Back Index Next

3- Bu konudaki bir başka önemli nokta şudur: Kadın erkek sayısının eşitliği deliline sarılmak, yukarıda yaptığımız istatistik incelemeleri göz ardı etmemizin yanı sıra çok eşlilik hükmü ıslah edilmediği hâlde, vehmedilen sakıncaları ortadan kaldıran kayıtlarla sınırlandırılarak dengeli hâle getirilmediği hâlde yerinde olur ancak. Oysa İslâm, çok evlilik yapan erkeklere eşleri arasında iyi geçinme ve yatak sırası hususunda adil davranma şartı koştu. Erkeklere eşlerin ve çocuklarının geçim ihtiyaçlarını karşılamasını farz kıldı. Dört kadının ve çocuklarının geçim masraflarını karşılamak, bunun yanı sıra bu kadınlarla arasındaki ilişkilerde adaleti gözetmek sadece bazı olgun ve zengin erkeklerin başarabileceği bir iştir. Her erkek bu işin altından kalkamaz.

Üstelik evlenecek kadın için kocasını sadece kendisiyle yetinmeye, üzerine kuma getirmemeye zorlayan bazı şer'î yollar vardır. Kadın evlenirken bu yollara başvurabilir.

Üçüncü itiraza vereceğimiz cevap şudur: Bu iddia, İslâm'ın insana yönelik terbiye tarzını ve bu şeriatın maksatlarını iyi incelememiş olmaya dayanıyor. Örtünme, iffetlilik, hayâ, arsızlıktan kaçınma ilkeleri üzerinde yoğunlaşan İslâm toplumundaki kadınlara yönelik dinî terbiye, öyle bir kadın tipi ortaya çıkarır ki, bu kadında evlenme arzusu erkeğinkinden daha zayıf olur. (Gerçi yaygın kanaate göre kadında evlenme arzusu erkeğinkinden daha güçlü olur. Bu iddianın savunucuları kadının tabiatı gereği süs ve güzellik düşkünlüğünü delil gösterirler.) İslâm terbiyesi ile yetişmiş kadınlarla evlenen erkekler dile getirdiğimiz bu gerçeği tereddütsüz bir şekilde kabul ederler. Ortalama bir erkeğin evlenme arzusu bir, hatta iki ve üç kadının evlenme arzusunun toplamından daha çoktur.

Öte yandan İslâm dini, gerekli miktarında tabiatın gereksinimleri ve nefsin arzuları hususunda mahrumiyetin yok olmasına dikkat ediyor. Dolayısıyla erkekte şehvet ve tatminsizlik birikiminin meydana gelmemesini göz önüne alıyor. Eğer böyle bir mahrumiyet birikimi olursa, bu erkeği fuhşa, meşru olmayan tatmin yollarına sürükler. Tek eş, mazeretleri dolayısıyla beraberliklerinin yaklaşık olarak üçte birlik bölümünde kocasının isteklerine cevap veremez. Bu mazeretleri âdet günleri, hamileliğin bir bölümü, doğum ve çocuk emzirme dönemleri gibi zaruri hâllerdir. Bu dönemlerdeki içgüdüsel ihtiyacı bir an önce gidermeye girişmek, toplum hayatını duygu zemini üzerinde değil, akıl ilkeleri üzerinde kurduğunu bu kitaptaki incelemelerimizde sık sık vurguladığımız İslâm için kaçınılmaz bir görevdir. İnsanın, arzuların ve kötü isteklerin başı boşluğuna çağıran duyguların güdümünde kalması İslâm'a göre en büyük tehlikelerdendir ki, bunlardan biri bekarlık vb. durumlardır.

Diğer yönden İslâm'da yasa koyucunun en önemli gayelerinden biri, Müslüman neslinin artması ve yeryüzünün şirki ve fesadı ortadan kaldıracak şekilde İslâm toplumu eli ile kalkındırılmasıdır.

