Kur’an Ve Hadisler Işığında Kalp

Abdullah TURAN

"Kalp" kelimesi, Kur'ân-ı Kerim ve hadislerde sıkça vurgulanan ve İslamî literatürde çok özel bir yer kazanan terimlerden biridir. Peki Kur'an ve hadislerde özellikle üzerinde durularak kalp terimiyle ifade edilen şeyden ne kastedilmektedir? Acaba vücudun sol tarafında yer alan ve devamlı atışıyla kanı insan vücudundaki organlara pompalayarak hayvanî hayatın devamlılığını sağlayan bildiğimiz bu bir yumruk büyüklüğündeki kaslardan oluşan et parçasından mı söz edilmektedir? İslami literatürden azıcık haberdar olan bir kimse, Kur'an ve hadislerde sözü edilen kalpten bu et parçacığının kastedilmediğini açıkça bilmektedir. Çünkü bilinen et parçasının görev ve fonksiyonu fiziki bir eylem iken, Kur'ân-ı Kerim ve hadislerin, söz konusu ettikleri kalbe tamamıyla manevi bir misyon ve fonksiyon yüklediklerini görmekteyiz.

Bu hususta Kur’an-ı Kerim’den birkaç örnek vermek istersek, şu mevzulara işaret edebiliriz:

1- Akıl erdirme ve zihnen kavrama: "Hiç yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki; onların kendisiyle akledecekleri kalpleri olsun..." [1]

2- Akıl erdirememe ve kavrayamama: "Kalpleri vardır, onunla kavrayıp anlayamazlar; gözleri vardır, onunla göremezler, kulakları vardır onunla işitemezler." [2] Ayrıca: "…Onların kalpleri mühürlenmiştir. Bundan dolayı kavrayıp anlayamazlar." [3]

3- İman: "…Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) onların kalplerine imanı yazmış ve onları katından bir ruh ile desteklemiştir..." [4]

4- Kâfirlik ve imansızlık: "Ahirete inanmayanlar var ya, onların kalpleri inkârcıdır ve kendileri de böbürlenen kimselerdir." [5] Başka bir ayette: "Onlar (kâfirler), Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Gafil olanlar da onların ta kendileridir.” [6]

5- Nifak: "Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir surenin aleyhlerine inmesinden çekiniyorlar." [7]

6- Hidayete kavuşmak: "Kim Allah'a iman ederse, onun kalbini hidayete yöneltir. Allah her şeyi bilir." [8] Başka bir ayette: "Hiç şüphesiz bunda (geçmişleri helak etmekte) kalbi olan veya bir şahid olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt (zikir) vardır." [9]

7- Gaflet: "…Kalbini bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz ve istek ve duygularına (hevasına) uymuş olana itaat etme." [10]

8- Emniyet ve Huzur: "Bilesiniz ki; kalpler yalnız Allah'ı anmakla huzur bulur." [11] Bir başka ayette: "Müminlerin kalplerine; imanlarına iman katıp arttırsınlar diye, güven duygusu ve huzur indiren O'dur." [12]

9- Izdırap ve kuşku: "Senden, yalnızca Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya kapılıp da kuşkularında kararsızlığa düşenler izin ister." [13]

10- Şefkat ve merhamet: "Ve onu izleyenlerin kalplerinde bir şefkat ve merhamet kıldık..." [14] "O, seni yardımıyla ve müminlerle destekledi ve onların kalplerini uzlaştırdı." [15]

11- Kabalık ve katı yüreklilik: "Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar çevrenden dağılır giderlerdi." [16]

Bu zikrettiğimiz örneklerde de görüldüğü üzere, kalp Kur'ân'da çok seçkin bir yere oturtulmuş ve nefsanî işlerin birçoğu ona nispet edilmiştir. Mesela; iman, küfür, nifak, akıletme, kavrama, kavrayamama, takva, hakkı kabul etme, hakkı kabul etmeme, hidayet, dalalet, hata, kasıtlı olma, taharet ve temizlik, pislik ve kirlilik, yumuşaklık, kabalık, ülfet, zikir, gaflet, korku, öfke, tereddüt, kuşku, şüphe, merhamet, katı kalplilik, hasret, huzur, kibir, kıskançlık, isyan ve sarsılma gibi manevi boyutu olan eylem ve özellikler, kalbin eylem ve özellikleri olarak sıralanmıştır.

Biyolojide söz konusu edilen "kalp", elbetteki bu eserlerin kaynağı değildir ve olamaz da; bu eserler, nefsin ve ruhun ortaya koyduğu eserlerdir.

Buna dayanarak, kalp insanın insanlığın bağlı olduğu melekûtî yani metafizik bir cevherdir denebilir.

Kalbin makamı Kur'ân'da öyle yücedir ki, "vahiy", yani insanın Allah ile bağlantı ve irtibatı söz konusu olduğu zaman kalp, bu bağlantının merkezi olarak tanıtılmaktadır. Allah Teâla, Hz. Resul-i Ekrem'e (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Onu, Ruh'ul Emin senin kalbine indirdi ki, uyarıcılardan olasın." [17]

Başka bir yerde de şöyle buyuruyor: "De ki, kim Cibril'e düşman ise, (bilsin ki,) gerçekten Kitab’ı Allah'ın izniyle senin kalbine, kendinden öncekileri (önce indirilen kitapları) doğrulayıcı, bir hidayet rehberi ve müjdeci olarak indiren O'dur." [18]

Kalbin makamı öyle yücedir ki, insan o makamda vahiy meleğini görebilir, sözlerini işitebilir.

