Kur'an'ın Evrenselliğinin Sırrı

İlk Bölüm

Kur'an'ın mükemmel ve hatasız olmasının yanı sıra en büyük özelliklerinden biri de evrensel oluşudur. Yani Kur'an, özel bir zaman, özel bir toplum veya grup ile sınırlı değildir ve insan hayatının başlangıcından kıyamete kadar gelecek olan bütün toplumlara, kavimlere, dillere ve ırklara hitap etmektedir.

Kur'an, tahrif olmamış tek ilahi kitap olarak, yüce Allah'ın kelamını direkt olarak insanlığın ulaşımına sunmaktadır. Onun yerine başka bir kitapta gelmeyecektir. Bundan dolayı, Peygamber (s.a.a) veda hutbesinde onu, "büyük emanet" olarak isimlendirmiştir.

Bu altın sayfalı ilahi kitap (başlangıcından bugüne kadar), evrenselliğiyle, insanlar içinde huzur kaynağı olmakla, köklü küresel değişikliklerdeki rolüyle, bütün din ve mezhep adamlarının verdikleri önemle insaflı olan bütün okurlara eşsiz olduğunu ispat etmektedir.

Amerikalı tarihçi ve yazar Michael Heart, yıllarca araştırmadan incelemeden, tanınan ve tanınmayan çeşitli sınıflardan insanlarla yaptığı sohbetlerden sonra, insanlık tarihini etkileyen peygamberlerden padişahlara ve buluş sahibi insanlara kadar yüz kişi hakkında "Tarih yazan yüz insan" isimli bir kitap yazmıştır. Bu yüz kişilik gruplandırmanın başında "Muhammed, tarihin en etkileyici insanı" olarak, İslam peygamberinin ismi yer almaktadır. [1]

Aynı şekilde ikinci dünya savaşından sonra, bir İngiltereli yazar, "Dünyayı hareketlendiren kitaplar" isimli bir kitap yazarak, on kitabı, insanlık tarihinin en güzel ve en etkileyici kitabı olarak tanıtmıştır. Bunların içinde ilk başta Kur'an-ı Kerim, ondan sonra da İncil yer almaktadır.[2]

Müslümanların başlangıcından bu güne kadar Kur'an'a verdikleri önemin ölçüsü, anlatılmayacak bir değerdedir. Kur'an'ın tarih boyunca bütün İslami mezhepler ve bütün İslami ilimler öğrencileri için nur kaynağı olduğu iddia edilebilir. Şüphesiz Müslüman âlimlerin bilimsel yazılarının büyük bir kısmını direkt veya endirekt Kur'an'a bağlı konular oluşturmuştur ve de oluşturmaktadır.

Şimdi "Kur'an'ın evrenselliğinin sırrı nedir?" ve "Kur'an'ı evrensel yapan öğeler ve özellikler nelerdir?" sorularını sormamız gerekiyor. Bu yazımızda, bu çok önemli sorulara karşı kısaca cevap vererek, Kur'an'ın evrenselliğinin nedenlerinden olan sekiz önemli nedeni inceleyeceğiz. Kur'an'ın evrenselliğinin sekiz önemli nedeni sırayla şöyledir:

1-Derinlik ve kapsamlılıktan yararlanmak

2-Genel (Makro) bakışlılık

3-Temel sorunlar üzerinde yoğunlaşmak (durmak)

4-Bütün çağların ihtiyaçlarını cevaplamak

5-Deliller ve kanıtlardan yararlanmak

6-Yaratılış ilkelerine dayanmak

7-Açıklamada kötü sözlerden sakınmak (güzel sözlülük)

8-Estetik açıdan güzel olan öğelerden yararlanmak.

Bu nedenlerin ilk yedisi Kur'an'ın içeriği ile ilgili konulardır. Sekizinci neden ise Kur'an'ın şekli ve yapısına bağlı bir konudur.

Şimdi bu nedenleri inceleyeceğiz:

1-Derinlik ve kapsamlılıktan yararlanmak

Kur'an'-ı Kerim, bedevi bir insana göre çok sade ve yüzeysel olan bir kitaptır. Ancak, bir kimse onun ayetlerinin içeriği hakkında düşünmeye başlayınca, ilk bakışta göze yansıyan şeyin tersine, çok derin ve kapsamlı bir kitap olduğunu anlar.

Bundan dolayı, Kur'an-ı Kerim’i, doğa kitabının bir benzeri olarak algılamak mümkündür. Bahçedeki bir ağaçta olduğu gibi doğal oluşumlar, ilk bakışta çok sade ve kapsamlılıktan uzak olarak algılanmaktadır. Aynı zamanda insanı dış görüntüsüyle de aldatmaktadır. Ancak, bir arif (bilge) ve bir biyolog gözüyle bakıldığı zaman, binlerce sırrın onda toplanmış olduğu anlaşılacaktır.

Acaba, doğa oluşumlarının her birinde anlaşılmayan sırların olması, insanları asırlar boyunca düşünmeye zorlaması ve her defasında keşfedilen her sırla birlikte anlaşılmayan ve bilinmeyen bir çok ufuklarının da ortaya çıkması doğru değil midir?!

Bundan dolayı Müminlerin Emiri Ali (a.s) Kur'an'ı işte şu şekilde nitelendirmiştir:

"Görünümü çok güzel, içeriği çok kapsamlıdır."[3]

Doğa kitabı ile Kur'an-ı Kerim arasında birçok benzerliklerin var olduğu görülmektedir. Kur'an'ın, birçok ayette böyle geniş bir kapsamlılığa sahip olmasından dolayı, kendi ayetleri hakkında düşünülmesi gerektiğini vurgulamıştır. Buna örnek olarak Nisa suresinin 82. ayeti zikredilebilir:

"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? O, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok çelişkiler bulacaklardı."

