Back Index Next

Kendisine öncelik tanınan kimselerden birisi, kocadır. Mirasın yarısı onundur. Ancak onu bu konumundan alıkoyacak bir şey gerçekleşirse [eşinin çocukları olursa] hissesi dörtte bire dönüşür. Artık hiçbir şey onu bu konumundan aşağı düşüremez. Öncelik tanınan kimselerden birisi de, karıdır. Mirasın dörtte biri ona verilir; ancak olduğu konumu kaybedince [kocasının çocukları olursa], hissesi sekizde bire iner. Artık hiçbir şey onu sekizde bir hisseyi almaktan alıkoyamaz. Öncelik tanınan kimselerden birisi de, annedir. Mirasın üçte biri onundur. Ancak bu konumunu yitirince [ölünün kardeşleri olursa], hissesi altıda bire dönüşür. Artık hiçbir şey onu bu hisseyi almaktan engelleyemez. İşte bunlar Allah'ın öncelik tanıdığı hisselerdir.

Tehir edilen hisse ise, kızların ve kız kardeşlerin hisseleridir. İlkine mirasın yarısı, ikincisine ise üçte ikisi verilir. Diğer hisseler bunları oldukları konumlarından aşağı düşürürlerse, [yani hisseler mirastan fazla olursa] bunlara ancak geriye kalan miktar verilir. İşte Allah'ın tehir ettiği hisseler bunlardır. Dolayısıyla hem Allah'ın kendisine öncelik tanıdığı, hem de tehir ettiği kimseler vâris olurlarsa, Allah'ın öncelik tanıdığı kimseyle başlanılır ve ilk önce eksiksiz olarak onun hakkı verilir. Geriye bir şey kalırsa, tehir edilene verilir; bir şey kalmazsa, hiçbir şey verilmez."

Zufer, İbn-i Abbas'a "Bu görüşü Ömer'e sunmaktan seni alıkoyan nedir?" deyince, o "Onun heybetli oluşu" diye cevap verdi." (Füru-u Kafi, c.7, s.79-80, h:3)

Ben derim ki: Mirasta avl yönteminin doğru olmadığını İbn-i Abbas'tan önce Hz. Ali (a.s) belirtmiştir. İleride açıklanacağı üzere Ehl-i Beyt İmamlarının görüşü de budur.

el-Kâfi adlı eserde nakledilen bir hadiste İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: Emir-ül Mü'minin Hz. Ali (a.s) şöyle buyururdu: "Çölün kumlu bölümünün kumlarının sayısını bilen Allah, hisselerin altıdan eksik olmadığını bilir. Siz de eğer onun sebebini bilseniz, altı sayısını geçmediğini anlarsınız." (Füru-u Kafi, c.7, s.79-80, h:2)

Ben derim ki: Hadisin orijinalinde geçen "alic" Sihah-ul Lügat adlı eserde belirtildiğine göre, çölün kumlu olan bölümüne denir. Hadiste geçen "İnne's- sihame la teûlu ale's sitteti" cümlesi, hisselerin altıdan şaşmamasını ve sonuç olarak ayrı bir şeye değiştirme imkanı bulunmadığını ifade eder. Söz konusu altı hisse ise, Kur'an-ı Kerim'de "yarı, üçte bir, üçte iki, dörtte bir, altıda bir ve sekizde bir" olmak üzere apaçık belirtilen hisselerdir.

Aynı eserde İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: Emir,ül Mü'minin Hz. Ali (a.s) buyurdu ki: "Hamd, geride olanı öne geçirmeyen ve önde olanı geriye atmayan Allah'a mahsustur." Daha sonra eliyle öteki eline vurup şöyle dedi: "Ey kendilerine gönderilen Peygamberden sonra şaşkınlığa düşen ümmet, eğer Allah'ın öne geçirdiğini öne geçirseydiniz, O'nun sona bıraktığını geri planda tutsaydınız, velayet ve veraseti [Resulullah'ın halifeliğini] Allah'ın kıldığı yerde kılsaydınız, hiçbir Allah dostu yoksulluğa düşmez, Allah'ın belirttiği hisselerden hiçbirisinde eksiklik meydana gelmez, Allah'ın hükmünde iki kişi ayrılığa düşmez ve Allah'ın emriyle ilgili hiçbir şeyde ümmet anlaşmazlığa düşmezdi. Çünkü Allah kitabından bütün bunların ilmi, Ali'nin yanında mevcuttur. Buna göre, işinizin vebalini ve yaptığınız kusurlarınızın sonucunu tadın. Allah kullarına asla zulüm etmez. Haksızlık edenler, hangi akıbete döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Füru-u Kafi, c.7, s.78, h:1)

