yakıştırdığı sıfatlara bak. Kendilerine yönelttiği eleştirileri ve kınamaları değerlendir. Onlara getirilen yasakları şiddetlilikleri ve hafiflikleri açısından gözden geçir. Bütün bunları düşünce süzgecinden geçirdiğin zaman anlattıklarımızın doğru olduğunu görürsün. Üstelik tarih bunları anlatıyor ve bizim vermediğimiz ayrıntılara giriyor. Çünkü ayetler ele aldıkları hususları uzatmıyor, haklarında sadece özet bilgi veriyor. Bu konudaki en kısa ve yeterli söz Kur'an'ın bu döneme değinirken kullandığı "cahiliye dönemi" deyimidir. Bu deyimin anlamı bütün o ayrıntıları özetliyor. İşte Arap âleminin o günkü durumu böyle idi.

O gün Arapları çevresindeki Romalılardan, Perslerden, Habeşlilerden, Hintlilerden ve başka kavimlerden oluşan âleme gelince, Kur'an bu âlemin durumunu da kısaca açıklıyor. Bu âlemden önce kitap ehlinin, yani Yahudilerin, Hıristiyanların ve onlarla aynı kategoride olanların durumuna bakalım. Bunların toplumları keyfî monarşilerle ve kişisel tahakkümü benimsemiş krallar, reisler, imparatorlar ve genel valiler tarafından yönetiliyordu. Böylece o toplumlar iki kesime bölünmüştü. Bir tarafta canının istediğini yapan, insanların kendileri ile, ırzları ile, malları ile oynayan egemen bir kesim vardı. Öbür tarafta ise köleleştirilen, horlanan bir yönetilen kesim vardı. Bu kesimin ne ırz, ne mal ve ne can güvenliği ve ne irade özgürlüğü vardı. Sadece efendilerinin onayladıkları şeyleri yapabilirlerdi. Egemen zümre, din adamlarını ve hukuk bilginlerini denetimi altına almış, onlarla iş birliği yapmıştı. Böylece halkın kalplerini ve düşüncelerini avucu içine almıştı. Aslında halkın dininde ve dünyasında egemen olan bu kesimdi. İnsanların dininde alimlerin dilleri ve kalemleri aracılığı ile, dünyalarında kamçı ve kılıç aracılığı ile istedikleri gibi hükmediyorlardı.

Yönetilen kesim de tıpkı yönetenler ve yönetilenlerde olduğu gibi iki kesime ayrılıyordu. Bu ayırımın kriteri, yönetilenlerin kendi aralarındaki güç ve zayıflık derecesi idi. İşte bu kesim bu bakımdan, "İnsanlar efendilerinin dinindendir." vecizesi uyarınca azgın zenginler ile zayıflar, güçsüzler ve köleler diye ikiye ayrılıyordu. Ev reisi ile onun eli altındaki kadınlarda ve çocuklarda da aynı durum geçerli idi. Hayatın bütün alanlarında irade ve davranış özgürlüğüne sahip erkekler ile bütün bunlardan yoksun kadınlar arasındaki durum da aynı idi. Kadınlar kesinlikle erkeklere bağımlı idiler; erkekler kendilerinden ne isterlerse, onları yerine getirmeye mecburdular. En ufak bir bağımsızlıkları yoktu.

Bütün bu gerçekleri şu ayet açıkça ortaya koyuyor: "De ki: 'Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da bazılarımız bazılarını Rabler edinmesin.' Eğer yüz çevirirlerse, deyin ki: Şahit olun, biz gerçekten Müslümanlarız." (Âl-i İmrân, 64) Resulullah (s.a.a) Roma kralı Herakliyus'a yazdığı mektupta şu ayete yer verdi. Denildiğine göre, Peygamberimizin Mısır, Habeşistan, Pers ve Necran krallarına yazdığı mektup da şu ayeti içeriyordu. Yüce Allah'ın şu sözü de aynı niteliktedir: "Ey insanlar, biz sizi bir erkek ile bir kadından yarattık ve birbirinizi tanıyasınız diye sizi halklara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz O'ndan en çok korkanınızdır." (Hucurât, 13)

Yüce Allah, köleler ile ve hür kadınlarla evlenmeyi tavsiye ederken de aynı gerçeği vurguluyor: "Bazınız bazınızdandır. O hâlde onlarla... sahiplerinin izniyle evlenin." (Nisâ, 25) Yine yüce Allah, kadınlardan söz ederken aynı gerçeğe parmak basıyor: "Ben, erkek olsun, kadın olsun, içinizden çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmam. Bazınız bazınızdan meydana gelmedir." (Âl-i İmrân, 195) Bu anlamda daha birçok ayet vardır.