Aynı şekilde, bazı ayetlerde de varlık (doğa) kitabı konusunda düşünmeye çağırılmıştır. Örnek olarak Zariyat suresinin 20 ve 21. ayetleri zikredilebilir:

"Yeryüzünde, kesin bir bilgiyle insanlar için ayetler vardır ve kendi nefislerinizde de, acaba görmüyor musunuz?"

Peygamber efendimiz (s.a.a) Kur'an-ı Kerim hakkında şöyle buyurmuştur: "Bütün ayetlerin, dış görünümünün yanı sıra içeriği de vardır."[4]

İmam Ali (a.s) başak bir yerde de Kur'an-ı Kerim'i bilginlerin bilgi susuzluğunu giderme unsuru olarak tanıtmıştır:

"Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'i bilginlerin bilgi susuzluğunu giderme vesilesi karar kılmıştır."[5]

Kur'an-ı Kerim'in bazı sureleri ve ayetleri öylesine derin ve kapsamlıdır ki rivayetlerde, bunların muhataplarının yalnızca ahir zamanda gelecek olan derin ve geniş düşünceli insanlar olduğu bildirilmiştir. Bu konuya ilişkin İmam Seccad'dan (a.s) şöyle nakledilmiştir:

"Yüce Allah, ahir zamanda derin ve geniş düşünceli insanların geleceğini bildiğinden dolayı, İhlâs suresini ve Hadid suresinin ilk altı ayetini onlar için indirmiştir."[6]

Başka bir rivayette de İhlâs suresini okumanın, Kur'an-ı Kerim'in üçte birini okumakla eş değer olduğu bildirilmiştir.[7]

İhlâs suresi gibi beş ayetlik küçük bir surenin, Kur'an-ı Kerim'in anlamlarının ve ilimlerinin üçte birini kendinde toplamış olması ne ölçüde derinlik ve kapsamlılık sahibi olduğunu göstermektedir ve onun derinlik ve kapsamlılığının anlaşılması için ahir zamanda derin ve geniş düşünceli insanların var olmasını da gerekli kılmaktadır. Acaba bedevi bir insanın anlayışı, namazlarda defalarca okuduğumuz bu surenin derinliğini açıklamaya yeter mi?!

Arif, derin ve geniş düşünceli müfessir İmam Humeyni (r.a) bu konuda şöyle demiştir:

"Rivayetlerde, bazı ayetlerin -örneğin İhlâs suresi ve Hadid suresinin ilk altı ayeti gibi- ahir zamanda gelecek olan derin ve geniş düşünceli insanlar için indiği nakledilmiştir. Bu ayetlerin hakikatinin insanlar için, şimdiye kadar olması gerektiği gibi anlaşıldığını sanmıyorum. Kuşkusuz bu konuda hakkında çok konular söylenmiştir. Değerli birçok araştırma da yapılmıştır. Ancak Kur'an-ı Kerim'in ufku bu meselelerden çok daha yücedir. "O evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır." (Hadid suresi, 4. ayet) ayeti işte bu tür ayetlerdendir. İnsan, bu ayetlerden ilk ve son yaratıcının Allah olduğunu anlamaktadır. Ancak, bizim ve onların anladıkları gibi konu, yalnızca bu yaratma konusu değildir. Bu konudan daha farklı konular da vardır. "O zahirdir" ayeti kendisi dışındakilerden zuhuru reddetmek istemektedir; çünkü zuhur O’na özgüdür. Konunun hakikati de işte budur."[8]

Kur'an'ın derinlik ve kapsamlılık içinde olması Kur'an'ı evrensel kılmaktadır ve bu açıdan da bilgilerin, Kur'an ilimlerinin her asırda sonsuz olduğunu ve Kur'an ayetleri konusunda gün geçtikçe daha çok araştırmaya muhtaç olduklarını itiraf etmelerine neden olmaktadır.

Müminlerin Emiri Ali'nin (a.s), "Kur'an bilginlerin bilgi susuzluğunu giderme vesilesidir." şeklinde tanıtıcı sözünün sırrı da işte bu konuya dayanmaktadır. Yani Kur'an, öylesine kapsamlı ve onun ilimlerine ulaşmak öylesine zordur ki, bilginler onu okudukları zaman kendilerini susuz hissetmekte ve susuzluklarını gidermek için onun berrak ilimlerinden yararlanmak gerektiğine inanmaktadırlar.

Kur'an işte bu şekilde derinlik ve kapsamlılıktan yoksun olsaydı, zaman süreci içinde ilimlerinin sona ermesiyle kenara bırakılırdı ve toplumsal alanda hiç bir şekilde etkinlik gösteremezdi.

2-Genel (Makro) Bakışlılık

Kur'an-ı Kerim, insan eğitici hedefleri doğrultusunda, iyi ve kötü birçok toplumun yaşamlarını yansıtarak, nazil olduğu çağdaki toplumsal sorunlar ve olaylar için de çözümler üretmiş, toplumsal ve bireysel yaşamın temel konularının birçoğunda da köklü kılavuzluklarda bulunmuştur. Öte yandan, dış olaylara ve nüzul çağındaki ihtiyaçlara çözüm üreten ayetlerin varlığı da, tarih süreci içindeki bütün insanlara hitap eden ve evrensel bir kitap olan Kur’an-ı Kerim’i, kısıtlı bir daire içinde ve belli bir çağ ile sınırlandırma tehlikesini doğuruyordu.

Ancak böyle tehlike karşısında Kur’an-ı Kerim tümüyle ayrıntıları incelemekten kaçınarak, bütün bu çağlarda “genel bakışlılık” ilkesini korumuştur.

Bu konunun daha iyi aydınlanması için bu olaylardan bir kaç tanesi örnek olarak zikredeceğiz.

Kur’an-ı Kerim, tekrar edilmesi açısından, Kur’an kıssalarının başında yer alan Musa’nın (a.s) yaşantısıyla ilgili ayetleri yan yana getirmekle, gizli kalmış birçok olayı aydınlatacak şekilde defalarca bu olayları tekrar etmiştir.

