back

index

next

Üçüncüsü: Bunların anma adı altında ulaştıkları her bilginin, analize tâbi tutulması durumunda, mantıksal bir sıralamayla işlevsel olan öncüllere dayanmakta olduğu görülecektir. Öyle ki, biçim veya maddesi için öngörülen ilkelerden biri ihlal edilecek olursa, sonuç da kaçınılmaz olarak bozulur. Şu hâlde onlar, farkında olmadan mantıksal prensipleri kullanıyorlar. Sürekli tesadüf ve beraberlik iddialarıyla bir yere varılmaz. Dolayısıyla bu görüşü savunanların mantıksal prensiplere uymayan doğru ve anmasal bir bilimsel formül bulmaları gerekir.

Anma yöntemini, mantıksal ilkelere başvurmayı gerektirmeme an-lamında algılamaya gelince, -ki bunun özü şudur: Ortada iki yol vardır. Biri mantık yolu, biri de örneğin şeriata tâbi olma şeklinde belirginleşen anma yolu. Her iki yol da doğruya ulaştırma açısından eşittir. Ya da anma yolu daha iyi ve daha üstündür. Çünkü bu yol Masum'un sözlerine uygundur. Akıl ve mantık yolu açısından ise durum farklıdır- bu yolda her zaman veya çoğu zaman yanlışa düşme tehlikesi söz konusudur.

Bundan önceki yaklaşıma ilişkin ikinci problem, bunun için de geçerlidir. Çünkü kitap ve sünneti, geniş ve olağanüstü boyutlarıyla tüm amaçlarını, sembollerini ve sırlarını kuşatıp özümsemek çok az insana bahşedilmiş bir derecedir. Bunlar da aralarında ilginç irtibatlar bulunan, temel ilkesi ve ayrıntı nitelikli prensibi, inançla, bireysel ve sosyal eylemle ilgili prensipleri girift bir şekilde iç içe girmiş dinsel bilgiler üzerinde derin ve kapsamlı araştırmalar yapabilen az sayıda şahsiyetler-dir. Bir insanın varoluşu itibariyle, varoluşsal donanım aracılığıyla gücünün ve yapabilirliğinin ötesinde bir yükümlülükle sorumlu tutulması veya yasal olarak böyle bir şeyden sorumlu kılınması mümkün değildir.

O hâlde insanlar, dinî maksatları sadece bireysel ve toplumsal hayatlarına ilişkin aktivitelerde alışık oldukları bir yöntemle akletmekle yükümlüdürler. Bilinmeyenleri ortaya çıkarmak için bilinenleri mantıksal bir sıralamaya tâbi tutmak yani. Nitekim doğruluğu burhan aracı-lığıyla ispatlanan bilgiler, şeriatla ilgili sadece bazı hükümlerdir [böylece şeriatın kesin olarak bilinen hükümleri, bilinmeyenlerin belirlenip doğrulanmasına yönelik kanıt ve öncüller olarak değerlendirilirler].

Bundan daha da ilginç olanı, bazılarının bizim anma teorisi aleyhine kullandığımız bu kanıtı, anma teorisi lehine ve mantığın aleyhine kullanmalarıdır. Diyorlar ki: Eğer pratik gerçeklere ulaşmak mantık ve felsefe yöntemiyle mümkün olsa -ki mümkün değildir- bu, ancak Aristo ve İbn-i Sina gibi felsefenin sembol isimleri için geçerli olabilir, insanların geneli için değil. Yasa koyucunun pratik gerçeklere ulaşmak için mantık ve felsefî yöntemleri bir yol olarak emretmesi, bu durumda mümkün olabilir mi?

Ama bunu diyenler, aynı problemin aleyhlerine döndüğünün farkında değildirler. Bunlar deseler ki: "Anma yöntemi herkes açısından kolayca kullanılabilir bir yöntemdir. Herkes, kapasitesi ve bu yönteme uyması oranında bu yöntemden yararlanabilir." Buna cevaben deriz ki: Az veya çok herkes de kendi kapasitesi oranında, gerçeklere ulaşmak için mantıksal kurallardan yararlanma imkânına sahiptir. Herkes gerçekleri bütünüyle kavramak ve kapasitesinin üstünde bir yükün altına girmek zorunda değildir ki!

Bunlara yönelik ikinci bir cevap da, yukarıda işaret edilen üçüncü problemde belirginleşmektedir. Şöyle ki: Bunlar, daha önce de vurguladığımız gibi, anma teorisi adına açıkladıkları bütün amaçları çerçevesinde mantık yöntemini kullanıyorlar. Hatta bunu, mantık yöntemini çürütmek ve anma yöntemini kanıtlamak için serdettikleri açıklamalarında bile uygulamaktan geri kalmıyorlar. Bu bile, yaklaşımlarının yanlışlığını kanıtlamak bakımından yeterli bir veridir.