Arapların çevresinde yaşayan ve kitap ehli olmayan toplumlara gelince, o gün onlar putperestler ile bu kategoride olanlardan oluşuyordu. Bunlar kitap ehlinden daha kötü, daha beter bir durumda idiler. Onların davranış ve tutumlarını kınayan ayetler, onların hayatın bütün alanlarında ve mutluluğun bütün dallarında nasıl akıntıya kürek çektiklerini, nasıl işlerinin sonunun hüsran olduğunu açıklıyor: "Andolsun biz zikirden (Tevrat'tan) sonra Zebur'da da 'yeryüzüne mutlaka salih kullarım vâris olacaktır' diye yazdık. Şüphesiz bunda kulluk eden kimseler için yeterli bir öğüt vardır. Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. De ki: 'Bana ilâhınız ancak bir tek ilâhtır, diye vahy olunuyor. O'na teslim olacak mısınız?' Eğer yüz çevirirlerse, de ki: Ben sizin hepinize eşit biçimde açıkladım." (Enbiyâ, 105-109) "Bu Kur'an, gerek sizi gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahy edildi." (En'âm, 19)

İslâm'a çağrının ortaya çıkışı İnsan toplumunun o günkü (cahiliye dönemindeki) durumu işittiğin gibi idi. Yani insanlık, hayatın bütün alanlarında batılın, fesat ve zulmün pençesine düşmüştü. İslâm ise tevhit dini ve hak din olarak hakkı hâkim kılmak, onu mutlak anlamda insanlar üzerinde iktidar yapmak, onların kalplerini şirkin pisliklerinden temizlemek, davranışlarını arındırmak, fesadın köklerine, dallarına, içine ve dışına işlediği toplumlarını ıslah etmek istiyordu. Sözün kısası yüce Allah insanları açık gerçeğe iletmek istiyordu. O onlara zorluk çıkarmak değil, onları arındırmak ve kendilerine yönelik nimetini tamama erdirmek istiyordu. O günkü insanların içinde debelendikleri batıl ile hak kelimesinin onlar hakkında istediği düzen iki karşıt nokta, iki zıt kutup oluşturuyordu. Acaba 'Gayenin önemi, sakıncalı da olsa vasıtayı mubah kılar' sözü uyarınca İslâm, ne pahasına olursa olsun ve hangi vesile ile mümkün olursa olsun hakkı üstün kılmak arzusu ile batıl yanlılarının bazısını kullanarak diğerlerini ıslah mı etmeli, arkasından da başka bir bölümün aracılığı ile başka bir bölümü yola mı getirmeli idi? Bu, siyasetçilerin kullandığı bir siyasî yöntemdir. Hedefe yönelik bu tutum, hangi alanda kullanılırsa genellikle maksada ulaştırır. Maksada vardırmadığı durumlar çok azdır. Fakat İslâm çağrısının bayrak edindiği açık gerçek hakkında geçerli değildi. Çünkü gaye, onun araçlarının ve ön adımlarının ürünü idi. Nasıl olur da batıl öncüller hakkı doğurabilir. Nasıl olur da hasta ve bozuk bir insan, sağlıklı bir insan üretebilir. Oysa yavru, onu doğuran ana-babadan alınmış bir sentezdir. Siyasetin özlemi ve arzusu iktidara gelmek, egemen olmaktı. Nasıl olursa olsun öne geçmek, başa konmak, mevki ve menfaat elde etmekti. İyi-kötü, hak-batıl hangi nitelikle bu hedeflere varılsın, önemli değildi. Fakat hakka yönelik çağrı sadece hak amacı istiyordu. Eğer o hakka batıl aracılığı ile ulaşsa bu tutumu ile batılı onaylamış, desteklemiş olurdu. O zaman hakka çağrı olmaz, batıla çağrı olurdu.

Back Index Next