back index  
önceleyen kimi grup-lar bu eğilimlerden yararlanmaya çalışırlar. Bu amaçla birtakım insanlar tasavvufçuların kılığına bürünerek onlardan göründüler, özel mutasavvıflardan olma görünümüne büründüler ve tasavvuf disiplinini içerden ifsat ederek halkın ondan kaçmasına neden oldular.

İkincisi: Tasavvuf şeyhlerinden bir grubun iddiasına göre, nefsi tanıma yolu, sonradan icat edilmiş bidat nitelikli bir tarikattır. Şeriat koyucu, yasa sisteminde bundan söz etmemiştir. Ancak yine de tarikat Allah'ın razı olduğu bir şeydir. Tıpkı, Hıristiyanlar arasında icat edilen ruhbanlıktan razı olduğu gibi: "İcat ettikleri ruhbanlığı, biz onlara yazmamıştık; yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için kendilerinden uyguladılar; ama ona gereği gibi uymadılar." (Hadîd, 27)

Tasavvufçuların büyük çoğunluğu sonradan icat edilen bu bidati kabul etti. Bu durum, tarikat yolculuğunda şeriatın öngörmediği ayinler ve davranışlar oluşturmanın yolunu açtı. Her gün yeni bir kural geliştiriliyor, şeriatın öngördüğü sünnetler bir kenara bırakılıyordu. Gün geldi şeriat bir tarafa, tarikat da bir tarafa bırakıldı. Doğal olarak haramların işlenmesinde, dinin şiarları konumundaki ibadetlerin terk edilmesinde, kulluk yükümlülüğünün kaldırılmasında bir sakınca görülmedi. Bu sürecin doğal bir sonucu olarak Kalenderîlik gibi gruplar oluştu. Tasavvuf denince de akla dilencilik, afyon çekmek, ban otu içmek gelmeye başladı. Bunun adı da fenafillah, yani kendinden geçip tanrının varlığında yok olmaydı.(!)

Bu konuda -neticede evrensel aklın hükmüyle örtüşen- kitap ve sünnet, "Şeriatın dış görünüşünün altında birtakım hakikatler var ve bunlar şeriatın batınını oluşturur." değerlendirmesinin hak oluşuna hükmeder. Yine, bu batinî gerçeklere ulaşmanın bir yolunun da olduğu gerçektir. Ancak bu yol, dinin zahirî hükümlerini, gerektiği gibi pratik hayatta uygulamaktır, başka değil. Haşa şeriatın zahiri aracılığıyla ulaşılamayan bir batından söz edilemez. Şeriatın zahiri, batınının adresi ve yoludur.

Şeriatı bir hayat sistemi olarak indiren zatın gösterdiğinden daha çok hakka yakın bir yolun bir başkası tarafından gösterilmiş olması, şeriatı koyan zatın bundan habersiz olması, işini gevşek tutmuş olması ya da hangi yolun hakka yakın olduğunu göstermeyi ihmal etmiş olması düşünülemez. Allah bundan münezzehtir. O şöyle buyurmuştur: "Sana bu kitabı, her şeyi açıklayan olarak indirdik." (Nahl, 89)

Kısacası, hakikatleri araştırmaya ve gün yüzüne çıkarmaya ilişkin bu üç yolun, yani dinin zahiri, aklî araştırma yöntemi ve nefsi arındırma metodundan her birini Müslüman gruplardan biri izlemiş ve bunlar arasında sürekli bir sürtüşme ve tartışma olmuştur. Bu grupların üçü bir arada düşünüldüğünde bir üçgenin üç açısını andırırlar. Açılardan birinin alanı genişledikçe diğer ikisinin alanında daralma kaçınılmaz olur. Tersi de öyledir; yani iki açının alanı ne kadar genişlerse, diğerinin alanında bir o kadar daralma olur.