Üçüncü bir karşı cevap da şudur: Sözünü ettikleri anma yöntemi bazında yanılgıya düşmek normalde karşılaşılan, hatta çoğu zaman karşılaşılan bir olgudur. Çünkü anma yöntemi, onların iddia ettikleri gibi, selef kuşağının mantık yöntemi dışında izledikleri bir yoldur. Buna karşın onlarla ilintili olarak hiç de azımsanmayacak ihtilaflar ve yanılgılar nakledilmiştir. Bunların çoğu da, Müslümanların ilim sahibi, kitap ve sünnete tâbi kimseler oldukları hususunda ittifak ettiği sahabe şahsiyetlerdir.

Bir kısmı da, ümmetin çoğunluğunun fıkhında ve adalet sahibi olduklarında birleştikleri kimselerdir. Ebu Hamza, Zürare, Eban, Ebu Halid, iki Hişam [Hişam b. Hekem ve Hişam b. Salim], Mümin-i Tak ve İki Safvan [Safvan b. Ya'la ve Safvan-i Cemmal] gibi bu niteliklere sahip Ehlibeyt İmamlarının ashabını buna örnek gösterebiliriz. Bunlar arasındaki temel ihtilaflar herkesçe bilinen ünlü ihtilâflardır. Şurası açıktır ki, ihtilaf eden iki kişiden sadece biri hak üzere olur. Yine Kü-leynî, Şeyh Saduk, Şeyh-ut Taife (Şeyh Tûsî), Şeyh Müfid ve Seyit Murtaza (Allah'ın rahmeti onlara olsun) gibi ilk kuşak fıkıhçı ve hadisçiler de ihtilaf etmişlerdir.

Şu hâlde anma yönteminin mantıksal yönteme karşı ayrıcalığı nerede kaldı? Dolayısıyla anma teorisinden başka, hak ile batılı birbirinden ayıracak başka bir kıstas bulmak gerekir. Bu da mantıksal düşünce yönteminden başkası değildir. Başvuru mercii ve temel dayanak bu olmalıdır.

Dördüncü karşı cevap: Yaklaşımın özü şu nokta üzerinde yoğunlaşmaktadır: İnsan ismet ve temizlik ehlinin (masumların) peşinden gitti mi, hataya düşmez. Ancak daha önce de dikkat çekildiği gibi, bunun bir şartı vardır. Eğer masumdan aktarılan söz kesin olarak işitilmiş ve maksadı doğru biçimde algılanmışsa, hataya düşürmez. Buna hiç kimsenin bir diyeceği yoktur.

Gerçekte, masum zattan işitilen veya ondan algılanan şey bir maddedir. O, anmanın ve mantıksal düşünmenin aynısı değildir. Böyle bir söz işitildiğinde de şöyle bir yargı onu izler: Bu, masum zatın görüşüdür. Onun her görüşü haktır. Şu hâlde bu görüşü de haktır. Bu, sonucu kesin bir kanıttır. Bunun dışında tek kanallı (âhâd) haberlerin çıkarsamalarından ibaret olan hususlarda veya sadece insanda zannı gerçekleştiren buna benzer hususlarda bu kanıt bir şey ifade etmez. Tek kanallı haberlerin, ahkâm dışında hüccet olduğuna dair herhangi bir kanıt yoktur. Kitapla uyuşursa o başka. Aynı şekilde, zannın karşıtı yönde bilimsel bir kanıta dayalı bilginin olduğu yerde o şeye ilişkin bir zan düşünülemez.

9- Bazıları da diyorlar ki: "Yüce Allah bize, aramızda kullana-geldiğimiz ve alışık olduğumuz ifade biçimiyle hitap etmiştir. Dil ehlinin bildikleri düzen ve telif esas alınmıştır bu hitapta. Bize emir, yasak, ödül vaadi, azap tehdidi, kıssalar, hikmet, öğüt ve en güzel şekilde tartışma gibi hususları içeren açıklamalarla hitap etmiştir. Bunları anlayıp yorumlamak için de mantık, felsefe; kâfir ve müşriklerin mirası ve zalimlerin yolu olan disiplinleri öğrenmeye gerek yoktur. Onları dost edinmek, onlara eğilim göstermek, tarzlarını benimsemek, yollarını izlemek bize yasaklanmıştır. Dolayısıyla Allah'a ve Resulüne iman eden bir kimse, ancak dinsel açıklamaların zahirlerini ve normal bir zihnin bu metinlerden algıladığını esas almalıdır. Bunları yorumlamaya ya da bu çizilen çerçeveyi aşmaya yeltenmemelidir."