Böyle olmasına karşın, Kur’an-ı Kerim birçok soruya da cevap vermemiştir. Çünkü genel bakışlı evrensel bir kitabın bu şekil detaylarla uğramaması gerekiyordu. Cevapsız kalan soruların bazıları şunlardan oluşmaktadır:

1-Hazreti Musa’nın (a.s) annesinin adı nedir? Aile bireylerinin yaşantısı ne şekildeydi? Hazreti Musa’nın (a.s) ve özellikle kardeşi Harun’un (a.s) ölümleri nasıl gerçekleşmiştir?

2-Musa’nın (a.s) çağındaki firavunun adı nedir? Saltanata (yönetime) nasıl ulaşmıştır. Hükümetinin sınırları ne kadardır? Saltanat zamanı ne zamandı?

3-Musa’nın (a.s) ayak bastığı bölgelerin (örneğin Mısır bölgesi, Şuayb diyarı, meşhur Tih çölü, Nil ırmağından geçilen boğaz gibi) belirgin özellikleri nelerdir?

4-İsrail oğullarının insani açıdan bilimsel özellikleri nelerdir? On iki soyun adı nedir?

5-Musa’nın (a.s), Şuayb’ın (a.s) diyarına girişinin ayrıntıları nelerdir? Bu diyarda on yıl boyunca başından geçen olaylar nelerdir? Evliliği nasıl olmuştur? Çocukları var mıydı?

5-Meşhur ağaç ile karşılaşmasının ve peygamber olarak tanıtılmasının ayrıntıları nelerdir? Firavun’u ve dostlarını tevhide çağırmasının ayrıntıları nasıl gerçekleşmiştir?

Kur’an-ı Kerim, Ashab-ı Kehf’in[9] sayılarını cevapsız bırakmakla, böyle konuların insan yetiştiren evrensel bir kitabın makamına yakışmayacağını bu tür ayrıntıların tarihi kitaplarla ve arkeolojik incelemelerle ilgisi olduğunu üstü kapalı olarak belirtmiştir. Oysa yüce Allah’ın kitabından beklenen şey ise, genel bakışlılıktır.

Kur’an-ı Kerim, nüzul çağındaki onlarca olay konusunda da aynı şekilde bu yolu izlemiştir. Bir çok ayetin ve surenin iniş sebebine bakıldığı zaman, Müslümanların bir sorununu çözmek, önemli bir soruya cevap vermek, kâfirlerin ve münafıkların komplolarına karşı davranışlar konusunda yol göstermek için ve...indiğini göstermektedir.

Tarihsel rivayetlerin tamamında genellikle öykünün ayrıntıları ve öyküye konu olan kişilerin isimleri göz önünde tutulmaktadır. Ancak, Kur’an-ı Kerim’de bu olayların ayrıntılarına işaret edilmemiş, hata Zeyd ve Cahş kızı Zeyneb’in öyküsü müstesna, bireylerin isimlerini zikretmekten de kaçınılmıştır.[10]

İşte biz, bu rivayetlerden dolayı ayetlerin ve surelerin iniş sebeplerini bilmekteyiz. Örnek olarak, Nebe suresinin bir ayeti Velid b. Utbe’nin hainlik öyküsüyle ilgilidir.

Alak suresinin 9. ve 10. ayetleri de, “Peygamberimize (s.a.a) karşı Ebu Cehil’in sergilediği davranışlar ile ilgilidir: “Gördün mü menedeni? Namaz kıldığı zaman bir kulu”

Enfal suresinin 27. ayeti Ebu Lubabe’nin ihaneti hakkında inmiştir: “Allah’a ve Resulüne ihanet etmeyin ve emanetlerinize de ihanet etmeyin”

Kevser suresi, As b. Vail’in çirkin sözü karşısında Peygamber efendimizi (s.a.a) sakinleştirmek ve teselli vermek için inmiştir.

Ve....

Ancak, Kur’an niçin bu olayların ayrıntılarını, bireylerin isimlerini, olayların gerçekleştiği yerleri açıklamamıştır? Bunlar, Kur’an-ı Kerim’in “genel bakışlılık” ilkesinin göstergesi değil midir?

Kur’an’ın mantığı bireysel ve toplumsal yaşama ilişkin yol göstericilikte de aynı bu şekildedir. Yani Kur’an-ı Kerim, olayları “genel bakışlılık” çerçevesiyle değerlendirmiştir.

Örneğin, Kur’an-ı Kerim, Nisa suresinin 9. ayetinde “Onlarla güzelce geçinin” şeklinde buyurarak, konunun ayrıntılarına girmeksizin, erkeklerin, kadınlarına güzellikle davranmalarını istemektedir.

Yine Kur’an-ı Kerim, Bakara suresinin 236. ayetinde “Zengin olan kendi gücü oranında ve darda olan da kendi gücü oranında” şeklinde buyurarak, zenginlik ve fakirlik sınırlarını tayin etmeyi zaruri görmeksizin, aile sorunlarıyla ilgilenmenin sınırlarının mali güç ve yeterlilik olduğunu belirtmiştir.

Yine Bakara suresinin 83. ayetinde “İnsanlara güzel söz söyleyiniz” şeklinde buyurarak, toplumsal alanda öğüt vermenin yanı sıra insanların dedikodusunu bırakarak güzel söz söylemeyi de öğütlemiştir. Ancak iyi ve güzel sözün örneklerini belirlemeyi onlara bırakmıştır.

Yine Enfal suresinin 60. ayetinde “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar hazırlayın” diye buyurarak, müminlerin düşmanlara karşı hazırlanmalarını istemiştir ve burada askeri gücün bütün çeşitlerini kaplayan “kuvvet” kelimesini kullanmıştır.

