Back Index Next

"Bu yüzden sen hakka çağır. Sana emredildiği gibi dosdoğru ol. Onların keyfî arzularına uyma ve de ki: Allah'ın indirdiği bütün kitaplara inandım. Aranızda adaletle hükmetmem emredildi. Allah bizim de sizin de Rabbimizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız sizedir. Aramızda bir düşmanlık yoktur. Allah hepimizi bir araya getirecektir. Dönüş O'nadır." (Şûrâ, 15) "Ey müminler, benim de sizin de düşmanlarımızı dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkâr ettikleri hâlde siz onlara sevgi gösteriyorsunuz... Allah dininiz yüzünden sizinle savaşmayan, sizi yurtlarınızdan çıkarmayan hemşehrilerinize iyilik etmenizi, onlara adil davranmanızı yasaklamıyor. Çünkü Allah adil davrananları sever. Allah sadece dininiz yüzünden sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran veya çıkarılmanıza destek veren hemşehrilerinizi dost edinmenizi yasaklıyor. Onları dost edinenler zalimlerin ta kendileridir." (Mümtehine, 9) Din düşmanları ile ilgiyi kesmeyi, onlardan ayrı olmayı ifade eden ayetler çoktur. Gördüğünüz gibi bu ayetler bu ilgi kesmenin anlamını, şeklini ve özelliklerini açıklıyor. Cihada gelince, bu konuda Bakara Suresinin cihat ayetlerinin arkasından bir inceleme yaptık.

Bu üç basamak İslâm dininin ayrıcalıklarından ve iftihar sebeplerindendir. İlk basamak, son iki basamak için gerekli olduğu gibi, ikinci basamak da üçüncü basamakta gereklidir. Peygamberimiz savaşa girişmeden önce düşmanlarına çağrıda bulunuyor, öğüt veriyordu. Böyle yapmayı ona yüce Allah emretmişti. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Eğer bu çağrına sırt dönerlerse onlara de ki: Ben hepinize eşit biçimde açıkladım." (Enbiyâ, 109)

En asılsız iddialardan biri, İslâm'ın çağrı dini değil, kılıç dini olduğu yolundaki sataşmadır. Oysa Kur'an, Peygamberimizin uygulamaları ve tarih bu konuda şahitlik ediyor ve meseleyi aydınlatıyor. Fakat yüce Allah'ın nur bağışlamadığı kimselerin nuru olmuyor. Bu eleştiriyi yapanların bir bölümü Hıristiyan kilisesi mensubudur. O Hıristiyan kilisesi ki, yüzyıllarca önce bünyesinde dinî mahkeme kurdu. Bu mahkemede kıyamet günü yüce Allah'ın kuracağı mahkemeye özenilerek Hıristiyanlıktan dönenler ateşte yakılma cezasına çarptırıldı. Bu mahkemenin görevlileri Hıristiyan ülkelerde dolaşıyor ve Hıristiyanlıktan çıkmakla itham ettikleri kimseleri toplayıp bu mahkemeye sevk ediyordu. Bu dinden dönme suçlaması, kimi zaman kilise tarafından desteklenen skolastik felsefeye aykırı düşen tabiat bilgisi ve matematik ile ilgili yeni görüşlere yöneltiliyordu.

Keşke şunu birileri açıklasa. Acaba aklı selim açısından tevhit inancını yaygınlaştırmak, putperestliğin köklerini kurutmak, dünyayı fesat pisliklerinden arındırmak mı önemlidir, yoksa dünyanın döndüğünü, Batlamyus kozmolojisinin aslı olmadığını söyleyenleri susturmak ve boğmak mı?

Hıristiyan kilisesi putperestlikle savaşmak adına Hıristiyanları Müslümanlara karşı kışkırtarak yaklaşık iki yüzyıl boyunca haçlı savaşları yürüttü, bu savaşlar sırasında nice ülkeleri yıktı, milyonlarca insanı yok etti ve nice ırzları çiğnedi.