Haşviye ve müşebbihe denen grupların yaklaşımı böyledir. Hadis ehli dediğimiz bazı kimseler de bu tarz bir yaklaşımı benimsemişlerdir.

Bu görüş, öncelikle biçim açısından yanlıştır. Çünkü kullanılmaması için serdedilen bir açıklamada bizzat mantıksal yöntem esas alınmıştır. Kur'ân mantık kurallarını kullanmaya yöneltiyor insanı, diyen kimse, "Her Müslüman mantık öğrenmek zorundadır." demiyor. Ancak mantık kurallarını kullanmak da kaçınılmazdır. Bu bakımdan, yukarıdaki savı seslendirenler şu örnekteki kadar tuhaf bir tutum içindedirler. Söz gelimi biri desin ki: "Kur'ân bizi dinî hedeflere yöneltmeyi istiyor. Dolayısıyla cahiliye ehlinin kültürü olan dili öğrenmemize gerek yoktur."

Dil, doğal olarak insanlar arası karşılıklı konuşma sürecinin bir aşaması olarak kaçınılmaz bir gereksinim olduktan ve Allah kendi kitabında, Peygamber (s.a.a) de sünnetinde bu doğal aracı kullandıktan sonra, böyle bir açıklamanın değerden yoksun olduğu gibi insanın doğası gereği akletme aşamasında gereksinim duyduğu bir manevî araç olan ve Allah'ın kitabında, Peygamber'in (s.a.a) de sünnetinde bir araç olarak kullanılan mantığa karşı çıkmanın bir anlamı yoktur.

Madde [öz ve içerik] açısından ise, aklî materyaller esas alınmış olmakla beraber, safsata yapılmıştır. Çünkü sözün zahirî anlamı ile anlam ve algılayışların örtüştüğü objektif karşılıkları eşit ve bir görülmüştür. Söz gelimi Allah'ın kitabına inanan bir Müslüman'ın, Allah'ın sıfatları olarak "ilim, kudret, hayat, işitme, görme, konuşma, dileme ve ifade" gibi kavramlardan anlaması gereken şey, "bilgisizlik, acizlik, ö-lüm, sağırlık, körlük" gibi anlamların zıddıdır.

Ama yüce Allah için bizim ilmimiz gibi bir ilim, bizim gücümüz gibi bir kudret, bizim hayatımız gibi bir hayat, bizim işitmemiz, görmemiz, konuşmamız, dilememiz ve irademiz gibi bir işitme, bir görme, bir konuşma, bir dileme ve bir irade öngörmek, ne kitap, ne sünnet ve ne de akıl açısından doğrudur. Tefsirimizin 3. cildinde muhkem ve müteşabih meselesini irdelerken, bu konuya ilişkin bazı açıklamalarda bulunduk.

10- Diğer bir grubun değerlendirmesi ise şöyledir: "Aklî kanıtlarla kanıtsallığı ispatlanmak istenen öncüllerin hüccet olmasının tek delili, aklın yargısına tâbi olmanın zorunlu olduğunu öngören aklî öncüldür. Diğer bir ifadeyle: Aklın yargısının kanıtı, aklın kendisinden başka bir şey değildir. Bu, açık bir döngüdür, bu bakımdan ihtilaflı meselelerde taklit etme yerine peygamber veya imam olarak bir masumun sözüne başvurmaktan başka seçenek yoktur."

Bu konuda ileri sürülen en düzeysiz değerlendirmedir bu. Bununla binanın sağlamlaşması isteniyor, ama yıkılışına yol açıyor. Çünkü bu iddiayı ileri sürenler, açık döngü ifadesiyle aklın yargısını geçersiz kılıyorlar. Şeriatın hükmüne gelince, ya aklın yargısıyla -ki bir döngüdür- kanıtsamada bulunacaklar ya da kendisinde bir döngü olan şeriatın kendi hükmüyle. İki döngü arasındaki şaşkınlar gibidirler. Ya da taklit etmek durumunda kalacaklar. Bu da ikinci bir şaşkınlık.

Aslında bu değerlendirmeyi yapanlar, "aklın hükmüne tâbi olmanın zorunluluğu"nun anlamını algılamada bir yanılgı içine düşmüşlerdir. Şayet "aklın hükmüne tâbi olma zorunluluğu" ile sakınca ve mubah akışa tekabül eden ve şefkatli bir öğütçüye veya adil bir hükme uymanın zorunluluğu gibi uyulmaması durumunda yerilmeyi veya cezayı gerektiren bir durum kastediliyorsa, bu, pratik aklın hükmüdür ve bu konu, bahsimizin dışındadır.