Yine Nisa suresinin 141. ayetinde “Allah kafirlere müminlerin aleyhinde bir yol vermez” diye buyurarak, özel bir çeşidini belirlemeksizin, kafirlerin Müslümanlara karşı elde edebilecekleri üstünlük ve egemenlik çeşitlerinin tamamını yasaklamıştır.

3-Temel Sorunlar Üzerinde Yoğunlaşmak

Kur’an-ı Kerim, kendini yol gösterici ve insan eğitici bir kitap olarak tanıtmaktadır.

“Bu kendisinde şek ve şüphe olmayan bir kitaptır. Sakınanlar içni yol göstericidir” (Bakara/2)

“Kuşkusuz bu Kur’an, en doğru yola iletir” (İsra/9)

Gerçekten Kur’an-ı Kerim, insanların toplumsal ve bireysel ihtiyaçlarını en geniş ve en mükemmel bir şekilde açıklayan son kitaptır. İçerisinde Usul, felsefe, ahlak, hukuk ve akait gibi birçok ilim bulunmaktadır.

Bundan dolayı bu ilimlerin ayrıntılarını ve açılımlarını Peygamber’in (s.a.a) sünnetine bırakmıştır. Nahl suresinin 44. ayetinde şöyle buyrulmaktadır:

“Sana bu zikri, kendilerine indirilen şeyi insanlara açıklaman için indirdik”

Evet, Kur’an’ın iniş hedefi ve konularının sınırları şimdi bilindiğine göre, artık burada şu hakikati göz önünde bulundurmalıyız ki Kur’an bütün ayetleriyle kendi hedefi etrafında dönmüş ve göz önünde bulundurduğu konuların sınırını aşmamaya büyük özen göstermiştir.

Bu bağlamda, Kur’an-ı Kerim, kendini her şeyin açıklayıcısı olarak tanıtmasına karşın zorunlu olarak cebir, trigonometri, matematik, geometri, fizik, kimya, tıp, astronomi, jeoloji ve yüzlerce başka bilim hakkında bazı temel ve genel konular dışında hiç bir açıklamada bulunmamıştır. Açıklamada bulunduğu hususları da insan eğitimi hedefi doğrultusunda oldukları için açıklamıştır.

Bu yüzden, Kur’an-ı Kerim’de bilimsel mucizeler konusunda yararlanılan bazı bilimsel konuların bulunduğunu ve bu konuların genellikle, Kur’an’ın temel hedeflerinden olan Allah’ı tanıma ve ayetlerini açıklamak için olduğunu söylemişlerdir.[11]

Örnek olarak, Kur’an-ı Kerim Lokman suresinin 10. ayetinde yer çekimine işaret ederek şöyle buyurmuştur:

“Gökleri sizin görebileceğiniz bir direk olmaksızın yaratmıştır.”

Yasin suresinin 40. ayetinde de gök cisimlerinin yörüngelerine işaret ederek şöyle buyurmuştur: “Hepsi bir yörüngede yüzmektedirler.”

Müminun suresinin 14. ayetinde de ceninin ana rahmindeki varlığını ve gelişimini betimleyerek şöyle buyurmuştur:

“Sonra nutfeyi, alakaya çevirdik. Alakayı bir çiğnemlik ete çevirdik.”

Bu ayetlerin hepsi, temel hedefin gerçekleşmesi doğrultusundadır. Yani, doğru yolu bulmanın ve olgunlaşmanın en önemli aşaması olan ilahi nimetlere, kudrete ve yüce Allah’ı daha iyi tanımaya insanın dikkati çekilmek istenmiştir.

Her şeyin açıklayıcısı olmanın, bu konuların detaylarına girmemesiyle bir çelişirliği yoktur. Çünkü müfessirler her şeyin açıklayıcısı olmanın anlamını, doğru yol tanıtmak ve istenilen yaşantıyı göstermek şeklinde tefsir etmişlerdir.[12]

Daha açık bir ifadeyle Kur’an, kendisi için özel bir alan tayin etmiştir. Onun alanı, insanlığın ulaşamayacağı ve bilimsel araştırmalarla tesbit edemeyeceği, aynı zamanda insan hayatının bütün boyutlarında da yer alan konulardır. Allah’ı tanıma, ahlaki erdemlerin yollarını bulma, ahiret hayatına iman etme gibi konular, işte bu tür konulardandır ve bu tür konular, insanın bilimsel araştırmasıyla ve aklıyla ulaşabileceği konular değildir. Öte taraftan bu tür konular insanlığın en önemli ihtiyaçlarının bir bölümünü oluşturmaktadır.

Diğer ilimleri ve öğretileri yüce Allah’ın insana bağışladığı akıl gücü ve algılama araçlarıyla anlaması mümkündür. Dolayısıyla, yol gösterici bir kitabın böyle konuları açıklamasına gerek yoktur.

İnsanların temel sorunları üzerinde yoğunlaşması ve özel bir alan doğrultusunda hareket etmesi, Kur’an’ı belirli yasalardan yararlanan bir kitap kılmıştır. Kur’an-ı Kerim, insanların yazdıklarının bir çoğunda olduğu gibi, özel alanının dışına çıkmamış ve muhatabını önemsiz olan sorunlara ve sorulara yönlendirmemiştir.

Örnek olarak, Kur’an ilimlerinin aslı tevhidin aşamalarını açıklamakta ve ona nasıl ulaşacağını belirlemektedir. Çünkü Kur’an-ı Kerim, insanların “Allah dışında hiç bir şey varlık konusunda etkili değildir” ifadesinde olduğu gibi tevhidin hakikatine ulaştıkları zaman, Allah dışındaki unsurlara dayanılması sonucunda ortaya çıkan bireysel ve toplumsal sorunların birçoğunun ortadan kalkacağına inanmaktadır. Evet, Kur’an ayetlerinin ve surelerinin yöntemine baktığımız zaman, bu temel yasanın çeşitli şekillerde uygulandığını görmekteyiz. Bu temel konuya bağlılığı da insanın önüne olgu olarak sunmuştur.