Ben derim ki: Vârislerin paylarında eksiklik meydana gelmesini, yapılan açıklamalara ilaveten şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah'ın kelamında "yarı, üçte bir, üçte iki, dörtte bir, altıda bir ve sekizde bir" olmak üzere altı hisse söz konusu edilmiştir. Bazen bu hisseler birbiriyle çelişecek şekilde bazısı bazısıyla bir araya gelir. Meselâ, bazen birinci dereceden miras alan kız, baba, anne ve kocanın hisseleri olan yarı, iki altıda bir ve dörtte bir hisseleri toplanır ve böylece hisseler mala oranla artış gösterir. Aynı şekilde, birinci dereceden miras alan iki kıza, ana-babaya ve kocaya ait olan iki üçte bir, iki altıda bir ve dörtte birlik hisseler bir araya toplanır ve birbirleriyle çelişirler. Aynen ikinci dereceden miras alan kız kardeş, baba ve anne tarafından dede ve nine ve karının hisseleri olan yarı, üçte bir, dörtte bir ve altıda bir hisseler bir araya gelir. Yine bu dereceden iki kız kardeşe, dede ve nineye ve karıya ait olan iki üçte ikilik, üçte birlik, dörtte birlik ve altıda birlik hisseler bir araya gelirler.

Bu durumda, eksikliği eşit olarak bütün hisselere dağıtırsak, avl meydana gelir. Ancak ana-babanın, karı-kocanın ve anne tarafından yakınların payları olan üçte bir, altıda bir, yarı, dörtte bir ve sekizde bir hisselerde eksiklik meydana gelmesini önlersek, -çünkü Allah'ın kendisi bu hisseleri bu şekilde belirlemiş ve hiçbir durumda belirsiz bırakmamıştır. Tam tersine bir veya birden fazla kızın, ana-baba bir olan veya sadece baba bir olan bir tek kız kardeşin veya birkaç kız kardeşin, bir veya birden fazla erkek ve kadının hisseleri bütün durumlarda belirtilmemiş ve sadece bir hisseyle yetinilmiştir- eksiklik devamlı çocukların, kardeşlerin ve kız kardeşlerin hisselerine yönelir.

Mal hisselerden fazla olduğu durumda fazlalıkta nasıl red yönteminin uygulanacağı hakkında hadis ve fıkıhla ilgili kitaplara başvurunuz.

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Hâkim ve Beyhaki Sünen adlı eserinde Zeyd b. Sabit'ten şöyle rivayet ederler: "O (Zeyd), annenin üçte bir miras alması, iki kardeş aracılığıyla engellendiği görüşünü savunurdu. Ona: "Ey Eba Said, Allah "Ölenin kardeşleri olursa" buyurmuştur [yani ayette üç ve üçten fazla kardeş olduğu durumda annenin belirlenen ilk hisseden mahrum olduğu yer almıştır] oysa sen iki kardeşi annenin ilk hisseyi almasını engellediğini söylüyorsun." diye itiraz edilince, şöyle cevap verdi: "Araplar iki kardeşe de "ihve=kardeşler" der." (c.2, s.126)

Ben derim ki: "İhve" kelimesi "ah" kelimesinin çoğulu olduğu ve çoğul kelimenin üçten az olduğu durumlarda kullanılmadığı maruf olmasına rağmen Ehl-i Beyt İmamlarından (onlara selam olsun) rivayet edilen de budur.

el- Kâfi adlı eserde İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Anneyi üçte bir hissesini almaktan ancak, ana-baba bir veya baba bir olan iki erkek kardeş veya dört kız kardeş engeller." (Füru-u Kafi, c.7, s.92, h:2)