Şayet uyma [aklın hükmüne tâbi olma] zorunluluğuyla "insan, önermenin tüm yönleri iyice gözden geçirilerek, sahih bilimsel bir biçim içinde, bilimsel öncüllerle kanıtlanan sonuçları benimsemek zorundadır." demek isteniyorsa, bu, insanın vicdanıyla algıladığı bir olgudur; böyle bir durumda aklın kanıt istemesinin anlamı yoktur. Çünkü böyle bir olgunun kanıtı kendi kanıtsallığı ve kanıtsallığının apaçıklığıdır. Tıpkı diğer apaçık, kanıt gerektirmeyen olgular gibi. Çünkü apaçık olguların kanıtı, bizzat kendileridir. Yani, kanıta ihtiyaçları yoktur.

11- Bir diğer grup da diyor ki: "Mantığın amacı, eşyanın değişmeyen mahiyetlerini, belirlemek, sürekli, değişmez ve bütünsel öncüller aracılığıyla sonuçlara ulaşmaktır. Günümüz bilimsel araştırmaları şunu kesin olarak ortaya koymuştur ki, ne objeler dünyasında, ne de zihin içi tasavvur âleminde tümel, sürekli ve değişmez bir şey yoktur. Olan şudur: Varlıklar evrensel dönüşüm yasasının egemenliği altındadırlar. Bir şeyin değişmez, sürekli veya tümel bir hâl üzere olması söz konusu değildir."

Bu görüş, üzerinde düşünen herkesin rahatlıkla fark edebileceği gibi, biçim ve içerik olarak mantıksal prensipleri kullanması açısından çelişki arz etmektedir. Kaldı ki, bu itirazda bulunan kişiler, bununla eski mantığın kesinlikle doğru olmadığını kanatılamaya çalışıyorlar. Oysa bu, değişmez kavramları kapsayan değişmez, sürekli, tümel bir sonuçtur. Aksi takdirde bu itiraz bir anlam ifade etmeyecektir. Dolayısıyla itiraz, kendi kendisini çürütmektedir.

Bu uzun açıklamalarla, kitabımız için öngördüğümüz, elden geldiğince özetleme ilkesini aştığımızı düşünüyoruz. Dolayısıyla yeniden baştaki konumuza dönüyoruz ve diyoruz ki:

Kur'ân-ı Kerim, aklı öz doğası gereği kullanımına sunulan olguları kullanmaya, doğası gereği alıştığı ve tanıdığı yöntemleri izlemeye yöneltir. Bilinmeyen sonuçlara ulaşmak için bilinen olguları belli bir düzen içinde veri olarak kullanmak yani. Aklın öz doğası, gerçek yargı nitelikli bilgiler çıkarsamak için gerçek ve yakinî öncülleri kullanmayı öngörür. Ki biz buna burhan, yani kanıt diyoruz. Mutluluk, mutsuzluk, hayır, şer, yarar ve zarar, seçilmesi ve tercih edilmesi gereken ya da gerekmeyen itibarî=göreceli olgular gibi eylemle ilintili olgular bağlamında ise, ünlü veya karşı tarafa göre tartışılmaz öncülleri esas almayı öngörür. Ki buna cedel deniyor.

Yine sanıya dayanan hayır ve şer noktasında sanının ürünü öncülleri esas alarak sanılan hayra iletilmeyi, yöneltilmeyi ya da sanılan şerden korunmayı öngörür. Ki biz buna öğüt diyoruz. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel biçimde mücadele et." (Nahl, 125) Öyle anlaşılıyor ki, bu ayette geçen "hikmet"ten maksat, kanıttır. Buna tekabül eden ikinci safhada güzel öğüt ve tartışmadan söz edilmiş olmasından da bunu anlıyoruz.

Bu noktada okuyucunun aklına şöyle bir soru gelebilir: Mantıksal düşünce yöntemi, hem kâfirin, hem de müminin dayandığı bir olgu ise, hem fasık, hem de muttaki bir insan tarafından sergilenebiliyorsa, yüce Allah'ın takva ehli olmayan, takvaya göre hareket etmeyen insanlar açısından hoşnut olunan bilgiyi ve sahih düşünmeyi olumsuzlamasının anlamı nedir? Nitekim yüce Allah söyle buyurmuştur: "Ancak O'na yönelen (tezekküre ulaşır) öğüt alır." (Mü'min, 13) "Kim Allah'tan sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu yaratır." (Talâk, 2) "Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden yüz çevir. İşte onların erişebilecekleri bilgi budur. Şüphesiz Rabbin, yolundan sapanı da iyi bilir ve O, yola geleni de iyi bilir." (Necm, 29-30) Yararlı bilginin ancak sahih amelle elde edileceğini ifade eden rivayetlerin sayısı ise oldukça fazladır.