Bu iddiayı ileri sürenlerin bir bölümü de, uygarlık ve özgürlük taraftarı olduğunu iddia eden bazı kilise dışı çevrelerdir. Bunlar maddî çıkarlarına yönelik en ufak bir tehlike sezdiklerinde bütün dünyada savaş ateşi tutuşturarak dünyayı alt üst eden çevrelerdir. Acaba dünyada şirkin yerleşmesi, ahlâkın bozulması, erdemlerin ölmesi, uğursuzluğun ve kargaşanın yeryüzünü ve bütün insanları sarması mı daha zararlıdır, yoksa bir kaç karış toprağı kaybetmek veya bir kaç kuruşluk zarara uğramak mı? Evet, hiç şüphesiz insan Rabbine karşı nankördür.

Büyük bir düşünce adamının bir küçük kitabında yer verdiği bu konu hakkındaki sözlerini sevinerek nakletmek istiyorum.[8] Merhum şöyle diyor: "Toplumsal düzenlemeyi ve ıslahı sağlamak, adaleti gerçekleştirmek, zulmü ortadan kaldırmak, kötülüğe ve fesada karşı koymak için izlenilen sadece üç türlü yol ve araç söz konusudur:

1- Konuşmalarla, makalelerle, kitaplarla, yayınlarla gerçekleştirilecek olan çağrı ve irşat yolu. Bu yol, yüce Allah'ın şu ayetlerde işaret ettiği şerefli yöntemdir: "İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır. Onlarla en güzel biçimde tartış." (Nahl, 125) "Kötülüğe en güzel karşılığı ver. O zaman seninle arasında düşmanlık olan kimsenin cana yakın bir dost gibi olduğunu görürsün." (Fussilet, 34) İşte İslâm'ın bisetin ilk yıllarında kullandığı yöntem budur...

2- Gösteriler, grevler, ekonomik boykot, zalimlerle işbirliği yapmama, onların işlerine ve hükümetlerine katılmama gibi barışçı ve pasif direnme yolları. Bu yöntemi benimseyenler savaş, adam öldürme ve şiddet yöntemlerini reddederler. Bu yönteme yüce Allah şöyle işaret ediyor: "Sakın zalimlere eğilim göstermeyin. Yoksa cehennem ateşi yakalar sizi." (Hûd, 113) "Yahudileri ve Hıristiyanları dost, müttefik edinmeyin." (Mâide, 51) Kur'an'da bu yönteme işaret eden çok sayıda ayet vardır. Bu yöntemi benimseyip onu vurgulayan en ünlü şahsiyetler Hindu dininin önderi Buda, Hz. İsa (a.s), edebiyatçı Rus yazar Tolstoy, Hintli manevî önder M. Gandi'dir.

3- Savaş, baş kaldırma ve vuruşma.

İslâm bu üç yöntemi tedricî olarak sıralar. İlk yöntem güzel sözlü öğüt ve barışçı çağrıdır. Eğer bu yöntem zalimlerin şerrini gidermede, fesatlarını ve baskılarını ortadan kaldırmada başarılı olamazsa, sıra ikinci yönteme gelir. Bu yöntem barışçı ya da pasif boykot, zalimlerle işbirliği ve ortaklık yapmama yöntemidir. Eğer bu yöntem işe yaramaz, fayda sağlamaz ise, sıra üçüncü yönteme gelir ki silahlı karşı koyma yöntemidir. Çünkü yüce Allah asla zulme razı olmaz. Hatta zulme karşı susan, ona rıza gösteren kimse, zalimin suç ortağıdır.

İslâm, inanç sistemidir. İslâm'ın çağrısını kılıçla, savaşla yaydığını söyleyenler yanılgıya düşmüşlerdir. Çünkü İslâm inanç ve akidedir. İnanç ise cebirle, zorlama ile meydana gelmez. Ancak delile ve burhana boyun eğer. Kur'an çok ayetlerde bunu açıkça dile getirir. Bunlardan biri "Dinde zorlama yoktur; doğru ile sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır." (Bakara, 256) ayetidir.