Kur’an, dinsel ihtiyaçlar ve temel sorunlar üzerinde durduğu için “hikmete dayalı yöntem” ilkesinden yararlanmıştır. Hikmete dayalı yöntem ilkesinin anlamı, muhatabın sorusuna, istediği kadar değil de ihtiyacı kadar cevap vermektir.

Örnek olarak, Bakara suresinin 189. ayetinde şöyle buyrulmaktadır:

“Sana, doğan aylar hakkında soruyorlar. De ki o, insanlar ve hacc için vakitlerdir”

Aslında soru soranın öğrenmek istediği şeyler, ayın hilalden dolunaya kadar, dolunaydan son üç günlük durumuna kadar çeşitli şekilleri kapsamaktadır. Ancak, Kur’an-ı Kerim, gerçekte temel ihtiyaçlardan biri olarak görmediği bu sorunun cevabının yerine, ayın değişik hallere girmesinin felsefesini, “Ay, insanların zamanı tanımalarına, ibadet günlerini özellikle hacc günlerini belirlemelerine yardım eder” şeklinde açıklayarak cevap vermiştir.

Şimdi şu soruyu sormamız gerekiyor. Kur’an-ı Kerim, temel konular üzerinde durmak yerine, ayrıntılara girseydi ve bütün ilimler ile öğretilerden bir miktar ihtiva etmiş olsaydı yine de ebedi ve evrensel olur muydu ve İnsanların ilgisini bu kadar çekebilir miydi?

Kur’an’ın Evrenselliğinin Sırrı

Yazar: Doktor Ali Nesiri

İkinci Bölüm

4. Bütün Çağların İhtiyaçlarını Cevaplamak

Bilgi ve medeniyet çağından önce, cahiliyet döneminde dünyanın küçük bir bölgesinde inmiş bir kitap, nasıl olur da günümüz insanının temel ihtiyaçlarına (bu ihtiyaçlar Kur’an’ın üzerinde durduğu temel konulardır) cevap verebilir? İçinde bulunduğumuz dönem ile Kur’an’ın indiği çağ arasında oldukça uzun bir zaman bulunmaktadır. Günümüz; uzay, iletişim, teknoloji, bilgisayar ve internet çağıdır. Medine gibi küçük bir şehirde sıradan toplumsal bir yaşamın sınırlarını çizmiş olan bir kitap, nasıl olur da yeryüzünde bulunan insanların tamamı için bir hayat programı açıklamış olabilir? Bu türden sorular defalarca gündeme getirilmiştir.

Şu konu çok ilginçtir; biz istesek de istemesek de veya bu sorulara cevap verebilsek de veremesek de, hatta Kur’an’ın bu sorulara verdiği cevabı açıklamaktan aciz olsak da, dış dünyada gerçekleşen şey, Kur’an’ın günümüz insanının yaşamının bütün boyutlarında hayat verici, etkileyici ve başvuru kaynağı olmasıdır.

Günümüz, bütün şaşırtıcı bilimsel değişiklikler ve medeniyet kervanının hayret verici bir gelişim atağı içinde olmasına karşın Kur’an-ı Kerim, işte bu şekil değişimler ve medeniyetlerin merkezinde, parlak bir güneş gibi kendisine gönülden bağlı olan milyonlarca insanı aydınlatmaktadır.

Milyonlarca Müslüman’ın, medeniyetin beşiği sayılan Amerika ve Avrupa’da yaşamakta olduğunu biliyoruz. Binlerce Amerikalı ve Avrupalının Müslüman olduklarını da biliyoruz. Kuşkusuz Müslüman olanların bir çoğu uygar düşünce ve bilimsel konularda görüş sahibi insanlardan oluşmaktadır. Onlar, hangi maddesel çıkarları için Kur’an’a ve İslam’a gönül bağlamışlardır?

Onlar, Kur’an-ı Kerim’in on dört asır öncesine ait olduğunu, günümüz insanına yol gösteremeyeceğini, bazı konularının ve içeriğinin eskidiğini, zamanının geçtiğini, sona erdiğini ve günümüzün bilimsel buluşlarına aykırı olduğunu düşünselerdi bu şekilde Kur’an’a âşık olurlar mıydı?

Onlar, değişimlerin ve medeniyetlerin merkezinde yaşayan kimselerdir. Dolayısıyla gelenekçi ve modern anlayış arasındaki çelişkiyi daha iyi anlamaları ve gelenekçi eski öğretilerin kullanılmaz hale geldiğini daha kolay kabul etmeleri gerekmektedir. Ancak, gerçeğin bunun aksi doğrultusunda olduğunu görmekteyiz.

Daha açık bir ifadeyle, böyle kişilerin Kur’an’a ve Kur’ani ilimlere olan gönül bağlılıkları, bazen Müslüman ülkelerde yaşayan öteki Müslümanlardan daha çoktur. Bu konu, onların “Kur’an-ı Kerim, bütün zamanların ihtiyaçlarına ve sorunlarına cevap verir” cümlesinin sadece bir sloganları değil, güneş gibi gerçeğin ta kendisi olduğunu anladıklarını göstermektedir.

Şimdi bu konuyu kısaca incelemeye alacağız. İlk olarak rivayetlerle başlıyoruz. İmam Rıza (a.s) babası İmam Kazım’dan (a.s) şöyle nakletmiştir:

Bir kişi, İmam Sadık’a (a.s) şöyle sordu:

“Kur’an’ın, yayıldıkça ve incelendikçe yeniliğinin artmasının sırrı nedir?”

İmam Sadık (a.s) ona şöyle buyurdu: “Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’i özel bir zaman ve özel insanlar için karar kılmamıştır. Kur’an’ı kıyamet gününe kadar bütün çağlar ve bütün insanlar için yepyeni kalacak şekilde indirmiştir.”[13]

Bu rivayette sorunun “Kur’an-ı Kerim niçin zamanın akıp gitmesiyle ve olayların gerçekleşmesiyle eskimediği” şeklinde olmaması çok ilginçtir. Çünkü soru, “Kur’an’ı kerim bu şekil değişikliklere rağmen nasıl yepyeni kalabilmiştir?” şeklinde sorulmuştur.