Buna şu cevabı veririz: Kitap ve sünnetin bilginin yanı sıra takvayı da göz önünde bulundurdukları kuşku götürmeyen bir gerçektir; ancak bu demek değildir ki takva veya takva destekli öğüt alma, insanın öz doğası gereği kaçınılmaz olarak icra ettiği fıtrî düşünce yönteminden öte, gerçeklere ulaşma hususunda bağımsız olarak izlenebilecek bir yöntemdir. Eğer durum böyle olsaydı, Kur'ân'da hakka uymayan, takva nedir, tezekkür nedir bilmeyen kâfirlerin, müşriklerin, fasık-ların ve günahkârların aleyhine sunulan tüm kanıtlar geçersiz olurdu. Çünkü durum bu merkezde olursa, kastedilen grupların istenen kavrayış düzeyine erişmeleri beklenemez. Kaldı ki, durumun değişmesinin varsayılmasıyla onlarla girişilen tartışmanın da bir anlamı kalmaz. Aynı durum, hadisler çerçevesinde çeşitli sapık gruplar ve fırkalarla girişilen tartışmalar için de geçerlidir.

Oysa takvanın göz önünde bulundurulmuş olması, kavrama yeteneğine sahip insan nefsini fıtrî doğrultusuna döndürme amacına yöneliktir. Biraz daha açacak olursak: İnsan, fizyolojik yapısı itibariyle birbirine karşıt hayvansal ve yırtıcı güçlerden meydana gelir ve bunlar maddî elementlerden meydana gelen bedence kuşatılmışlardır. Her güç kendine özgü bir bilinçle işlerini görür. Bu arada diğer güçlerle aralarında, işlevini görürken onların konumunu gözetecek bir bağlantı söz konusu değildir. Yalnızca zıtlaşma, birbirini itme şeklindeki bir ilişkiden söz edilebilir.

Örneğin, beslenme arzusu insanı yemeye ve içmeye yöneltir. Bu yönelişte, beslenme gücünün kendisinden kaynaklanan herhangi bir sınır ya da bir ölçü yoktur; ancak sınırlı bir kapasiteye sahip olan midenin engellemesi başka. Ya da çok çiğnemekten, çok yemekten dolayı ağzın yorulmuş olması da bir engel olabilir. Bu olguları her zaman için kendimizde gözlemleyebiliriz.

Durum böyle olunca, insanın bu güçlerden birine büsbütün eğilim göstermesi, her istediğini yerine getirmesi ve her etkisine tepki vermesi, her dediği yapılan bu gücün azmasına, karşıt gücün de bütünüyle geçersiz kılınacak ya da en azından pasivize edilecek şekilde baskı altına alınmasına neden olur. Söz gelimi yemek ve çiftleşme arzusunun hiçbir sınır tanımayacak şekilde, tüm gerekleri yerine getirilerek serbest bırakılması insanı çalışmak, toplumsal fonksiyonlar icra etmek, ev işlerini düzenlemek ve çocuk yetiştirmek gibi yerine getirilmesi zorunlu bireysel ve toplumsal görevlerin şahsında somutlaşan hayatî görevleri ihmal etmek durumunda bırakır. Şehevî (çekici) ve öfkesel (itici) diğer güçlerin kontrolsüz bir şekilde işlevselleştirilmesi için de aynı durum geçerlidir. Yaşadığımız sürece, bunun da çeşitli örneklerini hem kendimizde, hem de başkalarında gözlemleyebiliriz.

Hiç kuşkusuz bu ifrat ve tefrit insanlığın helâki demektir. Çünkü insan, bu farklı güçleri kendi sultası altında bulunduran nefisten başka bir şey değildir. İnsanın, bu güçleri kendi amelleriyle dünya ve ahiret mutluluğu yolunda yönlendirmekten başka bir işlevi yoktur. Mutluluk yolu ise, tekâmüle doğru bilgisel bir hayattan başka bir şey değildir. Bu yüzden her güce, diğer güçlerle çatışmayacak veya onları baştan geçersiz kılmayacak bir pay ve bir etkinlik alanı ayırması, insan için kaçınılmazdır.

Bu demektir ki, insanın insanlık anlamını kendi şahsında somut olarak gerçekleştirmesi, bütün güçleri arasında denge oluşturmasına ve her birinin orta yolda, kendisi için öngörülen çizgide etkinlik göstermesini sağlamasına bağlıdır. İnsanın varoluşsal olarak sahip olduğu bu güçler arasında olması öngörülen denge olgusunu hikmet, cesaret ve iffet gibi üstün ahlâkı temsil eden niteliklerle isimlendiririz. Adalet ise, bunların tümünü içeren bir kavramdır.