İşte İslâm, bunlar ve benzeri sebepler yüzünden çok eşliliğin yasallaşmasına önem verdi. Yoksa İslâm'ın maksadı şehveti özendirmek ve şehvet düşkünlüğünü hoş göstermek ve yaygınlaştırmak istemiş değildir. Eğer yukarıdaki itirazları ileri sürenler insaflı olsalar, şunu görürler: Toplumu maddî çıkar temeline dayandıranların tanıdıkları toplumsal sistemler, toplumu dinî mutluluk temeli üzerine kuran İslâm'dan daha çok yerilmeye, fuhşu ve cinsel azgınlığı teşvik etmek ve yaygınlaştırmak hususunda daha çok itham edilmeye müstahaktırlar.

Üstelik çok evliliği caiz görmek, mahrumiyetin kaçınılmaz sonucu olan hırsı törpüler, sakinleştirir. Her mahrum tutulan kişi hırslı, aşırı arzulu olur. Yasakla, engelleme ile karşılaşan insanın tek düşüncesi, yasak ve engelleme perdesini yırtmak olur. Tek eşli Müslüman'ın gönlü sakin ve rahattır. Çünkü günün birinde nefsi kendisini sıkıştırsa, şehvetini tatmin etme fırsatı önünde vardır, yolu yasakla kesilmiş değildir. Bu da tek başına şehvet ateşini düşürücü bir faktör, fuhşa ve haram ırzları çiğnemeye yönelmenin önüne örülmüş bir duvardır.

Bazı batılı araştırmacılar bu konuda insaflı davranarak şöyle dediler: "Hıristiyan milletler arasında fuhşun ve zinanın yaygın hâle gelmesinin en güçlü faktörü kilisenin çok eşliliği yasaklamasıdır."[10]

Dördüncü itiraz ise, yani çok eşliliğin kadın için onur kırıcı olduğu yolundaki iddia da asılsız ve merduttur. Biz kadın haklarına ilişkin incelemelerimizde[11] şunu vurguladık ki: Eski yeni hiçbir dinî ve dünyevî sistem İslâm kadar kadınlara ve onların haklarına saygı göstermiş değildir. İlerde bu gerçeği daha ayrıntılı biçimde dile getireceğiz. Erkeğe çok kadınla evlenme izni vermek, söylendiği gibi kadının sosyal ağırlığını ortadan kaldırmaya, hakkını yok saymaya, sosyal hayattaki önemini küçümsemeye değil, bir bölümünü saydığımız bazı faydalı gerekçelere ve maslahatlara dayanır.

Erkek-kadın birçok batılı ilim adamı, bu İslâmî kuralın yararlılığını ve ona yönelik yasağın yol açtığı sosyal bozuklukları ve hayatî sakıncaları itiraf etmiştir. İsteyen bu yazıları bulabileceği kaynaklara başvurabilir.

Çok eşlilik karşıtı batılı bilginlerin en çok üzerinde durdukları ve allayıp pullayarak insanların gözleri önüne serdikleri durum, Müslüman evlerindeki manzaradır. Çok hanımlı evlerdeki şu manzarayı kastediyoruz: İki veya daha çok sayıdaki kumanın yaşadıkları evleri göz önüne getirelim. Bu evlerde normal bir hayat, mutlu bir beraberlik yoktur. Kumalar eve girdikleri ilk günden itibaren birbirlerini devamlı kıskanırlar. Hatta bu yüzden kıskançlığa kuma hastalığı adı takılmış. O zaman kadınların mayasında varolan kocaya, onun önceki eşinden olan çocuklarına, eve ve kocasıyla ilgili her şeye yönelik sevgi, yumuşaklık, incelik, şefkat, hayırseverlik, sır saklama, vefakârlık, merhamet ve dürüstlük gibi bütün ince duygular ve heyecanlar tersyüz olur.