Allah Teala şöyle buyuryor: "Böylece, O'nun kuluna vahyettiğini vahyetti, gördüğünü gönül yalanlamadı." [19]

KALBİN SAĞLIK VE HASTALIĞI

Hayatımız, ruha; başka bir tabirle de kalbe bağlıdır; vücudu idare eden odur; bütün uzuvlar ve organlar onun emri altındadır, bütün davranışlarımız, fiil ve aksülamellerimiz ondan kaynaklanır. Bu açıdan, insanın saadet ve bedbahtlığı insanın kendi ruhuna, kalbine bağlıdır denebilir.

Sonra nasıl ki, insanın fizyolojik bedeni bazen sıhhatli, bazen de hasta olursa; Kur'ân-ı Kerim ve hadisler; kalbin yani ruhun da bazen sağlıklı, bazen de hasta olduğunu vurguluyorlar. Allah Teala şöyle buyuruyor: "O gün, ne mal fayda verir ne de evlat; ancak Allah'a selim (sağlıklı) bir kalple gelenler başka." [20]

Ve yine şöyle buyuruyor: "Hiç şüphesiz bunda, kalbi olan veya hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt (zikir) vardır." [21]

Başka bir yerde de buyuruyor ki: "Cennet çekinenlere yaklaştırılmış, onlardan uzakta değildir. İşte; "size, mâbûduna tövbe eden, emri iyiden-iyiye koruyan, görmediği halde Rahman’dan korkan ve O’na yönelmiş bir yürekle gelen kimselere vaad edilen budur" denir." [22]

Gördüğünüz gibi bu ayetlerde sağlık, kalbe de nispet verilmiş ve insanın uhrevi saadetinin, selim ve Allah'tan korkan bir kalple O'na dönmesine bağlı olduğu vurgulanmıştır. Diğer taraftan, Kur'an-ı Kerim'in bazı kalpleri de hasta olarak tanıttığına şahit oluyoruz; örneğin:

"Kalplerinde hastalık vardır; Allah da hastalıklarını artırmıştır” [23] diyor.

Ve yine şöyle buyuruyor: "Kalplerinde hastalık olanlara gelince iğrençliklerine iğrençlik (murdarlık) ekleyip, arttırır ve artık onlar kafir olarak ölürler.” [24]

Diğer bir yerde ise buyuruyor ki: "Hani; münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: Allah ve Resulü bize aldanıştan başka bir şey vaad etmedi, diyorlardı." [25]

Ve yine şöyle buyuruyor: "Kalplerinde hastalık bulunanların; "başımıza bir felaketin gelmesinden korkuyoruz" diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün…." [26]

Bu ayetlerde küfür, nifak ve kâfirlerle dost ve arkadaş olmak kalbin hastalığı olarak tanıtılmıştır. İnsanın fiziksel bedeni gibi, kalp ve ruhunun da sağlık ve hastalığının olduğunu bildiren bu gibi ayetler ve Resulullah'tan (s.a.a) ve Masum İmamlar’dan (a.s) nakledilen yüzlerce hadisi, 'bunlardan mecazi anlam kastedilmiştir' şeklinde nitelendirmek doğru değildir. Zaten bu ayet ve hadisler bu ihtimale mahal da bırakmıyor. Velhasıl kalplerin ve nefislerin yaratıcısı olan Allah Teala, insanı ve kalbini doğru tanıyan kutlu Peygamberimiz (s.a.a) ve Masum İmamlarımız (a.s) bazı kalplerin hasta olduğunu haber vermekteler. O halde kalbin hasta ve sağlıklı oluşu niçin bir hakikat olmasın?! İnsanı gerçek anlamda tanıyanlar; nifak, hakkı kabul etmemek, kibir, kin beslemek, öfke, ayıp aramak, başkalarını çekiştirmek, ihanet, bencillik, korku, başkalarının kötülüğünü istemek, iftira, ağzı bozukluk, gıybet, kabalık, zulmetmek, ara bozuculuk, cimrilik, hırs, kusur arama, yalan konuşma, makamperestlik, gösteriş, iki yüzlülük, hile, suizan, katı kalplilik gibi çirkin sıfatları, kalp ve ruhun hastalıkları olarak zikretmişlerdir. Böyle bir kalbe sahip olarak ölenler, Allah Teala'nın katına sağlıklı bir kalple gitmediklerinden; " O gün, ne mal fayda verir ne de evlat; ancak Allah'a selim (sağlıklı) bir kalple gelenler başka." [27] ayetinin kapsamı dışında kalırlar.