Hiç kuşkusuz insanın varoluşsal olarak bünyesinde barındırdığı bu düşünceleri algılaması, insanî bilgi ve ilim noktasında derinlik kazanması, adı geçen bu şuursal güçlerin etkinliklerini ve gereksinimlerini sergilemeye başlamaları ile birlikte gündeme gelir. Bu demektir ki insan, oluşunun ilk demlerinde bu derin bilgiler ve geniş kavrayışlar açısından eli boş durumdadır. Bu durum içsel güçlerin ihtiyaçlarını algılayıp, isteklerini ve arzularını kendilerince önermeye başlamalarına kadar devam eder. İşte bu basit, ilkel algılayışlar insan bilgilerinin kay-nağını oluşturmaktadır. Daha sonra insan, bunları yerine göre genelleştirir, yerine göre özelleştirir; kimileri arasında bileşimler yapar, kimilerini ayırır ve sonuçta insanî düşünceler tamamlanmış olur.

Bu noktada basiret sahibi insan, karşıt güçler arasında birine aşırı derecede uymanın, bu gücün taleplerini karşılama noktasında savurganca davranmanın düşünce ve bilgi açısından bir sapıklığa yol açacağını tahmin eder. Çünkü bu durumda boyunduruğu altına girilen gücün onayladıkları, diğer güçlerin onayladıkları olguları ve düşünceleri boğacaktır. Diğer güçlerin gerekleri görmezlikten gelinecektir.

Deneyimler bu gerçeği somut bir şekilde gözler önüne sermektedir. Çünkü şehvet düşkünü, varlık içinde şımaran aşırı bireylerin ve beşerî toplumların sosyal hayatlarını ifsat eden zalim, azgın tağutların tavırlarında gözlemlediğimiz şey, işte bu sapıklıktır. Böyle insanlar şehvetin girdabına girmişlerdir; içki, müzik ve kadın motifleriyle süslü, zevkten akılları buğulanmış bu insanlar, insanî yükümlülükleri ve önemli işleri düşünecek durumda değildirler. İnsanî değerler noktasında ancak yiğit insanlar yarışırlar. Zevk içinde yüzen insanlarınsa oturuşlarına, kalkışlarına, toplanışlarına ve dağılışlarına şehvet ruhu egemen olur.

Aynı şekilde, Allah'ın kulları üzerinde egemenlik kuran müstekbir tağutlar taş yürekli olurlar; yumuşaklığı, şefkati, tevazuyu ve alçak gönüllülüğü, zorunlu olan hâllerde bile akıllarına getirmeleri tasavvur edilemez. Bunların hayatları, iğrenç hâllerinin somut bir göstergesidir. Bu hâllerini konuşmalarından, susuşlarından, bakışlarından, gözlerini kibirle kapayışlarından, bir şeye yönelmelerinden ya da bir şeye sırtlarını çevirişlerinden gözlemlemek mümkündür. Bunların tümü, bilgilenme bağlamında yanlış bir yol tutmuşlardır; bunların her bir grubu sapık, muharref ve subjektif bilgilerinin üzerine kapanır, bundan ötesini asla görmez. Yararlı bilgileri ve gerçek insanî değerleri görmezlikten gelir. Çünkü bir insanın gerçek değerlere ve yararlı bilgilere sahip olması, güzel bir ahlâka sahip olmasına; insanî faziletlerle bezenmiş olmasına, diğer bir ifadeyle takva sahibi olmasına bağlıdır.

Değerlendirmelerimiz sonucu gördük ki, salih ameller güzel ahlâ-kı, güzel ahlâk gerçek bilgileri, yararlı ilimleri ve doğru düşünceleri korur. Amelini beraberinde taşımayan ilimde hayır yoktur.

Bu konuyu, açıklamayı gerektirdiği için ilmi ve ahlâkı bir perspek-tiften ele aldık. Fakat yüce Allah, bu meseleyi son derece çarpıcı bir şekilde bir tek cümlede ifade etmiştir: "Yürüyüşünde tutumlu ol." (Lokmân, 19) Bu ifade, hayat yolculuğunda mutedil, dengeli olmaktan, orta bir yol izlemekten kinayedir.

Başka ayetlerde de şöyle buyrulmuştur: "Allah'tan korkarsanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edici bir anlayış verir." (Enfâl, 29), "Kendinize azık alın, çünkü azığın en iyisi takvadır. Ey akıl sahipleri! Benden korkup-sakının." (Bakara, 197) Demek isteniyor ki siz, basiretli, akıl sahipleri, aklınızı kullanabilmeniz için takvaya muhtaçsınız. Yine de neyi kastettiğini Allah herkesten daha iyi bilir.

Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Nefse ve onu şekillendirene, ona bozukluğunu ve korunmasını ilham edene andolsun ki, nefsini temizleyen iflâh olmuş, onu kirletip örten, ziyana uğramıştır." (Şems, 7-10), "Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz." (Âl-i İmrân, 130)

Bir de ters açıdan meseleye yaklaşalım: Yüce Allah bir ayette şöy-le buyuruyor: "Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı zayi ettiler, şehvetlerine uydular. Bunlar da azgınlıklarının cezasına uğrayacaklardır. Ancak tövbe eden, inanan ve iyi işler yapan-lar başka." (Meryem, 59-60) Burada, şehvete uymanın insanı azgınlığa yönelteceği vurgulanıyor. Diğer bir ayette ise şöyle buyruluyor: "Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar her ayeti görseler de yine ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler; ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar, ayetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular." (A'râf, 146) Bu ayette, gazap (öfke) gücünün tutsaklarının hak-ka tâbi olmaktan alıkondukları, azgınlık yoluna itildikleri vurgulanıyor. Sonra bunun nedeninin hakkı umursamamaları olduğu belirtiliyor.

Bir diğer ayette şöyle buyruluyor: "Andolsun, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık ki, kalpleri var, fakat onlarla anlamazlar; gözleri var, fakat onlarla görmezler; kulakları var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapık. İşte onlar gafillerdir." (A'râf, 179) Bu ayette, adı geçen umursamazların, insana özgü gerçek bilgileri umursamadıkları belirtiliyor. Kalpleri, gözleri ve kulakları mutlu insanın insanî erdemler bağlamında ulaştığı sonuçları algılamaktan alıkonmuşlardır. Onlar yalnızca hayvanların aldıkları hazzı alırlar ya da onlardan bile daha sapık bir durumla karşı karşıya olurlar. Yani evcil hayvanların, yırtıcı hayvanların eğilimlerine, alışkanlıklarına benzer düşüncelere sahip olurlar.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şu husus belirginleşiyor: Kur'ân-ı Kerim'in düşünme, tezekkür ve akletme eylemleri bağlamında takva sıfatına sahip olmayı şart koşması ve ilmi amelle birlikte zikretmesi, düşüncenin doğrulması, ilmin doğru olması, hayvanî vehimlerden ve şeytanî empozelerden arınması amacına yöneliktir.

Bir de inkârı mümkün olmayan Kur'ânî bir gerçek var bu hususta. Şöyle ki: İnsan ilâhî velayet sahasına girip kutsal ve kibriyaî huzura yaklaşınca, göklerin ve yerin melekûtunu gösteren bir kapı açılır önünde. Bu kapıdan bakınca başkalarının göremediği Allah'ın büyük ayetlerini, karşı konulmaz azametinin, üstünlüğünün ve egemenliğinin sönmez nurlarını gözlemler. İmam Sadık (a.s) şöyle der: "Eğer Âdem Oğullarının kalplerinin etrafında şeytanlar dönüp dolaşmasalardı, göklerin ve yerin melekûtunu görürlerdi."[2]

Ehlisünnet'in rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Eğer çok konuşmanız ve kalplerinizin bozulması olmasaydı, benim gördüklerimi görür, işittiklerimi işitirdiniz."

Bir ayette şöyle buyrulmuştur: "Bizim uğrumuzda cihat edenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz. Allah iyilik edenlerle beraberdir." (Ankebût, 69) Şu ayet de, belirgin bir şekilde bu hususa işaret etmektedir: "Ve sana yakin gelinceye kadar Rabbine kulluk et." (Hicr, 99) Dikkat edilirse bu ayette yakin (kesin bilgi) ibadetin bir sonucu olarak gösterilmektedir. Şu ayette de aynı hususa yönelik bir işaret vardır: "Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki... kesin inananlardan olsun." (En'âm, 75) Burada da kesin inanç (yakin) niteliği melekûtun gözlemlenmesiyle irtibatlandırılmıştır.

Aşağıdaki ayetlerde de aynı noktaya temas edilmiştir: "Hayır, kesin bilgi ile bilseydiniz, elbette cehennemi görürdünüz. Sonra onu yakin gözlerinizle göreceksiniz." (Tekasür, 5-7), "Muhakkak ki, iyilerin yazısı İlliyyin'dedir. İlliyyin'in ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitaptır. Yaklaştırılmış olanlar onu görürler." (Mutaffifîn, 18-21) Konuyla ilgili daha doyurucu açıklamalar, "Sizin dostunuz ancak Allah ve O'nun elçisidir..." (Mâide, 55) ayeti ve "Ey inananlar, siz kendinize bakın..." (Mâide, 105) ayeti incelenirken yapılacaktır.