İslâm, kılıcı ve silahı sadece ayetlerle ve delillerle ikna olmayan zalimlere karşı kullandı. Hakka yönelik çağrının yoluna taş koyanlara karşı güç kullandı. İnatçıları İslâm'a girmeye zorlamak için değil, onların şerrini gidermek için silaha başvurdu. Yüce Allah "Fitne ortadan kalkıncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 193) buyuruyor. Demek ki savaşın amacı, dini ve inancı dayatmak değil, fitneyi ortadan kaldırmaktır. İslâm durup dururken ve isteyerek savaşa girişmez. Düşmanlarının zorlaması ile savaşa başvurur. Savaşa başvurunca da onurlu yöntemleri gözetir. Savaşta ve barışta yıkmayı, yakmayı, zehirlemeyi ve düşmanın üzerine suyu kesmeyi yasaklar. Aynı zamanda kadınları, çocukları ve esirleri öldürmeyi de yasaklar. Bunlar Müslümanlara karşı ne kadar kin ve düşmanlık besleseler de onlara karşı yumuşak ve iyi davranmayı tavsiye eder. Savaşta ve barışta teröre başvurmayı; yaşlıları, güçsüzleri ve savaşı başlatmayanları öldürmeyi yasaklar. Düşmana gece baskını düzenlemeyi yasaklar. "Aranızdaki antlaşmayı aynı şekilde yüzlerine fırlat." (Enfâl, 58) buyurur. Tahmine ve ithama dayanarak adam öldürmeyi, henüz suç işlemeden cezalandırmayı ve bunlar gibi şerefe ve mertliğe sığmayan; acımasızlıktan, alçaklıktan ve vahşetten kaynaklanan birçok davranışı yasaklar.

Tarihte meydana gelen bütün savaşlarda İslâm'ın şerefi, bütün bu davranışların hiçbirini yapmayı kendine yakıştırmamıştır. Oysa uygar ülkeler aydınlanma çağı dedikleri bu çağda bu davranışların en feci biçimlerini, en korkunç türlerini işlemişlerdir. Evet. Bu sözde aydınlanma çağı, kadınları, çocukları, hastaları öldürmeyi; gece baskınları düzenlemeyi; sivillere, masum halk yığınlarına geceleyin silahlarla, bom-balarla saldırmayı, toplu kıyımlar yapmayı mubah saydı.

İkinci Dünya Savaşında Almanlar, Londra'ya füze saldırıları düzenleyerek binaları yıkmadılar mı; kadınları, çocukları, masum sivilleri öldürmediler mi? Almanlar binlerce esiri öldürmedi mi? Yine o savaşın sırasında müttefikler binlerce bombardıman uçağını Almanların çeşitli şehirlerini yıkmak için kullanmadı mı? Amerika, Japonya'nın şehirlerine atom bombası atmadı mı? Füzeler, atom ve hidrojen bombaları gibi modern kitle imha silahlarının icadından sonra eğer üçüncü bir dünya savaşı çıkar da savaşa katılan devletler bu silahlara baş vururlarsa, dünyanın ne yıkımlar, acılar, ıstıraplar yaşayacağını sadece Allah bilir. Yüce Allah, insanlara doğru yolu göstersin, onları sırat-ı müstakime iletsin." (Alıntı burada sona erdi.)

*    *    *

"Yetimlere mallarını verin... çünkü bu, büyük bir günahtır." Bu cümle, yetimlere mallarının verilmesine ilişkin bir emirdir. Bu cümle, "Kötü olanı... değiştirmeyin." ifadesi ile başlayan ve bu emrin arkasından gelen iki cümleye hazırlık niteliğindedir veya söz konusu iki cümle bu cümlenin tefsiri gibidir. Yalnız ayetin sonunda yer alan sebep cümlesinin [çünkü bu, büyük bir günahtır] söz konusu iki cümle ile veya son cümle ile bağlantılı olması, ilk cümlenin son iki cümlede dile getirilen yasağa hazırlık amacı taşıdığını teyit eder. Daha önce söylediğimiz gibi, yetimin malına yönelik zararlı tasarruf yasağının aslı, ilerde ele alınacak miras hükümlerine ve bir sonraki ayette açıklanacak evlenmeye ilişkin hükümlere hazırlık ve geçiş yapmaktır.