Yepyeni kalabilmek ile ölmemek farklı konulardır. Örneğin bir yemek, ev sıcaklığında kalarak da kullanılabilir özelliğini koruyabilir, eskime ve bozulma ile de karşılaşmayabilir. Ancak, aynı zamanda taptaze de olmayabilir. Çünkü eskime özelliği olan bir şey zorunlu olarak taptaze ve yepyeni kalamayacaktır.

İmam Sadık (a.s) da sorunun bu noktasına vurgu yaparak, “Kur’an-ı kerim’in toplumların değişmesine ve zamanın akıp gitmesine karşın, her zaman yeniliğini koruyacağını” buyurmuştur. Bu özelliğin sırrını, Allah kelamı olmasında bilmek gerekir.

Daha açık bir ifadeyle, zamanın akıp gitmesiyle dünyevi oluşumların, tazeliklerini ve yeniliklerini koruyabilmeleri olanaksızdır. Yazarın sanısına göre, bilimsel araştırmaların hiç birinin böyle bir oluşumu ispat etmeleri mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim semavi bir kitap olduğundan ve hakikati de maddi özelliklerden üstün olduğundan dolayı böyle bir özelliğe  sahip bulunmaktadır.

Başka bir rivayette de İmam Bakır (a.s), “Kur’an-ı Kerim bütün çağların ihtiyaçlarını nasıl karşılayabilir?” sorusunu başka bir şekilde açıklayarak şöyle buyurmuştur:

“Kur’an-ı Kerim, bir grup için inmiş olsaydı, onların ölmesiyle birlikte, onun ayetleri de ölecek ve Kur’an’dan geriye hiç bir şey kalmayacaktı. Ancak gökler ve yerküre yerlerinde oldukça Kur’an başından sonuna kadar (bütün ayetleri) yürürlükte kalacaktır. Kur’an’ı okuyan bütün toplumlar, Kur’an’a oranla ya hayır üzere ya da şer üzere olacaklardır.”[14]

İmam’ın (a.s) sözü “teori ve pratik” yasasına işaret etmektedir. Bu yasadan dolayı, hatta ayetler öncekilerin yaşam öykülerini ve Kur’an’ın iniş çağının olaylarını açıklamış olsa da yalnızca bu olaylarla sınırlı kalmamaktadır. Bütün zamanların olaylarının “özelliklerini belirlemek” yasasıyla da bireysel ve toplumsal sorunların üstesinden gelmektedir.

Mesela İmam Ali (a.s) kendini Araf suresinin 150. ayetinin reel örneği olarak görmektedir.[15] Ayet-i Kerimede şöyle buyurulmaktadır:

“Anamın oğlu! Bu topluluk beni zayıflattı ve neredeyse beni öldüreceklerdi.”

Yani İmam Ali de (a.s) Musa’nın (a.s) kardeşi Harun (a.s) gibi (Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra) insanları doğru yola ısrarla çağırmasına karşın, Ehli Beyt’in (a.s) velayetinden çıkmalarına engel olamadı. Aynı şekilde Harun (a.s) da Musa’nın (a.s) Kavminden ayrılıp Allah ile görüşmeye gitmesinden sonra İsrailoğullarının buzağıya tapmalarına, muhalefet etmesine ve doğru yola ısrarla çağırmasına karşın yoldan çıkmalarına engel olamamış idi.

İmam Bakır (a.s) da, “Kendileriyle savaşılanlara, zulme uğradıkları için izin verilmiştir. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye kadirdir” (Hacc suresinin 39. ayet) hakkında şöyle buyurmuştur: “Bu ayet, Muhacirler hakkında inmiştir. Ancak bizim hakkımızda da gerçekleşmiştir.”[16]

Dolayısıyla bir kişinin “ayetler, iniş çağının olaylarıyla ilgilidir. Bizimle alakası yoktur. Bizim hiçbir sorunumuzu gideremez” şeklinde sanısı, doğru olamaz. Tam tersine bu ayetlerden ehline sunulursa bütün zamanların sorunları için yararlanabileceği görülecektir.

5-Deliller ve Kanıtlardan Yararlanmak

Bazı kimseler akil ve nakil arasında fark olduğuna ve Kur’an-ı Kerim’in nakil olduğuna inanarak akıl temellerinin delil ve burhana, nakil temellerinin ise sözün sahibine dayandığını öne sürmüş olsalar bile Kur’an-ı Kerim, delil ve burhanının en güzelinden mükemmel ve yeteri ölçüde yararlanmıştır. Aslında Kur’an’ın evrensel oluşunun nedenlerinden biri de delile ve burhana dayanmış olmasıdır. Ancak Kur’an ile felsefik kitaplar arasındaki fark şudur:

Felsefik kitaplar akıla dayalı delillerden açık olarak yararlanmakla birlikte genelde de karmakarışık konuları içermektedir. Ancak Kur’an-ı Kerim, açık olarak belirtmekle birlikte, akıla dayalı en sağlam delillerden yararlanmıştır.

Bu konu akaid, ahkam ve ahlak konularında kendini daha iyi göstermektedir. Özellikle akaid konuları tamamıyla akıla dayalı meseleleri içermektedir. Hatta Kur’an-ı Kerim’in delilin az kullanıldığı ahlak ve ahkam konularında da muhataplarının anlayabilmesi için belli bir ölçüde delillerden yararlandığını bir kaç örnekle göstereceğiz.