İnsanın gündelik hayatın sıkıntılarından, çalışma hayatının ruhî ve bedenî acılarından sıyrılmak için sığındığı evi, nefislerin, ırzların, malların ve şereflerin ayaklar altına alındığı bir savaş alanına döner. Hiçbir kimse kendini diğerinden emniyette hissetmez. Aile huzurunun yerini dayak, sövme, küfür, lânet okuma, dedikodu, ispiyonculuk, rekabet, hile, tuzak kurma, çocuklar arası ihtilaflar ve kavgalar alır. Kimi zaman iş kadının kocasını öldürme, çocukların birbirlerini veya babalarını öldürme girişimlerine kadar ilerler; aralarındaki akrabalık bağı, sonraki kuşaklarda beraberinde kan dökmeyi, nesli yok etmeyi ve aileyi mahvetmeyi getiren bir boğma teline dönüşür. Bütün bunlardan topluma yayılacak olan bedbahtlığı, ahlâksızlığı, sertliği, zulmü, saldırganlığı, kötülüğü, güvensizliği de bu aile dramları ile birlikte göz önüne getirmek gerekir.

Bütün bunlara bir de özellikle boşama serbestisini ekleyelim. Böyle ortamlarda çok evlilik ve boşama serbestisi, toplumda birtakım zevk düşkünü aşırı şehvetperest erkekler ortaya çıkarır. Bu erkeklerin, şehvetleri ve ihtirasları peşinde koşmaktan, bir kadını alıp diğerini bırakmaktan, birini kaldırıp onun yerine başkasını koymaktan başka bir düşünceleri olmaz. Böyle bir durum toplumun yarısını oluşturan kadınları mahvetmekten, bedbahtlığa mahkum etmekten başka bir şey değildir ki, bu yüzden toplumun diğer yarısı da mahvolur.

Çok eşliliğe itiraz edenlerin söylediklerinin özeti budur. Bunların hepisi doğrudur. Fakat bunlar İslâm'ın kendisine ve hükümlerine değil, Müslümanlara yöneliktir. Müslümanlar ne zaman İslâm'ın kendilerine yönelik direktiflerine göre hareket ettiler ki, davranışlarının sonucu olan bozukluklardan İslâm sorumlu tutulsun? İnsanları yüce dinin direktifleri uyarınca eğiten iyi hükümeti, yüzyıllar önce kaybettiler ve bir daha bulamadılar. Hatta din perdesini en pervasızca yırtanların, onun kanunlarını çiğneyenlerin ve hadlerini uygulamadan kaldıranların öncüleri yöneticiler ve hâkimler olmuştur. Bilindiği gibi insanlar da liderlerinin dini üzere olurlar. Eğer biz din esasına dayalı devletin padişahlığa ve monarşik saltanata dönüştüğü günden beri İslâm padişahlarının ve hâkimlerinin saraylarda işledikleri rezilliklerin bir bölümünü anlatmaya kalkışsak ayrı bir kitap meydana gelir.

Kısacası, eğer problem varsa, bu Müslümanlarda vardır. Müslümanlar evlerinde mutluluklarını temin etmeyen bir aile yuvası biçimini seçtiler. Evlerinde doğru yoldan ayrılmaksızın yürütemeyecekleri bir siyasete yöneldiler. Gerçi herkes işlediği günahın sorumlusudur; ama bunun günahı kadınlara ve çocuklara değil, erkeklere aittir. Çünkü bu erkeklerin davranışları kendilerinin, eşlerinin, çocuklarının mutluluğunu, yuvalarının temiz havasını aşırı arzuları ve cahillikleri uğruna feda etmeleri bütün bu bozuklukların, bu mahvedici bedbahtlıkların asıl kaynağıdır.

İslâm, çok eşliliği her erkek için gerekli bir farz olarak ortaya koymuş değildir. Fertlerin tabiatına, kendilerinin maruz kalabileceği geçici durumlara baktı. Daha önce anlatıldığı üzere bu konuda kesin faydayı ve maslahatı göz önüne aldı. Sonra çok eşliliğin aksaklıklarını ve sakıncalarını ortaya çıkarıp saydı. Sonra toplumun yararını korumak için çok evliliği mubah kıldı. Fakat bu işlemi bütün bu çirkin aksaklıkları ortadan kaldıracak bir şarta bağladı. Bu şart erkeğin eşleri arasında adaleti sağlayacağı yolunda kendine güvenmesidir. İslâm sadece kendine bu güveni duyanlara çok eşliliği serbest kıldı. Ama kendilerinin, eşlerinin ve çocuklarının mutluluğu ile ilgilenmeyen, karınlarını doyurmaktan ve nefislerini tatmin etmekten başka bir ideali olmayan, kadının sadece erkeğin şehvetini tatmin etmek için yaratıldığını düşünen şu erkeklere gelince, İslâm'ın onlarla hiçbir işi yoktur. Onlar için caiz olan tek kadınla evlenmektir. O da onlar için bu durumda oldukları sürece caiz ise.