"Kötü olanı temiz olanla değiştirmeyin..." Yani size ait olan kalitesiz bir malı yetimlerin kaliteli malı ile değiştirmeyin. Diyelim ki, yetimlerin sizde emanet duran kaliteli bir malları var. Bunu kendinize alıkoyuyorsunuz ve ona denk gelen bir kalitesiz malınızı onlara veriyorsunuz. Bu ifadenin anlamı, "Helâl mal yemeği haram mal yemekle değiştirmeyin" şeklinde de olabilir. Fakat ilk anlam daha belirgindir. Çünkü anlaşıldığına göre her iki cümle, yani "Kötü olanı... değiştirmeyin." ve "Onların mallarını... yemeyin." cümleleri caiz olmayan bir özel tasarruf türünü açıklarken "Yetimlere mallarını verin" ifadesi bu iki cümlenin açıklanmasına hazırlıktır. "Çünkü bu, büyük bir günahtır." cümlesine gelince, ayetin aslında geçen "hûb" kelimesi günah anlamına gelir. Bu kelime, hem mastar anlamında (günah işlemek), hem de ism-i mastar (günah) anlamında kullanılır.

"Yetimler hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, o hâlde (yetim kızlarla değil) gönlünüzün rahat ettiği (başka) kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz." Bilindiği gibi Arapların cahilleri arasında çoğu zaman savaşlar, vuruşmalar, baskınlar, saldırılar olurdu. Bu yüzden onlarda ölüm olaylarına çok sık rastlanırdı. Bunun sonucu olarak daha önce işaret edildiği gibi yetimlerinin sayısı çoktu. Onların ileri gelenleri ve güçlüleri yetim kızları malları ile birlikte alıp onlarla evlenirler ve mallarını kendi mallarına katarak yerlerdi. Onlar hakkında adaleti gözetmezlerdi. Bazen mallarını yedikten sonra onları dışarı atarlardı ve bunlar kimsesiz zavallılar hâline gelirlerdi. Ne geçimlerini sağlayacak malları olurdu, ne de kendileri ile evlenip geçimlerini sağlayacak bir talipleri bulunurdu.

Kur'an-ı Kerim bu çirkin geleneğe, bu koyu zulme şiddetle karşı çıktı, yetimlere zulmetmeyi ve mallarını yemeği ısrarla yasakladı. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Şüphesiz, haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler ancak, karınlarını ateşle doldururlar ve yakın bir zamanda alevlenmiş ateşte yanacaklardır." (Nisâ, 10) "Yetimlere mallarını verin. (Kendi malınızdan) kötü olanı (onların mallarından) temiz olanla değiştirmeyin ve onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin; çünkü bu, büyük bir günahtır." (Nisâ, 2)

Bu ısrarlı yasakların sonucu olarak Müslümanlar büyük bir kaygıya kapıldılar. Şiddetli bir korku duygusu içinde yetimlerin malları konusunda iyi bir imtihan verememe ve onlara haksızlık etme endişesi ile gözetimleri altındaki yetimleri evlerinden çıkardılar. Yanında yetim barındıranlar da onun yiyecek ve içeceklerden payını ayırdılar. Eğer yetimlerin yiyeceklerinden bir şey artarsa, ona yanaşmıyorlardı. Böylece o yemek artıkları kalıyor ve bozuluyordu. Bu yüzden sıkıntıya düştüler. Durumu Peygamberimize (s.a.a) sorarak şikâyetlerini dile getirdiler. Bunun üzerine şu ayet indi: "Sana yetimler hakkında soru sorarlar. De ki: Onların işlerini düzeltmek, (onları kendi hâllerine bırakmaktan) daha hayırlıdır. Eğer onları aranıza katarsanız, artık onlar kardeşlerinizdir. Allah bozgun çıkaranı, ıslah ediciden ayırt eder. Eğer Allah dileseydi, size güçlük çıkarırdı. Hiç şüphesiz Allah güçlü ve üstün olandır, hikmet sahibidir." (Bakara, 220) Böylece yüce Allah onlara yetimleri koruma altına alma, durumlarını düzeltme amacı ile onları gözetimleri altında tutma müsaadesi verdi. Eğer bir arada yaşarlarsa onları kardeşleri gibi kabul etmelerini bildirdi. Bunun üzerine Müslümanların korkuları geçti, kaygıları ortadan kalktı.