Kalp ve nefsin hastalıkları küçük ve ehemmiyetsiz sayılamaz; çünkü bu hastalıklar vücut ve cismin hastalıklarından kat kat daha tehlikelidir; tedavisi daha da zordur. Cismi hastalıklarda; vücudun dengesi bozulur, ağrı, rahatsızlık duyulur ve en fazlası cismi bir organ bozularak kendi görevini yapamaz hale gelir; yada zararlı bir konum arz eder. Ancak her halükarda bu hastalıklar, sınırlı olup sadece ölünceye dek devam edebilir. Ama kalp ve nefis hastalıkları, uhrevi bedbahtlık, işkence ve azaplara sebep olur, bu azap ve acılar ise kalbin derinliklerine inerek ruhu yakar, kül eder. Bu dünyada Allah'tan gafil olan, ilahi ayet ve nişaneleri göremeyen, bir ömür dalalet, küfür ve günah içinde çırpınıp duran bir kalp, gerçekte kör ve karanlıktır. Kıyamette de bu kör ve ışıksız haliyle mahşere çıkarılır; sonunda da acı ve zor bir hayat dışında bir şey göremez. Allah Teala şöyle buyuruyor: "Der ki: Yâ Rabbi! Beni neden kör haşrettin, halbuki ben görüyordum.” Allah da der ki: “Sana delillerim geldi de unutuverdin onları, işte sen de tıpkı öyle bir unutulmadasın bugün." [28]

 Ve yine şöyle buyuruyor: "Onunla akledecekleri bir akıl, işitecekleri bir kulak elde etmek için hiç mi yeryüzünde gezip dolaşmazlar? Gerçekten de gözler kör olmaz, ama gönüllerdeki can gözleri körleşir." [29]

Başka bir yerde de buyuruyor ki: "Biz gece ve gündüzü, birer delil olarak yarattık. Rabbinizin lütfünü aramanız, yılların sayısını bilmeniz, hesâbını anlamanız için, gecenin karanlığını silip yerine başka bir delil olan ve her şeyi gösterip belirten gündüzü getirdik. İştebiz, her şeyi apaçık anlatmadayız." [30]

Ve yine şöyle buyuruyor: "Allah, kimi doğru yola sevkederse, odur doğru yolu bulan; kimi de saptırırsa, artık onlara O'ndan başka bir yardımcı bulamazsın ve biz onları, kıyamet günü, yüzükoyun olarak kör ve dilsiz haşrederiz, yurtları da cehennemdir; orasının ateşi yavaşladıkça alevini fazlalaştırır, yakar-yandırırız." [31]

Bazıları bu ayete şaşırarak şöyle diyebilirler: "Ne demek yani; kıyamette insanın batını gözü nasıl kör olacak? Bizim bu zahiri göz ve kulaktan başka da bir göz ve kulağımız mı var?!” Bu soruların cevabı; "Evet"tir. İnsanların yaratıcısı ve insanı tanıyan ilahi kimseler (peygamberler ve imamlar) insanın kalbinin ve ruhunun da göz, kulak ve dili olduğunu bildirmişlerdir. Ancak onun gözü, kulağı ve dili kendi türündendir. İnsanın nefsi, sırlarla dolu bir varlık olup kendi zatının batınında (içinde) özel bir hayatı vardır. Nefsin, kendisinin özel bir âlemi vardır. O âlemde hem nur vardır, hem de zulmet; hem sefa ve aydınlık vardır, hem de kırgınlık ve bulanıklık; hem görme ve işitme vardır, hem körlük ve sağırlık. Ancak, o âlemin nur ve zulmeti dünya alemindeki nur ve zulmet türünden değildir. Allah'a, kıyamet gününe, nübüvvete ve Kur'ân’a iman, nefis âleminin nurudur. Bunları inkar ise, nefisin zulmetidir. Allah Teala şöyle buyuruyor:

"…Ona (Hz. Muhammed'e) inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır." [32]

Yine şöyle buyuruyor: "…Gerçekten size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir." [33]

Başka bir yerde de şöyle buyuruyor: "Allah kimin göğsünü İslam'a açmışsa, artık o, Rabbinden olan bir nur üzerinde değil midir? Fakat Allah'ın zikrinden (yana) kalpleri katılaşanların vay hallerine. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler." [34]

Allah Teala, bize İslam'ın, Kur'an'ın, imanın, İslam ahkâmı ve kanunlarının baştan başa nur olduğunu ve onları izlemenin kalbi aydınlatacağını bildirmektedir. Gerçekten de insan bunlarla bu dünyada kalbi aydınlatırsa, ahiret yurdunda da bunun sonucunu (mükâfatını) görür. Yine Allah Teala bize, küfrün, nifakın, günahın, hakka isyan etmenin zulmet ve karanlık olduğunu, bunların kalbi siyahlaştırıp bulandırdığını ve bu hatalara bulaşan insanın, bunların acı sonuç ve cezasını ahiret yurdunda göreceğini bildirmiştir. Aslında Peygamberler, halkı küfrün zulmetlerinden çıkarıp iman nuru ortamına sokmak için gönderilmişlerdir. Nitekim Allah Teâla buyuruyor ki:

"Bu, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura çıkarmak için sana indirdiğimiz bir kitaptır." [35]

Müminler bu dünyada iman, nefsi temizleme ve tezkiye etme, ahlakî değerler, Allah'ın zikri ve iyi amellerin nuruyla kalp ve nefislerini nurlandırırlar. Batınî göz ve kulaklarıyla hakikatleri görür, işitir ve kemal derecelerinde Allah'a yakınlığa doğru hareket ederler. Böyle nefisler, bu dünyadan göçtükleri zaman nur, mutluluk, neşe ve güzellik alıverirler ve ahiret âleminde de bu dünyada hazırladıkları nurdan faydalanırlar. Allah Teala şöyle buyuruyor:

"O gün, mümin erkeklerle mümin kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında aydınlatıp giderken görürsün. (Onlara): "Bugün müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar olarak altından ırmaklar akan cennetlerdir. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur."(denir). [36]

Evet, ahiret yurdunun nuru, bu âlemde hazırlanmalıdır; bu yüzden kâfirler ve münafıklar ahiret âleminde nursuz kalırlar; Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:

"O gün, münafık erkeklerle münafık kadınlar, müminlere derler ki: "(Ne olur) Bir göz atın, sizin nurunuzdan birazcık alıp-yararlanalım." Onlara "arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayıp bulmaya çalışın", denilir…" [37]

HADİSLERDE KALP

Gerçek anlamda insanı tanıyanlar (peygamberler ve imamlar) insanların kalpleri hakkında çok ilginç, çok derin nüktelere işaret etmişlerdir. Burada onlardan bir kısmını belirtmeyi yararlı görüyoruz.

Bazı hadislerde kalpler üç kısma ayrılmıştır. Örneğin İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyuruyor:

"Kalp üç kısma ayrılır. Birinci kısım hayırlı hiçbir şeyi idrak etmeyen ters kalptir; bu kalp kâfir kimsenin kalbidir. İkinci kısım kendisinde siyah bir nokta olan kalptir; böyle bir kalpte hayır ve şer sürekli savaş ve çekişme halindedir. Onlardan hangisi daha güçlü olursa kalbe o galip gelir. Üçüncü kısım açık kalptir; bu kalpte hiçbir zaman sönmeyecek bir ışık ve nur vardır. Bu ise mümin kimsenin kalbidir.” [38]

İmam Sadık (a.s) ise babalarından şöyle nakletmişlerdir: "Kalp için hiçbir şey günahtan daha kötü değildir. Kalp günahla karşılaşır ve onunla savaşır, nihayet günah kalbe üstün gelir ve onu terse çevirir.” [39]

İmam Seccad (Zeyn-ul Abidin) (a.s) ise bir hadiste şöyle buyuruyor: "İnsanın dört gözü vardır. İki (zahirî) gözüyle din ve dünyasıyla ilgili şeyleri görür ve iki (batınî) gözüyle de ahiretle ilgili şeyleri görür. Allah Teala kulunun hayrını istediği zaman gayb âlemini ve ahiretle ilgili olan şeyleri görmesi için kalbinin iki gözünü açar ve eğer kulunun hayrını istemezse onun kalbini kendi haline bırakır." [40]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyorlar: "Kalbin iki kulağı vardır; iman ruhu, fısıldayarak onu iyi işlere davet eder; şeytan ise fısıldayarak onu kötü işlere çağırır. Onlardan hangisi diğerine galip gelirse kalbe o egemen olur." [41]

İmam Sadık (a.s) Resul-i Ekrem'den (s.a.a) şöyle naklediyor: "Körlüklerin en kötüsü kalbin kör olmasıdır." [42]

İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurmuşlardır: "İnsanın kalbinde beyaz ve açık bir nokta vardır. Eğer günah işlerse onda siyah bir nokta oluşur; daha sonra tövbe ederse, siyah nokta giderilir; ancak hala günah işlemeye devam edecek olursa siyah noktalar tedricen fazlalaşır ve nihayet beyaz noktaların tamamını örter. Bu durumda böyle bir kalbin sahibi asla iyiliğe dönmez ve: "Hayır onların kazandıkları, kalplerini paslatmıştır."[43] ayetin kapsamına girer." [44]

Hz. Ali'den (a.s) şöyle naklediliyor: "Kimin takvası az olur da haramdan iyice kaçınmazsa kalbi ölüverir; kalbi ölen kimse ise cehenneme girer." [45]

Hz. Ali (a.s) oğluna şöyle vasiyet etmiştir: "Oğulcağızım! Fakirlik belalardan biridir. Ondan daha kötüsü, vücudun hasta olmasıdır; kalbin hasta olması ise vücudun hasta olmasından daha kötüdür. Rızkın ve malın bolluğu, Allah'ın nimetlerinden biridir. Ondan daha üstünü, vücudun sağlıklı oluşudur ve ondan da üstünü kalbin takvalı olmasıdır.” [46]

Hz. Resul-i Ekrem'den (s.a.a) şöyle naklediliyor: "Hz. Davud (a.s) Allah Teala'ya: “Allah'ım, bütün padişahların hazinesi vardır, öyleyse senin hazinen nerededir?” diye arz edince, Allah Teala Hz. Davud'a cevaben şöyle buyurdu: Benim Arş’tan daha büyük, Kürsü’den daha geniş, Cennet’ten daha güzel kokulu ve meleklerden daha güzel görüntülü bir hazinem vardır. O hazinenin arzı (yeri) marifettir, seması imandır, güneşi şevktir, ayı muhabbettir, yıldızları ilhamlar ve Allah'ın teveccühleridir; bulutları akıl, yağmuru rahmet, meyve ve tomurcukları itaat, meyvesi ise hikmettir. Benim hazinemin dört kapısı vardır: Birincisi ilim, ikincisi akıl, üçüncüsü sabır, dördüncüsü razılıktır. Bilin ki, benim hazinem (mümin kullarımın) kalbidir." [47]