Üstelik bu itirazlarda İslâm'da birbirinden ayrı olan iki yön, birbirine karıştırılmıştır. Bu iki ayrı yön teşri ve velayet yönleridir.

Bunun açıklaması şöyledir: Günümüzde araştırmacılar, mevzu kanunların ve geçerli sistemlerin faydalı ve zararlı olduğunu değerlendirirken o kanunların ve sistemlerin toplumlarda uygulamalarından elde edilen hoşlanılan ya da hoşlanılmayan sonuçlarını, bunun yanı sıra toplumların şimdiki durumlarıyla o kanunları kabul edip etmediklerini göz önüne alırlar. Bu araştırmacıların şu noktanın farkında olmadıklarını sanmıyorum: Toplum söz konusu hükümle uyuşmayan birçok geleneklere, âdetlere ve arızalara sahip olabilir. Böyle durumlarda o hükmün akıbetini görebilmek için toplumu o hükümle veya gelenekle çelişmeyecek unsurlarla donatmak gerekir. O kanunun etkileri hayırlı mı, yoksa kötü mü, faydalı mı, yoksa zararlı mı o zaman anlaşılabilir. Fakat o araştırmacılar mevzu kanunlarda toplumun mevcut iradesi ve görünür düşüncesi ile istediği şeyi göz önüne alıyorlar. Toplumun bu isteği ne olursa olsun. O zaman isteklerine ve arzularına uygun gelen hüküm faydalı kanun, istek ve arzularına ters gelen hüküm faydalı olmayan kanun olur.

Bundan dolayı bu araştırmacılar Müslümanları kötülük bataklığında şaşkın, maddî ve manevî hayatlarında bozukluklara gömülmüş gördükçe, Müslümanlarda gördükleri yalanı, hıyaneti, küfürbazlığı, hak tanımazlığı, kötülüğün yaygınlığını, aile huzursuzluğunu, sosyal bozukluğu onlar arasında uygulanan dinî kurallara dayandırıyorlar. Bunu yaparken İslâm sistemini, insanlar arasındaki uygulanışı ve meydana getirdiği sonuçlar bakımından aralarındaki duygu birikiminden kaynaklanarak insanlara dayatılan diğer sosyal sistemler gibi sanıyorlar. Böylece şu sonuca varıyorlar: İslâm bu sosyal bozuklukların doğurucusudur. Bu kötülükler ve bozukluklar ondan kaynaklanıyor. (Oysa bu kötülüklerin daha beteri, bu küfürbazlıkların daha kötüsü onlardadır. Bütün avlar, posta bürünmüşün karnındadır.) Onlara göre eğer İslâm gerçek din olsa, kanunları insan mutluluğunu teminat altına alan iyi kanunlar olsa, insanlar üzerinde olumlu bir etki gösterir, onların başına dert olmazlardı.

Fakat böyle diyenler düzgün ve yapıcı hükmün tabiatı ile bozuk ve yıkıcı insanların tabiatını birbirine karıştırıyorlar. İslâm; temel ilkelerin, ahlâk kurallarının ve uygulamaya dönük kanunların bütünüdür. Bu bütünün unsurları arasında denge vardır, parçaları birbirine bağlıdır. Parçalarından biri bozulunca bu bozukluk, bütünün bozulmasına ve etkisinde sapma meydana gelmesine yol açar. Tıpkı çeşitli elementlerden yapılmış ilaçlar ve macunlar gibi. Bu ilaçlar sağlıklı bir etki meydana getirebilmek için elementlerin sağlıklı olmaları ve kullanım yerlerinin uygun olması gerekir. Eğer onların bazı unsurları bozuk olursa veya onu kullanan insanda kullanım şartları gözetilmez ise, etkilerini gösteremezler. Hatta kimi zaman beklenen etkilerinin tersini gösterirler.