Eğer bunları düşündükten sonra, "Eğer yetimler hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, o hâlde... evlenin" ayetine dönersen ve bu ayetin "Yetimlerin mallarını verin..." ayetinin arkasından geldiğini göz önüne alırsan, açıkça görürsün ki, bu ayet bir önceki ayetteki yasaklamayı daha ileri dereceye yükseltme amacı taşıyor. Bu durumda -Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir- ayetin anlamı şöyle olur: Yetimler konusunda Allah'tan korkun, kalitesiz mallarınızı onların kaliteli malları ile değiştirmeyin ve onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Hatta eğer yetim kızlara adil davranamayacağınız korkusuna kapılırsanız ve [bu sebepten dolayı] onlarla nikâhlanıp evlenmek hususunda gönlünüz rahat etmiyorsa, onları bırakın, gönlünüzün rahat edeceği başka kadınlarla ikişer, üçer ve dörder evlenin.

Buna göre şart cümlesi yani "Eğer yetimler hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, o hâlde gönlünüzün rahat ettiği (başka) kadınlardan... evlenin." ifadesi şu anlama geliyor: Eğer adaleti sağlayamamaktan korktuğunuz için yetim kızlarla gönül rahatlığıyla evlenemiyorsanız, onlarla evlenmeyin, başka kadınlarla evlenin. "evlenin" ifadesi, şart cümlesinin gerçek cezası ve cevabı mesabesindedir. [Şart cümlesinin gerçek cevabı, "onlarla evlenmeyin" cümlesidir. "evlenin" ifadesi gerçek cevabın yerinde zikredilmiştir.] "Gönlünüzün rahat ettiği" ifadesi evlenilecek kadınların niteliğini, yani "başka kadınlar" ifadesini kullanmayı gereksiz kılıyor.

Ayetin orijinalinde "ma tabe lekum" denip de "men tabe lekum" denmemiş olması, "ikişer, üçer, dörder" ifadesi ile açıklanan kadın sayısına yönelik bir işarettir. "Eğer adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız" ifadesinin "yetimlerle evlenmek hususunda gönlünüz rahat etmezse" yerinde kullanılması, sebebin musebbeb yerine konulmasının bir örneğidir. [Yani gönlünüzün rahat etmemesinin sebebi, onlar hakkında adil davranmamaktan korkmanızdır. Ayette sebebin gerektirdiği durum yerine sebebin kendisi zikredilmiştir.] Bu arada cevap cümlesinde yer alan "gönlünüzün rahat ettiği" ifadesi ile asıl müsebbebe de işaret edilmiş oluyor. Bunu iyice düşünüp kavramak gerekir.

Uzun tefsirlerde bu ayetin anlamı ile ilgili farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu farklı görüşler çoktur. Bunlardan biri şudur: Her bir Arap erkeği dört, beş ve daha çok sayıda kadın ile evlenirdi ve "falancanın yaptığı evlilik kadar evlilik yapmama ne engel var?" derdi. Adamın malı bitince gözetimi altında bulunan yetimin malına yönelirdi. Yüce Allah haksız yere yetimin malını alma durumuna düşmemeleri için, onlara dört kadından fazlası ile evlenmeyi yasakladı.

Bu görüşlerden biri de şudur: Arap erkekleri yetimler hakkında titiz davranıyorlar, fakat aynı titizliği diğer kadınlarla ilgili olarak göstermeyerek çok sayıda kadınla evleniyorlar ve aralarında adil davranmıyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah onlara şöyle buyurdu: Yetimler hakkında nasıl kaygılanıyorsanız, kadınlar hakkında da korkun ve bir ile dört arası sayıda kadınla evlenmekle yetinin.