İlâhi kalp tanıyıcıları (peygamberler ve imamlar) bu hadislerde kalp hakkında çok güzel noktalara değinmişlerdir Biz burada onların bazısına işaret etmekle yetineceğiz. Yukarıda da gördüğümüz üzere bazı hadisler, kalpleri üç kısma ayırmışlardır:

1- Kâfirin Kalbi: Kâfirin kalbini şöyle tanımlarken buyurmuşlardır ki; o terstir, onda hayırdan hiçbir şey kalmamıştır; böyle bir kalp, kendinin asıl fıtratından sapmış olduğundan yukarı âleme asla bakmaz, sadece dünyaya teveccüh eder. Dolayısıyla da Allah'ı ve ahiret âlemini kavrayamaz, anlayamaz. Tamamıyla hayırdan boşaldığı için onun hakkında hayır, iyilik ve salah düşünülemez. Sonra, bir eylem ancak Allah'a doğru ve O'nun rızasını kazanmak amacıyla yapılırsa, kemal derecelerinde yer alır. Kâfir ise, Allah'ı kavramamak için kalbini tersine çevirmiştir; dünyadan başka bir hedefi de yoktur. O, Allah'a yakınlaşmayı değil, dünyaya kavuşmayı ister. Böyle bir kalbin aslında hakkı görebilecek gözü vardıysa da, artık bu gözünü kör etmiş ve hakikatlerin en barizini, yani âlemin yaratıcısını göremez, anlayamaz duruma gelmiştir. Dolayısıyla bu dünyada kör ve imansız olduğu gibi, ahiret yurdunda da kör olarak haşredilecektir. Dünya yaşamında sırf dünya işlerine gönül verdiği için de ahiret âleminde de sadece bu tutkusu olacaktır. Ancak, ahirette artık dünyayı bulamayacak ve aradığını elde edememenin ateşinde yanacaktır. Böyle bir kalpte iman nuru parlamaz; tam aksine bu kalp tamamıyla kararmış olur ve Kur'an'ı Kerim'in tabiriyle zulmet üzere zulmetten başka bir şey bulamaz. Allah Teala buyuruyor ki; "Yahut (kafirlerin duygu, düşünce ve eylemleri) engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir ki, dalga üzerine dalga kaplar; üstünde de kara bulutlar bulunur; karanlık üstüne karanlık; elini çıkarıp uzatsa neredeyse onu dahi göremez. Bir kimseye Allah nur vermemişse, artık o kimsenin aydınlıktan nasibi yoktur." [48]

2- Müminin Kalbi: Kâfirin kalbi karşısında müminin kalbi kâmildir; salihtir; kapısı yüce âleme ve gayb âlemine doğru açıktır. Onda iman meşalesi yanmakta olup asla sönmez. Kalbinin her iki gözü de görür; gayb âlemini ve ahiretle ilgili şeyleri işte o iki gözüyle görür. Böyle bir kalp sürekli kemale, cemale, mutlak hayra, yani Allah Teala'ya teveccüh eder ve ona yakınlaşmayı diler. O, sadece Allah'ı ister. Ahlakî değerler ve iyi amelle O'na doğru hareket eder, O'nu arar. Böyle bir kalp Arş’tan ve Kürsü’den daha geniştir, Cennet’ten daha güzeldir; Allah'ın sır hazinesidir; ilahi nurların parlayış yeridir. Böyle bir kalbin yeri, Allah'ı tanımaktır; seması, imandır; güneşi, likaullah şevkidir; ayı, Allah sevgisidir; meyveleri ise ibadet ve itaattir. Onda akıl hakimiyet kurmuştur; dolayısıyla Allah'ın rahmet yağmuru kalbe yağmaktadır. Böyle bir kalpte Allah'tan ve Allah'ın yakın meleklerinden başka hiç kimsenin ve hiç bir şeyin yeri yoktur. O; nur, neşe, şevk, mutluluk ve sefa ile doludur ve ahiret âleminde de mahşere bu haliyle çıkarılacaktır.

3- Daima Değil, Kimi Zaman Günah İşleyen Müminin Kalbi: Böyle birinin kalbi kararmadığı gibi, mühürlenmiş de değildir. Aksine kendi ölçüsünde iman nuru vesilesiyle aydınlanmış olup kemali ve ilahi feyzi almak için açılmıştır. Ancak günah sebebiyle de onda siyah bir nokta oluşmuştur. Dolayısıyla bu vesileyle şeytan onda yer etmiştir. Batınî gözü kör olmamıştır, ancak günah neticesinde hasta olmuş ve körlük tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Böyle bir kalbin kapısı hem meleklerin yüzüne açıktır, hem de şeytanların... Melek iman geçidinden girer ve onu hayra davet eder. Şeytan ise siyah geçitten nüfuz eder ve onu kötülüğe sevk eder. Böyle bir kalpte melek ve şeytan sürekli savaş ve kavga halindedirler. Melek, iyi amelle kalbin bütününü kendisi hakim olup şeytanı dışarı çıkarmak ister. Şeytan da günah işleyerek kalbi siyah ve daha siyah etmek, meleği ondan dışarı kovmak ve kalbin bütününe musallat olarak iman geçidini tamamen kapamaya çalışır. Bu ikisinden biri büyük bir üstünlükle diğerine galip gelinceye kadar devamlı savaşır ve çekişirler. İnsanın batınî ve uhrevî hayatı buna bağlıdır. Bundan dolayıdır ki, nefisle cihat, gereklilik kazanmaktadır. İleride bu konudan bahsedeceğiz İnşaallah.