Bazıları Kur’an’ın yaratıcının ispat edilmesi konusunda delil göstermediğini, Allah’a inanmayanların iddialarına değer vermediğini ve ayetlerin genellikle yaratıcının birliğinin ispatına dayandığını söylemişlerdir.[17] Bazıları da Kur’an-ı Kerim’in yaratıcının ispat edilmesi konusunda gaflet etmediğini ve kendisinin iddialarını ispat etmek için bir çok delilden yararlandığını söylemişlerdir.

Bu bağlamda, “Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise çok zengin ve çok övülendir” (Fatır suresinin 15. ayeti) ayetinde olduğu gibi bir çok ayet “imkan delili”ne işaret etmektedir.[18]

İmkan delili esasınca varlık, bir şey için, ya vacib, ya mümkün ya da imkansızdır. İmkan yasası şöyle diyor: Var olması mümkün olan her şey (var olabilmesi için) varlığı vacib olan şeye muhtaçtır. Varlığı yasak olan şeyin örneği yoktur. Dolayısıyla geriye, varlığı vacib olan şey ile varlığı mümkün olan şey kalmaktadır. Kur’an-ı Kerim, varlığı mümkün olan şeyi fakir olarak zikredip, Allah dışında olan herşeyin, Allah’a muhtaç olduğunu ilan etmiştir. Ölçüt’ü yalnızca yüce Allah’a ait olan varlığı vacip şey ise zengin olarak zikredilmiştir. Zengin, zenginliğini kendinden almış olmalıdır. Yüce Allah da kendi zatıyla zengindir. Yani varlığı kendi zatıyla vacibdir. Dolayısıyla bu ayet, aslında yaratıcının ispat edilmesine delil olmaktadır.

Aynı şekilde, “elçileri, gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında da mı şüphe var, dediler” (İbrahim/10) ayeti de “hudüs delili”ni açıklamaktadır. Hudüs deliline göre, zat olarak sonradan var olmuş (felsefik görüş) ya da zaman olarak sonradan var olmuş (kelami görüş) her şey, var olabilmesi için zat olarak kadim’e (Allah’a) ya da zaman olarak kadim’e (Allah’a) muhtaçtır.

Bir önceki ayet-i kerimede yüce Allah, göklerin ve yerin, yani varlıkların yaratıcısı olarak açıklanmıştır. Ayetin orjinal Arapça metninde geçen “fatır” kelimesinin anlamı da önceliği olmaksızın yoktan yaratmaktır.[19]

 “Göklerin ve yerin yaratıcısıdır.” (Bakara/117) ayeti de bir önceki ayete benzemektedir. Bu ayet, varlık aleminin bir zamanlar başlamış olduğunu ve zamanın yokluğun önüne geçmiş olduğunu göstermektedir. Bunun anlamı, zat ve zaman olarak sonradan var olan şeylerin anlamı doğrultusundadır. Bu görüş, zaman olarak sonradan var olan şeylerle, kelami görüşe daha yakındır. Dolayısıyla "Varlığı yokluktan yaratan Allah hakkında nasıl şüphe edilir?" şeklindeki buyruğun anlamı, "varlığı yokluğun önüne geçirerek hayat vermiştir." doğrultusundadır. İşte bu da "hudüs delili"dir.

Kur'an-ı Kerim, ahlak öğretilerinin ve konularının genelinde de delil ve burhan unsurlarından yararlanmıştır. Çünkü insanın sadece "Allah, ahlaki bir amel olduğunu söylemiştir" şeklinde düşünerek değil, tüm varlığıyla güzel olduğunu anlayıp yaşaması için delil ve burhan unsurlarından yararlanmıştır.

Örnek olarak kadınlarından hoşlanmayan erkeklerden, hoşlanmadıkları için kadınlara verdiklerini azaltmamalarını ve onlara zulüm etmemelerini isteyerek şu şekilde buyurmaktadır: "Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, Allah sizin hoşlanmadığınız bir şeyde bir çok hayır karar kılmış olabilir."

Nisa suresinin 19. ayetinde yer alan bu kısım, akıl deliline dayanan iktirani kıyastan şu şekilde yararlanılmıştır:

"Bazı kadınların dış görünüm olarak hoş olmamalarına karşın iç dünyaları iyi ve kalpleri temizdir” (küçük önerme). İç dünyası iyi ve bir çok faydası olan her şey, akıl açısından ilgi nedeni olur ve kabul görür (büyük önerme). Dolayısıyla, dış görünümleri hoş olmayan kadınları, gerçek iyiliğe sahip oldukları için kabul ediniz (vargı)."

Öte taraftan, iç dünyası iyi ve çok faydalı olan bir kadın ölçütü, belirgin olmayabilir. İnsan, dış görünümü hoş olmayan karısının, iç dünyası güzelliklerle dolu bir kadın ölçütü olduğunu göz önünde bulundurması gerekmektedir. Dolayısıyla, mantıklı olarak ona zulüm etmemeli, boşamamalı ve ondan ayrılmamalıdır.

Aynı şekilde, Hucurat suresinin 11. ayetinde alay etmeyi terk etme konusunda da böyle bir delilden yararlanılmıştır.

Ahkam konularında ise delilin ve burhanın varlığını sormak daha ciddi algılanmaktadır. Çünkü ahkam konuları kulluk ve ibadet konularını oluşturduğu için "felsefi yönünü ve hikmetini sormadan kabul etmek gerekir" şeklinde beyan edilmektedir. Kuşkusuz, bu açıklama bir çok konuda, özellikle ahkamın detay konularında doğrudur. Ancak ahkamın genel konularında ve Kur'an'ın fıkhında böyle değildir.

Kur'an ayetlerine bakıldığı zaman, bireysel ve toplumsal hükümlerin bir çoğu için delilden yararlanarak, akıl ve mantık açısından, bütün uygulamaların yararlarını ve zararlarını hekimce bir yöntemle şekillendirdiğini görmekteyiz. Öte taraftan, hükümlerin ayrıntıları için delilin olmayışı -örneğin sabah namazı, akşam namazı ve yatsı namazını yüksek sesle, öğle namazı ile ikindi namazını ise kısık sesle okumak hükmünde olduğu gibi- maslahat özelliği bulunmadığı anlamına gelmez. Çünkü felsefi yönünün açıklanmaması, bütün ahkami hükümlerin yararlarının ve zararlarının nedeninin anlaşılamayacağı ya da ihtiyaç olmadığı içindir.