Ben derim ki: Bu konuda birçok hadis vardır. Anne tarafından bir olan kardeşler, ölüye anne aracılığıyla vardıklarından anneye engel olamazlar; aksine anne onlara engel teşkil eder. Şia ve Ehl-i Sünnet kanalıyla nakledilen rivayetlerde, kardeşlerin annenin hissesine engel olduğu ancak bununla birlikte miras almada kendilerine öncelik tanınan ana-baba gibi mirasçıların olması sebebiyle miras alma hakkına sahip olmadıkları yer almıştır. Buna göre, kardeşlerin miras alma hakları olmadığı hâlde annenin üçte bir hisse almasını engellemeleri, hisselere oranla fazla kalan malın ona reddedilmesi açısından babanın durumunu bir tür gözetlemektir. Böylece, ana bir kardeşlerin anneye engel olmamalarının nedeni ortaya çıkmış oldu. Çünkü, bunların yükünü kendi babaları üstlenir, ölenin babası değil.

Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Paylar, ölenin ettiği vasiyet veya borcun düşülmesinden sonradır." ayetiyle ilgili olarak Emir-el Mü'minin Hz. Ali'den (a.s) şöyle bir açıklamaya yer verilir: "Kur'an okurken bu ayette vasiyeti borçtan önce okursunuz; ama Resulullah (s.a.a) vasiyete amel edilmeden önce borcun verilmesine hüküm verirdi."

Suyuti ed-Dürr-ül Mensûr adlı tefsirinde bu rivayeti, birçok hadis ve tefsir bilginlerinden nakletmiştir.

el-Kâfi adlı eserde, kelâlenin anlamıyla ilgili olarak İmam Sadık'tan (a.s) "İnsanın babası ve evladı olmayan kimsedir." şeklinde bir hadise yer verilmiştir. (Füru-u Kafi, c.7, s.99, h:2-3)

Yine aynı eserde, İmam Sadık'ın (a.s) "Eğer miras bırakan erkek veya kadının ana-babası ve çocuğu olmayıp bir erkek veya bir kız kardeşi varsa..." ayetiyle ilgili olarak "Bu ayette sadece, anne bir erkek ve kız kardeşler kastedilmiştir." buyurduğu aktarılmıştır. (Füru-u Kafi, c.7, s.101, h:3)

Ben derim ki: Bu hususta birçok hadis mevcuttur ki Ehl-i Sünnet onları rivayet etmiştir. Bu hususa ve yine sadece baba bir veya ana-baba bir erkek ve kız kardeşle ilgili hükmün bu surenin son bulduğu "Senden fetva isterler. De ki: Allah, ana-babası ve çocuğu olmayan kimsenin hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor..." ayetinde açıklandığına değinen rivayetler müstafiz haddine ulaşmıştır.

Bu surenin son ayetinde, söz konusu kimseler için açıklanan hisselerin bu ayetteki hisselere oranla iki kat veya daha fazla olması, açıklamamıza ışık tutacak şahitlerden biridir. Ayetlerin akışından ve açıklanan hisselerden, yüce Allah'ın genelde mümkün olduğu kadarıyla erkeklerin hissesini iki kat veya ona yaklaşık bir derecede kadınlara oranla fazla kıldığı anlaşılıyor. Söz konusu kimseler, ölüye ya ana-baba veya ikisinden biri aracılığıyla ulaşırlar. Dolayısıyla ana-babanın kendisinde gözetlenen farklılık, bunlara da geçer ve sonuçta ana-baba bir veya sadece baba bir olan mezkur kimseler, sadece anne bir olanlara hisse açısından öncelik taşırlar. Buradan az hissenin anne bir, çok hissenin de onun dışında olana ait olduğu gerçeği ortaya çıkmış olur.