KALBİN KATILAŞMASI

İnsanın kalbi ilk başta sefa, nuraniyet, şefkat ve has rahmete sahiptir. Kendi türünden olan diğer insanların ve hatta hayvanların dahi ıstırap duymasından, acı çekmesinden rahatsız olur. Kendi türünden olan diğer insanların da mutlu ve rahat yaşamalarını ister; diğerlerine bağışta bulunmaktan zevk alır. Kendi pâk fıtratıyla Allah'a teveccüh eder; ibadet ve duadan, Allah'a dert döküp içini açmaktan ve hayır işler yapmaktan hoşlanır; günah işlemekten ise çabucak müteessir ve pişman olur.

Eğer fıtratın davetini kabul eder de ona uygun bir şekilde davranmaya devam ederse, günden güne daha sefalı, daha nurlu, daha şefkatli ve daha merhametli olur. İbadet ve dua vasıtasıyla günden güne ibatete, duaya ve Allah ile ünsiyet kurmaya daha fazla alaka duyar. Ancak eğer kendinin içten gelen duygularını görmezlikten gelir ve onların aksine hareket ederse, bu duygular tedricen eksilmeye başlar; yavaş yavaş da tamamen sönüp mahvolabilir. Eğer diğerlerinin karşılaştığı acı manzaraları ve onların başlarına gelen vakıaları görür de bir tepki göstermezse, tedricen bu hadiselere alışıverir ve onları görmekten zerrece etkilenmez; aksine diğerlerinin fakirliğinden, açlığından, zaafa uğratılmasından ve hatta onların hapsedilip işkence görmesinden ve öldürülmesinden zevk alıp sevinecek kadar alçalabilir.

İnsan, ilk başta günah işlemekten rahatsız olur; pişmanlık duyar. Ancak eğer bir kere günah işleyecek olursa ikinci defası için daha hazırlıklı olur ve ikinci günahtan sonra da üçüncü günah için... Günah işlemeye devam edecek olursa, günah işlemekten pişmanlık duymak bir yana dursun, bilakis onu bir zafer bilip sevinecek bir hadde ulaşır. Böyle kimselerin kalbi siyahlaşmış, değişmiş ve Kur'an-ı Kerim ve hadislerin deyimiyle katılaşmıştır. Şeytan onu işgal etmiş, Allah'ın yakın meleklerini de dışarı atmıştır. Böyle bir kimsenin yüzüne artık kurtuluş kapıları kapanmış, tövbe edip dönmesine de bir ümit kalmamıştır.

Allah Teâla şöyle buyuruyor: "Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama kalpleri iyice katılaştı ve şeytan da onlara yapmakta olduklarını çekici (süslü) gösterdi." [49]

Başka bir yerde de şöyle buyuruyor: "…Fakat Allah'ın zikrinden (yana) kalpleri katılaşmış olanların vay hallerine! İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler." [50]

İmam Bâkır (a.s) şöyle buyuruyor: "Her müminin kalbinde beyaz bir nokta vardır. Eğer günah işler ve o günahı ikinci kez tekrarlayacak olursa, onda siyah bir nokta oluşur. Günah işlemeye öylece devam edecek olursa, o siyah nokta tedricen büyür ve kalbin beyazlığını tamamen örter. Bu durumda böyle bir kalbin sahibi asla Allah'a doğru yönelmez. Allah-u Teala'nın: "Asla, hayır! Onların kazandıkları kalplerini paslatmıştır" buyruğundan maksadı da budur." [51]

Hz. Ali'den (a.s) şöyle naklediliyor: "İnsanın gözünün yaşının kurumasının tek sebebi kalbinin katılaşmasıdır. Ve kalbinin katılaşmasının tek sebebi ise fazla günah işlemesidir." [52]

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuşlardır: "Dört şey insanın bedbahtlığının nişanelerindendir: Göz yaşının kuruması, kalbinin katılaşması, rızkını kazanmak için fazla hırslı olması ve günah işlemeye ısrar ve devam etmesi." [53]

Dolayısıyla Masum İmamlar (a.s), dualarında kalbin katılaşmasından Allah'a sığınıyorlar:

İmam Seccad (Zeyn-ul Abidin) şöyle yakarıyor: "Allahım! Katılaşmış kalbi sana şikâyet ediyorum; vesveseler vasıtasıyla devamlı değişmekte olan, günah ve çirkin huy giyinen kalpten ve senin korkundan kuruyan (ağlamayan) ve kendisini sevindiren şeye tamah eden gözü sana şikayet ediyorum." [54]

Binaenaleyh, kalbinin sağlığına, kendi saadetine ilgi duyan bir kimse, küçük bile olsa günah işlemekten ciddi bir şekilde kaçınmalı ve kendini tedricen iyi işlere alıştırmalıdır; yine içindeki nur ve sefanın öylece devam edip mükemmelleşmesi, kalbinin Allah'ın meleklerinin yeri olması için, kendi nefsini, devamlı ibadet, dua, Allah’la münacat etme, şefkatli ve merhametli olma, diğerlerine ihsan ve yardım etme, mahrumları ve mazlumları savunma, iyilik severlik, hayır işlerde yardımlaşma, adalet severlik ve adaleti yayma gibi iyi işlere zorlamalıdır.