Bu ayet hakkındaki açıklamalardan biri de şudur: Arap erkekleri yetim kızların gözetimini üstlenerek mallarını yemekten çekiniyorlardı. Yüce Allah da onlara buyurdu ki: Bundan çekindiğiniz gibi zinadan da kaçının ve gönlünüzün rahat ettiği kadınlardan evlenin.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Eğer evinizde büyüttüğünüz yetim kızlara karşı adil davranamayacağınızdan korkuyorsanız akrabalarınız olan yetim kızların size nikâhı düşenlerinden ikişer, üçer ve dörder evlenin.

Bir başka açıklama ise şöyledir: Eğer yemekte yetimlerle birlikte olmaktan [onların sorumluluğunu üstlenmekten] çekiniyorsanız, birden çok kadınla evlenip aralarında adaleti sağlayamamaktan da çekinin de haksızlık etmeyeceğiniz sayıdaki kadınla evlenin.

Bunlar tefsirciler tarafından yapılan çeşitli açıklamalardır. Fakat görüldüğü gibi, bu açıklamalar, ayetin ifadesiyle gerektiği şekilde bağdaşmıyor. Dolayısıyla doğru olan açıklama, bizim sunduğumuz açıklamadır.

"...ikişer, üçer ve dörder..." Ayetin orijinalinde geçen "mesna ve sulase ve rubae" ifadesindeki "mef'el ve fual" kalıbındaki sayı bildiren kelimeler, tekrar anlamını içerir. Buna göre "mesna, sulase, rubae" kelimeleri, ikişer [iki iki], üçer [üç üç], dörder [dört dört] anlamına gelir. Buradaki hitap insan fertlerine yöneltilmiştir ve bu kelimeler arasında ayrıntıyı bildiren "vav" harfi kullanılmıştır ki bu, serbest bırakılmaya delâlet eder. Buna göre ifadenin anlamı, her mümin erkeğin iki, üç, dört kadın ile evlenebileceği şeklindedir. Böylece eşler bütün erkeklere göre ikişer, üçer ve dörder olarak ifade edilirler.

Gerek işaret ettiğimiz açıklamadan, gerekse ayetin devamında yer alan "Aralarında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, yalnız biriyle evlenin veya sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin." ifadesinin oluşturduğu ipucundan ve bu surede yer alan "muhsenat (evli kadınlar)" ile ilgili yirmi dördüncü ayetten çıkan sonuç şudur: Bu ayetten "bir nikâhla Meselâ iki ya da üç kadınla evlenilebilir" anlamı kastedilmemiştir. Yine buradaki maksat, "iki kadınla birden evlenmek ve arkasından yine iki kadınla daha aynı anda evlenebilmek" de değildir. Üç ve dört evlilik için de aynı hüküm geçerlidir. Ayetin kastetmediği bir başka ihtimal de, Meselâ bir kadınla birden çok erkeğin ortaklaşa evlenebilmesidir. Bunlar bu ayetle bağdaşmayan ihtimallerdir.

Ayrıca, İslâm'ın kesin hükmü şudur: Bir erkek dörtten fazla eşi nikâhı altında tutamayacağı gibi birden çok koca da bir kadınla ortaklaşa evlilik yapamaz.

Bu söylediklerimizle söz konusu sayı isimleri arasındaki "vav" harfinin toplama, bir araya getirme anlamına gelmesi ve böylece bu ifadenin ikinin, üçün ve dördün toplamı olan dokuz kadını bir araya getirmeyi caiz sayıyor şeklinde yorumlanması ihtimali de ortadan kalkıyor. Mecmaul Beyan adlı tefsirde bu konuda şöyle deniyor: Bu anlamda bir toplama kesinlikle muhtemel değildir. Çünkü "cemaat ikişer, üçer, dörder kişi hâlinde beldeye girdi" diyen kimsenin sözü, bu sayıların toplanmasını ve böylece beldeye girenlerin dokuzar kişi olmalarını gerektirmez. Ayrıca böyle bir sayı kastedilmiş olsa, onun için konmuş ayrı bir kelime, yani dokuz kelimesi var. Bunu bir yana bırakarak "ikişer, üçer, dörder" ifadesinin kullanılması bir tür ifade beceriksizliğidir ki yüce Allah'ın sözü böyle bir ayıptan münezzehtir.

Back Index Next