Maani-l Ahbar adlı eserde, Muhammed b. Sinan'a ulaştırdığı isnat zinciri ile şöyle bir rivayete yer verilir: "İmam Rıza (a.s), Muhammed b. Sinan'ın sormuş olduğu sorulara verdiği cevapta mirastan, kadınlara erkeklerin yarısı kadar verilmesinin nedenini şöyle açıkladı: "Çünkü, kadın evlenirken [mehir] alır; erkek ise verir. Bu sebeple, erkeklere fazla hisse verilir. Erkeğe kadının iki katı kadar verilmesinin bir başka nedeni ise şudur: İhtiyacı olduğu takdirde kadın, iaşesi erkeğin üzerine olan ailesidir. Kadının ihtiyaçlarını gidermek ve nafakasını karşılamak erkeğin üzerinedir. Ancak erkek muhtaç olsa bile, kadın onun ihtiyaçlarını gidermek ve nafakasını karşılamakla yükümlü değildir. İşte bu yüzden erkeğin hissesi fazladır. Yüce Allah buna işaretle şöyle buyurmuştur: "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğer bir kısmından üstün kılması ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisidirler."

el-Kâfi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciri ile Ahvel'den şöyle rivayet eder: İbn-i Ebil Avca': "Ne olmuş da zayıf ve yoksul kadın mirastan bir hisse, erkekler ise iki hisse alıyorlar?" diyerek İslâm'ın görüşüne eleştiride bulunurdu. İmam Sadık'ın (a.s) ashabından birisi bu konuyu o hazretin yanında söz konusu etti. Bunun üzerine İmam şöyle buyurdu: "Kadın ne cihat etmekle, ne nafaka ile ve ne de hata ile işlenen cinayetin diyetini vermekle yükümlü tutulur. Bütün bunlar erkeklerin üzerinedir. Bu yüzden kadının hissesi bir, erkeğinki ise iki kılınmıştır." (Fürû-u Kâfi, c.7, s.85, h:3)

Bu anlamda birçok hadis nakledilmiştir ve daha önce Kur'an-ı Kerim'in bu hususa delâlet ettiğini açıklamıştık.

Birkaç bölümde ilmî inceleme

1-      Mirasın Ortaya Çıkışı

Miras, yani hayattaki bazı kimselerin ölünün bıraktığı mala sahip olmaları, insan toplumlarında geçerli olan en eski geleneklerden biridir. Ümmetlerin ve milletlerin elimizdeki tarihleri bu geleneğin ne zaman başladığını göstermekten âcizdir.

Miras olayı bir gelenek olmanın yanı sıra işin tabiatı da bunu gerektiriyor. Çünkü toplum hâlinde yaşayan insanın tabiatını dikkatle incelediğimizde görüyoruz ki o, sahipsiz malı kendi ihtiyaçları için kullanma konusunda istekli ve arzuludur. Engelsiz olarak sahip olabildiği malı kullanmak onun en köklü âdetlerindendir. Yine şunu görüyoruz ki, gerek ilkel toplumları, gerekse uygar toplumları icat eden insan, toplumdaki fertler hakkında (akrabalık ve öncelikle sonuçlanan) yakınlık ve velayeti geçerli tanır. Akrabalığı ve veliliği ortaya çıkaran bu geçerlilik aile, oymak, aşiret ve kabile gibi gruplaşmaların temel dayanağını oluşturur.

Buna göre toplumda bazı fertlerin kendilerini birbirlerine yakın saymaları kaçınılmazdır. Evladın ana babasını, akrabanın akrabasını, arkadaşın arkadaşını, efendinin kölesini, eşlerin birbirlerini, yönetenin yönetileni, hatta güçlünün zayıfı kendine yakın hissetmesi gibi. Gerçi toplumlarda bu yakınlığın ölçüsü kimi zaman neredeyse belirlenemeyecek derecede farklılık gösterir. Fakat her toplumun fertleri arasında bu ilişki vardır. Bu iki olgu mirasın en eski sosyal geleneklerden biri olmasını gerektirmiştir.

2-      Mirasın Tedricî Değişimi

Miras, toplumun diğer gelenekleri gibi ortaya çıktığından beri çeşitli değişmelere uğramış, birçok gelişmeler göstermiştir. Fakat ilkel toplumlarda istikrar olmadığı için onların tarihlerinde bu gelişimin düzenli aşamalarını güvenilir biçimde belirlemek zordur.