Farz edelim ki İslâm sistemi, teknik yapısının yetersizliği yüzünden insanları düzeltemiyor, yaygın kötülükleri ve rezillikleri yok edemiyor. Peki, demokratik sistem niçin Avrupa ülkelerinde verdiği sonuçları bizim doğu ülkelerinde veremiyor? Bize ne olmuş? İlerlemek için ne kadar gayret göstersek daha çok geriye gidiyoruz. Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, günümüzde kötülükler ve rezillikler yarım yüzyıl öncesine göre aramızda daha çok kökleşmiş ve derinleşmiştir. Oysa bu yarım yüzyıl öncesinde kendimizi ilkel saymış ve o günden beri uygarlaştığımızı ve aydınlandığımızı ileri sürmüştük. Sosyal adaletten, insan haklarından, yaygın yüce bilgilerden, toplumsal mutluluktan nasibimiz yok. Bu yüce değerlerin aramızda sadece isimleri ve kelimeleri dolaşmaktadır. Bu durumda şöyle bir şey dışında mazeret gösterilemez ki efendim, bu güzel sistemler sizde etkili olamadı. Çünkü siz onları uygulamıyorsunuz, yürürlüğe girmelerine gayret etmiyorsunuz. Peki, bu mazeret bu sistemler için geçerli sayılıyor da niçin İslâm hakkında geçerli sayılmıyor.

Farz edelim ki İslâm, temelinin zayıflığı yüzünden (hâşâ!) insanların kalplerinde kökleşemedi, toplumun derinliklerine işleyemedi. Bunun sonucu olarak hükümeti devam edemedi, İslâm toplumunda varlığını koruyamadı, çok geçmeden toplum hayatından dışlandı. Peki, beğenilen ve milletler arası bir niteliği olan demokratik sisteme ne demeli? Niçin Birinci Dünya Savaşının ardından Rusya'yı terk etti? Niçin Rusya'daki izleri silinerek yerini Komünizme bıraktı? Bu demokratik sistem İkinci Dünya Savaşı sonrasında da Çin'de, Letonya'da, Estonya'da, Litvanya'da, Romanya'da, Macaristan'da, Yugoslavya'da ve başka ülkelerde niçin Komünizm ile yer değiştirdi? Oysa ki önemli bir oranda birçok ülkeye nüfuz etmiş ve onları tehdit ediyordu?

Bir de Komünizme bakalım. Bu sistemin siyasî ömrü kırk yıla yaklaşıyor. Bu esnada yayıldı ve insan toplumunun yarısına yakını üzerinde egemen oldu. Propagandacıları ve yandaşları bu sistemin erdemliliği ile övünürler. Onun monarşik istiptad ve demokratik sömürü gölgesi ile gölgelenmemiş tek saf sistem olduğunu, kök saldığı ülkelerin birer vaat edilmiş cennet olduğunu söylerler. Fakat bundan iki yıl önce[12] bu propagandacıların ve yandaşların kendileri Komünizmin tek önderinin hükümetini protesto girişiminde bulundular. O Stalin ki, otuz yıldan beri Komünizmin önderliğini, liderliğini üstlenmişti. Söz konusu propagandacılar ve yandaşlar Stalin hükümetinin Komünizmin kılığında bir baskı, istiptad ve köleleştirme hükümeti olduğunu açıkladılar. Hiç şüphesiz Stalin kanun koyma, yürütme ve bunlarla ilgili alanlarda büyük bir etki bırakmıştır. Bunların hepsi diktatör ve köleleştirici bir iradenin, ferdî bir hükümetin tekelinde idi. Bu diktatör irade binlerce kişiye hayat bağışlarken binlerce kişiyi öldürüyor, çeşitli kavimleri mutlu ederken, diğerlerini bedbahtlığa sürüklüyordu. Bunların arkasından kimlerin geleceğini ve bunlar nasıl kendilerinden öncekilerin iktidarını yargıladılar ve haklarında hüküm verdilerse aynen kendilerinin iktidarını kimlerin yargılayacağını Allah bilir.