Dolayısıyla tefsir alanında ileri sürülen görüşler arasında, müfessirlerin mensup oldukları ekollerin anlayışlarının farklılığı oranında korkunç farklılıklar olmuştur. Şunu demek istiyoruz: Her müfessir kendi ilmî perspektifini Kur'ân'a dayatmıştır. Bunun tersini gösteren örneklerin sayısı o kadar az ki!

Şunu biliyoruz ki, Kur'ân bu yolların her birinin hak olan yönlerini onaylar. Batıni bir hak olup da Kur'ân'ın zahirinin onunla bağdaşmaması düşünülemez. Zahir ya da batın bir hak olup da hak kanıtın bunu reddetmesi veya çelişmesi mümkün değildir. Kur'ân'ı böyle bir kusurdan tenzih ederiz.

Nitekim bu açmazı aşmak için bazı âlimler ilmî birikimleri ve mensup oldukları ilmî disiplinin farklılığı oranında dinî metinlerin zahirleri ile irfan arasında bir uzlaşma, bir uyuşma sağlamaya çalışmışlardır. İbn-i Arabi, Abdurrezzak Kaşanî, İbn-i Fehd, Şehid-i Sanî ve Feyz Kaşanî gibi.

Bir diğer grup da, felsefe ile irfanı bağdaştırma yönünde bir çaba içinde olmuştur. Ebu Nasr Farabî, İşrak felsefesinin kurucusu Şeyh Sühreverdî ve Şeyh Sainuddin Muhammed Türke'yi buna örnek gösterebiliriz.

Kadı Said vb. gibi bazı âlimler de, dinin zahirî uygulamalarıyla felsefeyi bir noktada buluşturmaya çalışmışlardır.

Bir grup da bunların tümünü buluşturmak istemiştir. İbn-i Sina yorumlarında ve kitaplarında bunu yapmaya çalışmıştır. Sadr-ül Mütealli-hin Şirazî'nin kitapları ve risaleleri de bu çabanın bir örneğidir. Sonraki kuşaklar arasında da bu tür bir çaba içine girenler olmuştur.

Buna rağmen, onca çaba bu derin ihtilafı daha da derinleştirmekten, ateşini söndürmek şöyle dursun, daha da alevlendirmekten başka bir işe yaramamıştır: "Bütün muskaları işe yaramaz buldum!"

Yukarıda sözü edilen bu disiplinlerin her birine mensup olanların bir diğerinin mensuplarını cahillikle, zındıklıkla ya da düşüncesizlikle suçladığını, halkında tümüne sırt çevirdiğini görürsünüz.

Bütün bunların nedeni, ümmetin daha ilk günden itibaren, Kur'ân'-ın "Topluca Allah'ın ipine sarılın, ayrılığa düşmeyin." şeklindeki toplumsal tefekküre ilişkin çağrısını kulak ardı etmesidir. Bu konu, oldukça sarmaşık dallıdır.

Allah'ım! Bizi seni hoşnut edecek amellere yönelt. Hak üzere söz birliği etmemizi sağla. Bize katından bir veli bahşet. Bize katından bir yardımcı bahşet.



[1] Usûl-i Felsefe, 5. makale.

[2] Mahaccet-ül Beyza, c.3, s.18

[3] Suyutî "el-İtkan" adlı eserinde bu rakamı verir. Bunun, "Tercüman-ul Kur'ân" ve onun özeti dediği "ed-Dürr-ül Mensûr" adlı tefsirinde yer alan rivayetlerin sayısı olduğunu belirtir.

[4] Bazı araştırmacılar Hz. Hüseyin'den (a.s) rivayet edilen fıkıhla ilgili iki hadis gördüklerini söylerler.

[5] Peygamberimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Ne cebir (zorlama) var ve ne de tefviz=tam serbestlik. Bu ikisinin ortası bir yol söz konusudur." Yine şöyle buyurmuştur: "Kaderiye, bu ümmetin Mecusîleridir."

[6] Yaklaşık olarak Hicrî dördüncü asır.

[7] Hicrî onuncu yüzyılın başları.

back index