O toplumlar hakkında kesin olarak söyleyebileceğimiz şudur: On-lar kadınları ve zayıfları mirastan mahrum tutuyorlardı. Onlarda miras güçlülere mahsus bir imtiyazdı. Bunun tek sebebi o toplumların kadınlara ve köle, çocuk gibi zayıf fertlere evcil hayvan ve eşya muamelesi yapmaları idi. Onlara göre bunlar insanların kendilerinden yararlanmaları için vardılar. Yoksa onların insanlardan, insanların elindeki imkânlardan ve insana mahsus sosyal haklardan yararlanmaları söz konusu değildi.

Bununla birlikte bu toplumlarda güçlünün kim olduğu konusu dönemden döneme değişiklik göstermiştir. Kimi zaman oymak veya aşiret reisi, kimi zaman aile reisi, başka bir dönem kavmin en yiğit, en kabadayı kişisi güçlü sayıldı. Bu farklılıklar doğal olarak miras geleneğinde köklü değişikliklerin görülmesini gerektirmiştir.

Fakat bu gelenekler insan fıtratının aradığı mutluluğu temin edemedikleri için sık sık değişikliğe uğruyorlardı. Hatta Romalılar ve Eski Yunanlılar gibi kanunlara veya kanunların yerini tutan oturmuş milli geleneklere sahip toplumlarda bile durum böyle idi. Milletler arasında egemen olan hiçbir miras kanunu, İslâm'ın miras kanunu gibi günümüze kadar yaşayamamıştır. İslâm kanunu ortaya çıkışından günümüze kadar yaklaşık on dört yüz yıldan beri İslâm milletleri arasında yürürlükte kalmıştır.

3-      Uygar Milletlerde Miras

Romalıların bir özellikleri aileye bağımsızlık tanımaları idi. Bu bağımsızlık aileyi toplumun genelinden ayırıyor, fertlerine ilişkin sosyal hakların çoğunda onu hükümetin nüfuzundan koruyordu. Böylece aile emirler, yasaklar, cezalar ve siyaset gibi alanlarda bağımsız yaşıyordu. Aile reisine eşten, çocuklardan ve kölelerden oluşan ev halkı tapardı. Ev halkı içinde tek mülk sahibi oydu. O sağ oldukça ondan başka hiçbir aile ferdî mülk sahibi olamazdı. O aile fertlerinin velisi, hayatlarının düzenleyicisi idi. Onlara ilişkin iradesi mutlak anlamda geçerli idi. O da atası olan eski bir aile reisine tapardı.

Eğer mirasçısı aile olan bir mal elde edilirse, meselâ aile reisinin izni ile dışarıda mal kazanan oğullardan biri ölürse veya aile reisinin izni ile evlenen kızlardan veya akrabalardan biri ölür de başlık olarak geriye mal bırakırsa, bu miras aileye kalır ve bu mirasın maliki aile reisi olurdu. Çünkü bu durum onun aile reisliğinin, aile ve ev halkına yönelik mutlak mülkiyetinin gereği sayılıyordu.

Aile reisi ölünce, oğullarından veya kardeşlerinden biri ona mirasçı olurdu. Bunun için yeni aile reisinin bu göreve layık olması ve ölen reisin oğulları tarafından mirasçılığının tanınması gerekirdi. Eğer oğullar aileden ayrılarak yeni bir aile kurarlarsa, kurdukları ailenin reisi olurlardı. Eğer eski ailelerinde kalırlarsa yeni aile reisi ile (meselâ kardeşlerinden biri ile) aralarındaki münasebetleri, babaları ile aralarındaki eski münasebetleri gibi olurdu. Yani yeni aile reisinin yönetimi, mutlak veliliği altına girerlerdi.

Romalı aile reislerine üvey oğulları da vâris olabilirdi. Çünkü cahiliye dönemi Araplarında olduğu gibi Romalılar arasında da evlat edinme geleneği geçerli idi.