KALP DOKTORLARI

Daha önce kalplerin de fiziki beden gibi sağlık ve hastalığı olduğunu ve insanın uhrevi saadetinin sağlıklı bir kalple ölmesine bağlı olduğunu gördük. Şimdi bilmemiz gereken şey ise, kalbin sağlık ve hastalığından haberdar olmak, onun hasta olduğunu anlayabilmek için hastalık belirtilerini tanıyarak, hastalığın önünü almak; ayrıca nefsanî sağlığa sahip olmak için çaba harcamak amacıyla bu hastalıkların sebeplerini tanımak ve “acaba bu konuda bağımsız olabilir miyiz, yoksa peygamberlere mi ihtiyacımız var?" sorusunun cevabını verebilmektir.

Nefsin özel yaratılışı ve bu melekûtî varlıkta var olan esrar ve rumuzlar hakkında yeteri kadar bilgimiz olmadığından hiç şüphe yoktur. Esasen kendimizin nefsanî ve batınî hayatımız hususunda pek bilgi sahibi değiliz. Nefsin hastalanmasına sebep olan etkenleri iyice tanımıyor, hastalığın belirtilerini de iyi teşhis edemiyoruz. Nefis hastalıklarının çeşitleri ve muhtelif türleri, onları tedavi etme yolları hakkında da yeteri kadar bilgiye sahip değiliz. Dolayısıyla bize bu yolda kılavuzluk ve önderlik etmeleri için peygamberlerin olması gerekmektedir. Peygamberler, ilahi feyz ve teyitlerle nefislerin dert ve dermanını iyi bilen, ruhların gerçek doktorları ve uzmanlarıdırlar. Vahiy mektebinde, "insanı ve ruhu tanımış", bu melekûtî varlığın esrar ve sırlarından tamamen haberdar olmuşlardır. Onlar tekamülün ve Allah’a doğru seyredip yükselmenin doğru yolunu iyi tanımakla birlikte, sapmanın illet ve sebeplerinden de iyice haberdardırlar. Dolayısıyla onlar, insanlara bu zorlu yolu katetmekte yardımcı olabilir; sapıp helak olmalarını önleyebilirler.

Evet, peygamberler, tarih boyunca insanlara, tıp doktorlarının hizmetlerinden çok daha fazla ve değerli yardımlarda bulunan ilahi tabiplerdir. Ruhun melekûtî cevherini keşfederek insanlara tanıtan ve onların insanî şahsiyetlerini ihya eden, peygamberlerdir. İnsanları, maarif, maneviyat ve ahlakî değerlerle tanıştıran, seyr, sülûk ve Allah'a yaklaşmanın yolunu insanlara gösteren onlardır. İnsanları Allah ve gayb âlemi ile tanıştıran, nefisleri tekamüle erdirmek, tezkiye ve ıslah etmek yolunda önderlik eden onlardır. İnsanların arasında maneviyat, şefkat, muhabbet, değer ve güzel özellikler bulunuyorsa, bütün bunlar ilahi tabiplerin ve bilhassa peygamberlerin sonuncusu olan Resulullah'ın (s.a.a) sürekli olan çaba ve gayretlerinin sonucudur. Eğer peygamberler olmasaydı, insanların durumu kesinlikle böyle olmazdı.

Evet, peygamberler beşeriyetin gerçekçi ve değerli tabipleridirler; dolayısıyla hadislerde tabip olarak tanıtılmışlardır.

Hz. Ali (a.s) Resul-i Ekrem (s.a.a) hakkında şöyle buyuruyor: "Muhammed (s.a.a) nefisleri tedavi etmek için sürekli çaba harcayan seyyar bir tabipti. (Yaraları, çıbanları tedavi etmek ve hastalıkları gidermek için) merhemleri ve ameliyat gereçlerini hazırlayıp uygun yerlerde kullanıyordu. Kör kalplere, sağır kulaklara ve lal dillere şifa veriyordu. O; ilaçlarını, insanların gaflet edip şaşırdıkları yerlerde ve hikmet nurundan yararlanmamış, hakikat ve maarifi elde etmemiş olan, bu yüzden otlayan hayvanlar gibi yaşayan, sert taşlar gibi katılaşan kimseler hakkında kullanıyordu." [55]

"İmam, bir hekimdir ki ilacıyla hastalarını dolaşır durur; yaralarına merhem sürer; gereken yaraları dağlayıp yakar; bereleri onarır; hastalara ilaç sunar; kör gönülleri, sağır kulakları, lal dilleri iyileştirir, sağlığa kavuşturur. Hikmet ışıklarıyla ışıklanmayan, karanlıkları aydınlatan bilgi aleviyle tutuşup aydınlanmayan, otlayan dört ayaklı hayvanlara benzeyen, katı taşları, kayaları andıran, gaflete düşmüş, hayrete uğramış, cahilleri ilacıyla iyileştirmek için arar, bulur." [56]