Şimdi bu gerçeğin tartışılmazlığı ile, bizim yukarıda vurguladığımız, "Kur'ân insanın yaratılışına esas oluşturan ve insan hayatının temel dayanağı konumundaki fıtratın öngördüğü düşünce yöntemini des-tekler" gerçeği arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bu husus düşünsel yöntemden ayrıdır, ilâhî bir bağıştır. Allah bunu kullarından dilediği kimselere özgü kılar. Sonuç muttakilerindir.

tarihî inceleme

Bu incelemede genel bir yaklaşımla, İslâmî düşünce tarihi ve bu hususta farklı mezheplere ve akımlara mensup İslâm ümmetinin izlediği yöntem üzerinde duracağız. Bunu yaparken mezheplerden birini haklı çıkarmak ya da çürütmek gibi bir amaç gütmeyeceğiz. Olayları Kur'ân mantığı doğrultusunda sunacak, bu bağlamda Kur'ân'a uyanı ve uymayanı tespit etmeye çalışacağız. Bu arada muvafıkların övündükleri ve muhalif olanların mazeret olarak sundukları şeylerin ne köklerine, ne de dallarına inmeyeceğiz. Bu bizim işimiz değil. Mezhebî olsun olmasın, bu farklı bir araştırma yöntemidir.

Kur'ân-ı Kerim, yasal sisteminin mantığı çerçevesinde insan hayatının tüm alanlarıyla ilgilidir. Bu bağlamda hiçbir kayıt ya da şartla sınırlı değildir. Bireyiyle, toplumuyla; küçüğüyle, büyüğüyle; erkeğiyle, dişisiyle; beyazıyla, siyahıyla; Arabıyla, Acemiyle; kentlisiyle, köylüsüyle; âlimiyle, cahiliyle; hazır olanıyla, hazır olmayanıyla her zaman ve her mekandaki insan türüne hükmeder. İnsanın inanç, ahlâk ve pratik hayatla ilgili her meselesine müdahale eder.

Kur'ân, insan hayatının her alanında belirginleşen tüm bilimlerle ve sanatlarla ilgilidir. Derin düşünmeyi, tefekkür etmeyi, öğüt almayı ve akletmeyi teşvik eden ayetleri üzerinde düşünüldüğü zaman, Kur'â-n'ın göksel, yersel, bitkisel, hayvansal ve insanî meseleler gibi evrenimizin unsurları, aynı şekilde fizik âleminin ötesindeki melekler, şeytanlar, levh ve kalem gibi konular hakkında bilgi edinmeyi, cehaleti or-tadan kaldırmayı istediği görülecektir. Kur'ân'ın bu teşviklerinin amacı, bu alandaki bilgiyi, Allah'ı tanıma ve yine herhangi bir biçimde insanın sosyal mutluluğuyla ilintili olan ahlâk kurallarını, yasaları, hakları ve sosyal hükümleri tanımaya ulaştıran bir araç hâline getirmektir.

Artık biliyoruz ki Kur'ân, fıtratın kaçınılmaz olarak öngördüğü fıtrî düşünce yöntemini destekler. Ki insanın, mantıksal bir süreçle fıtratın öngördüğünü göz önünde bulundurarak bu çağrıdan kaçışı mümkün değildir.

Bizzat Kur'ân kanıt, cedel (tartışma) ve öğüt gibi mantıksal teknikleri kullanır. Yol göstericiliğini yaptığı ümmeti bu konuda kendisine uymaya çağırır, amel kapsamına girmeyen gerçekler bazında [nazarî konularda] kanıta dayanarak hareket etmelerini; bunun dışındaki hususlarda [amelî konularda] ise, genel kabulleri, tartışılmaz önermeleri veya ibret verici olguları esas almalarını ister.

Kur'ân-ı Kerim, amaçlarının açıklanması açısından Hz. Peygamber efendimizin (s.a.a) sünnetini dikkate alır ve muhataplarına Allah Elçi-sinin (s.a.a) bir model olduğunu belirtir. Nitekim bu mesajı algılayan ilk Müslümanlar Peygamberin söz ve davranışlarını özenle takip ederek ezberliyorlardı. Hz. Peygamberin (s.a.a) ilmî yöntemini bir talebenin öğretmenini taklit etmesi gibi taklit ediyorlardı.

Halk, Peygamber zamanında (Medine'ye yerleştiği dönemi kastedi-yoruz) İslâmî eğitim açısından henüz yolun başındaydı. Durumları, ilim ve sanatın sistematize edilişi açısından, ilk insanların durumunu andırıyordu. İlmî araştırmaları önemsemelerine rağmen buna ilişkin faaliyetleri basitti ve teknik bir çalışmadan söz edilemezdi. Öncelikle Kur'ân'ı ezberlemeye ve okumaya gayret gösterdiler. Yazıya geçirmeksizin Hz. Peygamberin (s.a.a) hadislerini ezberleyip başkalarına naklediyorlardı.

back

index

next