Kadınlara yani eşlere, kızlara ve annelere gelince onlar mirasçı olamazlardı. Gerekçe, onların evlenerek başka bir aileye gitmeleri ile aile malının dışarıya gitmemesi idi. Romalılar servetin bir aileden başka bir aileye geçmesini caiz görmüyorlardı. Araştırmacılardan biri bu olguyu belirledikten sonra "Romalılar bireysel mülkiyeti değil, sosyalist mülkiyeti benimsiyorlardı." diyor. Kanaatime göre bu mülkiyet tarzının kaynağı sosyalist mülkiyetten farklı bir şeydir. Çünkü ilkel toplumlarda en eski çağlardan beri sahibi oldukları meralara ve verimli topraklara başka toplumların ortak olmalarına karşı çıkarlar, söz konusu arazilerini korurlardı. Bu uğurda savaşırlar, koruluklarına başkalarını sokmazlardı. Bu mülkiyet bir tür sosyal mülkiyet idi. Söz konusu mülkün sahibi toplumun fertleri değil, toplumun kendisi idi. Bununla birlikte bu mülkiyet tarzı toplumdaki her ferdin bu kamu mülkünün bir bölümüne özel olarak sahip olmasına engel sayılmıyordu.

Bu mülkiyet biçimi sağlıklı bir geçerliliğe dayanıyor. Fakat ilkel toplumlar onu dengeli ve yarar sağlayıcı biçimde kullanamadılar. İslâm bu mülkiyet anlayışını daha önce belirtildiği gibi muhterem saydı. Yüce Allah, "O yeryüzündeki varlıkların tümünü sizin için yarattı." (Bakara, 29) buyuruyor. Buna göre Müslümanlardan ve zimmeti altında bulunan gayrimüslimlerden oluşan insan toplumu bu anlamda yeryüzünün servetinin malikidir. Bundan dolayı İslâm, kâfirin Müslüman'a mirasçı olmasını caiz görmez.

Bu bakış açısının izlerini ve örneklerini günümüzün bazı milletlerinde görebiliriz. Bu milletler topraklarının ve gayrı menkullerinin yabancıların eline geçmesini ve onların bunlara malik olmasını caiz görmezler.

Eski Romalılarda aile bağımsız ve kendine yeterli bir birim kabul edildiği için bağımsız toplumlarda ve ülkelerde geçerli olan bu eski gelenek onlarda da geçerli olmuştur. Roma ailelerinde bu geleneğin yakınlarla evlenmeyi yasaklayan gelenekle birlikte uygulanmasının sonucunda iki akrabalık türü ortaya çıktı. Biri kan ortaklığına dayanan doğal akrabalıktı. Bu akrabalığın gerektirdiği sonuç, yakınlar arasında evliliğin yasak ve yakınların dışında kalanlar arasında serbest oluşu idi. İkinci tür akrabalık resmi ve yasal akrabalık idi. Bu akrabalığın gerektirdiği sonuç, mirasçı olup olmama, nafaka, velilik vb. şeyler idi. Oğlanlar aile reisine ve birbirlerine nispetle hem doğal hem de resmi akrabalığa sahip idiler. Bütün kadınlar ise sadece doğal akrabalığa sahiptiler, yasal akrabalığa sahip değillerdi. Bunun sonucu olarak kadın ne babasının ne oğlunun ne kardeşinin ne eşinin ve ne başkasının mirasçısı olabiliyordu. Eski Romalıların geleneği bu idi.

Eski Yunanlılardaki aile yapısının durumu, yaklaşık olarak eski Romalılardaki gibi idi. Eski Yunanlılarda en büyük erkek evlat mirasın tümünü alırdı. Kadınlar eş, kız ve kız kardeş olarak mirastan mahrum tutulurdu. Küçük erkek evlatları ile diğer küçükler mirastan pay alamazlardı. Fakat eski Yunanlılar tıpkı Romalılar gibi küçük yaştaki erkek evlatlarına, sevdikleri eşleri ile kızlarına ve kız kardeşlerine miraslarından pay ayırabilmek için hileli yollara baş vururlar, onları miraslarından az ya da çok yararlandırabilmek için vasiyet ve benzeri formülleri kullanırlardı. Vasiyet konusunu ilerde ele alacağız.

Back Index Next