Sağlıklısı ile bozuğu ile toplumlarda egemen olduktan sonra, en güçlüsü yandaşlarının ihaneti ve taraftarlarının iradelerinin zayıflığı olan çeşitli faktörlerin etkisi ile toplum sahnesinden çekilip giden sistemlerin, geleneklerin ve rejimlerin sayısı çoktur. Tarih kitaplarında bunlarla karşılaşılabilir.

Acaba sosyal sistem olmak bakımından İslâm ile bu değişen, başkalaşan sistemler arasında ne fark var ki, onlarda mazeret kabul ediliyor da İslâm da kabul edilmiyor? Evet. Günümüzde doğru söz, bâtının korkunç gücü ile doğunun taklitçi cahilliği arasında sahipsiz kaldı. Onu ne gölgesi altına alan bir gök ve ne üzerinde taşıyan bir yer var. Her neyse... Anlattıklarımızdan şu gerçeğin farkına varılması gerekir: Herhangi bir sosyal sistemin insanlar üzerinde etkili olup olmaması, bunun yanı sıra o sistemin insanlar arasında kalması veya kaybolup gitmesi sadece o sistemin sağlıklı veya bozuk olmasına bütünü ile bağlı değildir ki, sağlıklı ya da bozuk olduğuna buna bakarak karar verilsin. Bu konuda etkili olan başka gerekçeler ve sebepler vardır. Bütün çağlar ve yüzyıllar boyunca insanlar arasında geçerli olan her sistem çeşitli faktörlerin etkisi altında bir gün sonuç verir, başka bir gün başarısız olur, bir dönem insanlar arasında yaşar, başka bir dönem ortadan kaybolur. "Biz bu tür günleri insanlar arasında dolaştırırız. Bu, Allah'ın kimlerin mümin olduklarını belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler seçmesi içindir." (Âl-i İmrân, 140)

Kısacası, İslâm'ın kanunları ve hükümleri temel ve nitelik bakımından, insanlar arasında uygulanan diğer sosyal kanunlara terstir. İnsanlara ait sosyal kanunlar yüzyılların, maslahat ve çıkarların değişmesi ile değişir. Fakat farz, haram, müstehap, mekruh, mubah gibi kategorileri olan İslâm kanunları değişmeye, başkalaşmaya kapalıdır. Fakat toplumdaki fertlerin yapacakları ve yapmaktan kaçınacakları davranışlar, girişecekleri veya uzak kalacakları bütün tasarruflara gelince, bu konuda sorumluluk devlet yetkilisinin omuzlarındadır. İnsanlara bunları emretmek veya yasaklamak, bunlar hakkında toplum bir fertmiş de devlet yetkilisi o ferdin düşüncesi ve iradesiymiş gibi tasarrufta bulunmak yetkiliye düşer. Eğer İslâm'ın bir devlet yetkilisi olsa, insanların çok eşlilik adına işledikleri bu zulümlere engel olabilirdi. Bunun için çok eşliliği serbest bırakan ilâhî hükmün değişmesi gerekmez. Bu engelleme toplumun faydasını gözeten genel bir yürütme kararlılığı yolu ile gerçekleşir. Tıpkı bir ferdin öylesini faydalı gördüğü için çok eşlilik imkanını kullanmamaya karar vermesi gibi... Yoksa ilâhî hükmü değiştirmek söz konusu değildir. Sadece serbestlik ifade eden bu hükümden yararlanmamaya karar vermek kendi elinde olduğu için onu uygulamaktan uzak duruyor.

ÖNCEKİ ARAŞTIRMANIN DEVAMINDA

 Peygamberimizin evlilikleri ile ilgili başka bir ilmî araştırma

İslâm'a yönelik itirazlardan biri de Peygamberimizin (s.a.a) evlilikleridir. Diyorlar ki, çok evlilik zaten başlı başına bir cinsel düşkünlük, şehvet iç güdüsüne boyun eğmek anlamına gelirken Peygamber, ümmeti için yasallaştırdığı dört kadınla yetinmeyerek kendisi için bu sayıyı dokuza çıkardı.

Back Index Next