Kur'an-ı Kerim şifa verici bir ilaç olarak tanıtılmıştır. Allah Teala şöyle buyuruyor: "Rabbinizden size bir öğüt, sinelerde olana bir şifa geldi." [57]

Başka bir yerde ise şöyle buyuruyor: "Kur'ân'dan müminler için şifa ve rahmet olan şeyleri indirmekteyiz." [58]

Hz. Ali de (a.s) Kur'an-ı Kerim hakkında şöyle buyurmuşlardır: “Kur'an'ı öğrenin. O, sözlerin en güzelidir; hükümlerini belleyin; çünkü bu belleyiş gönüllerin baharıdır. Işığıyla şifa bulun; çünkü o, gönüllere şifadır.” [59]

Başka bir yerde şöyle buyuruyor: "Bilin ki şu Kur'ân, öğüdünde aldatmayan, yol göstermede insanı azdırmayan, söyleyişte yalan söylemeyen bir öğütçüdür. Kur'ân'la oturup kalkan, doğruluğu fazlalaşmadan; körlüğü de eksilmeden kalkmaz. Bilin ki hiç kimseye; Kur'an'dan yoksun olduğu taktirde ondan öte bir yoksulluk gelip çatmaz; hiç kimseye de ona uyduğu taktirde ondan öte bir zenginlik ulaşamaz. Dertlerinize, O'ndan şifâ dileyin; zorluklarınıza, O'ndan yardım isteyin; çünkü O en büyük derde bile devâdır ki, bu da kafirliktir, nifâktır, azgınlıktır, sapıklıktır. Allah'tan, Kur'an'la dilediğinizi dileyin; O'nunla Allah'a yönelin; O'nu vesile ederek bir şey isteyin; çünkü kullar, Allah'a; O'na benzer, O'na denk değerli başka bir şeyle yönelemezler.” [60]

Evet, Resul-i Ekrem (s.a.a) nefislerin en üstün tabibidir. Bizim derdimizi iyi tanımış, içimizdeki dertlerimize en iyi şifa olan Kur'an'ı getirmiş, onu bize teslim etmiştir. Ayrıca her türlü nefsanî hastalıklar, o hastalıkları önleme ve tedavi etmenin yolları, Resul-i Ekrem'den (s.a.a) ve mâsum imamlarımızdan gelen hadislerde beyan edilmiştir. Dolayısıyla, eğer biz kendi nefsimizin sağlık ve saadetine ilgi duyuyorsak Kur'an'dan ve hadislerden yararlanmalı ruh ve nefsimizin sağlığı için çaba harcamalıyız. Kur'ân-ı Kerim'den, Resulullah (s.a.a) ve Mâsum İmamlar’ın (a.s) rehberliklerinden yararlanarak nefsanî hastalıklarımızı tanımalı ve onları tedavi edip gidermek için ciddi bir şekilde çaba harcamalıyız. Eğer bu hayatî konuda ihmalkâr davranacak olursak, büyük bir ziyan etmiş oluruz ve ahiret aleminde onun acı sonucuyla karşılaşırız.


[1] - Hac/46

[2] - Araf/179.

[3] - Tevbe/87.

[4] - Mücadele/22.

[5] - Nahl/22.

[6] - Nahl/108.

[7] - Tevbe/64.

[8] - Teğabun/11.

[9] - Kaf/37.

[10] - Kehf/28

[11] - Re'd/28.

[12] - Feth/4.

[13] - Tevbe/45.

[14] - Hadid/27.

[15] - Enfal/62-63.

[16] - Âl-i İmran/1559.

[17] - Şuera/193,194.

[18] - Bakara/97.

[19] - Necm/11.

[20] - Şuera/88-89.

[21] - Kaf/38.

[22] - Kaf/31-33.

[23] - Bakara/10.

[24] - Tevbe/125.

[25] - Ahzab/12

[26] - Maide/52.

[27] - Şuera/88-89

[28] - Taha/125,126.

[29] - Hac/46.

[30] - İsrâ/12.

[31] - İsrâ/97.

[32] - A'raf/157.

[33] - Maide/15.

[34] - Zumer/22.

[35] - İbrahim/1.

[36] - Hadid/12.

[37] - Hadid/13.

[38] - Bihar-ul Envar, c.70, s.51.

[39] - Bihar-ul Envar, c.70, s.54.

[40] - Bihar-ul Envar, c.70, s.53.

[41] - Bihar-ul Envar, c.70, s.53.

[42] - Bihar-ul Envar, c.70, s.51.

[43] - Muteffifin/14.

[44] - Usul-u Kafi, c....., s.273.

[45] - Nehc-ül Belaga

[46] - Bihar-ül Envar, c.70, s.51.

[47] - Bihar-ül Envar, c.70, s.59.

[48] - Nur/40.

[49] - Enam/43.

[50] - Zumer/22.

[51] - Bihar-ul Envar, c.73, s.361.

[52] - Bihar-ul Envar, c.73, s.354.

[53] - Bihar-ul Envar, c.73, s.349.

[54] - Mefatih-ul Cenan, Münacat-us Saniye.

[55] - Nehc-ul Belaga, Hutbei 108.

[56] - Nehc-ül Belağa, 261.

[57] - Yunus/557.

[58] - İsrâ / 82.

[59] - Nehc-ül Belaga, Hutbe: 110.

[60] - Nehc-ül Belağa, Hutbe: 176.