Bu bağlamda "şer'i hükümler, akıl hükümleriyle uyumludur" ve "şeriatin hükmettiği her şeye, akıl da hükmeder" yasaları, usulcüler ve fıkıhçılar arasında çok meşhur yasalardır.

Şimdi bu konu hakkında bir kaç örneğe işaret edeceğiz:

Şüphesiz miras yasası şeriat yasalarının en karmaşık konularından biridir. Vahiy miras konusunu titiz bir şekilde biçimlendirmeseydi, insanın aklı, ölülerin mallarının bölüştürülmesi konusunda eksiksiz bir hüküm yasayamazdı. İslam hukuku yasalarının tamamı böyle olsa da Kur'an ve İslam'ın miras fıkhı, en seçkin burhanlardan biridir. Bunun nedeninin, Peygamber'in (s.a.a) risaleti ve vahiy ile aklın mükemmelleştirmesinin zorunluluğuna dayandırılabileceğini sanıyorum.

Günümüz  dünyasının yasalarının genelinin, Fransa yasalarından alındığını bilmekteyiz. Fransa hukuk yasaları da İslam hukuku yasalarından alınmıştır. Çünkü Napolyon Bonapart, uzun süren savaşlarından birisi olan Mısır halkıyla yaptığı savaşta, İslam hukuku yasalarıyla tanışmıştır. Sonra onun emriyle, Fransa hukuku yasaları İslam hukuku yasalarından esinlenerek yazılmasıyla sonuçlanmıştır.

Kur'an-ı Kerim, ölen kişinin mirasını, ölen kişiye olan yakınlık ölçüne göre verilmesini emrederek, Enfal suresinin 75. ayetinde şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın kitabına göre, kan akrabalarının bazısı bazısına daha yakındır. Allah her şeyi bilir"

İşte bu, akıllıca ve hekimce bildirilmiş bir yasadır. Çünkü ölen kişi, hayatta iken, varislerin ona olan yakınlık ölçüsüne göre hizmet ediyordu.

Öte taraftan, yakınlığı belirlemek bir çok konuda oldukça zor, hatta olanaksızdır. Ölen kişiye oranla baba ve oğul'un durumları bunlardan biridir. Sahi, baba ve oğuldan hangisi ölen kişiye daha yakındır? İşte burada da vahiy, Nisa suresinin 11. ayetiyle yardıma koşarak şöyle buyuruyor:

"Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz."

Yine, Kur'an-ı Kerim, cana can ya da beden uzuvları konusundaki bakara suresinin 179. ayetinde yer alan kısas yasasıyla da şöyle buyurmaktadır:

"Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır"

Bu konunun yalnızca Müslümanlarla sınırlı olmaması çok ilginçtir. Çünkü dünyanın bütün akıllılarına hitap ederek, "eğer kısas yasalaştırıldıysa sizin kendi hayatınız için yasalaştırılmıştır" şeklinde buyurulmuştur.

Her cani katil veya saldırgan, mazlum bir insanı öldürmeye ya da bedeninin bir organına zarar vermeye niyetlenecek, sonra öldürülen ya da yararlanan tarafın fidye kabul etmeyeceğini, dolayısıyla idam edileceğini ya da yara alan kişinin organı karşılığında organını kaybedeceğini göz önünde bulunduracak olursa, kısas yasası bu işi yapmaması için caydırıcı bir unsur olmuş olmaz mı?

Bugün, cana can kısas yasası, ülkemizde ve Müslüman ülkelerin bir çoğunda, cinayetlerin ve suç unsurlarının artmasında çok etkili olan kültürel, toplumsal ve ekonomik krizlerin yaşanmasına karşın uygulanarak çok olumlu sonuçlar elde edilmiştir. Ancak organa organ kısas yasasının uygulanmaması çok üzücüdür. Kuşkusuz kamu, bu ilahi yasanın hikmetini bilseydi, onu kabalık gibi çirkin manalarla karıştırmayacak, adalet mahkemleri ilahi yasaların uygulanmasına ayrımcılık yapmayacak, Kur'an-ı kerim'in fayda verici hükümlerinin balı herkesin ağzını tatlandıracak, hükümetin veya bazı yazarların böyle yasaları savunmaları yerine, halkın tamamı onun değerini ve önemini savunacaklardı. Bu yasa aynı şekilde, hırsızlık şartlarının tamamı gerçekleştiğinde, hırsızlığın kökünü kazımak ve başkalarına da ibret dersi vermek için hırsızın parmaklarını kesme yasasına benzemektedir.

Bu bağlamda, Kur'an-ı Kerim, bu yasanın uygulanmasını akılcılık olarak görmüş, toplumsal emniyetin ve huzurun kaynağı olarak tanımış ve "insanlara hayat verici" şeklinde zikrederek akıl sahiplerini muhatap almıştır.

Şimdi bu açıklamalardan sonra şöyle sormamız gerekmektedir:

Kur'an-ı Kerim, akide, ahlak ve ahkam konularındaki öğretilerini, muhtaplarına mantıklı delillerle açıklamak yerine, güçlü padişahların sözlerine benzer emirlerle açıklasaydı, bu şekil evrensel kalabilir miydi? On dört asır geçtikten sonra, insanlar için nur ve başvuru kaynağı olabilir miydi?

6-Yaratılış İlkelerine Dayanmak

Fıtrat, insanın yaratılışının özüdür. Varlığının esası onunla şekillenmiştir. Rum suresinin 30. ayetinde "Allah'ın fıtratı, insanları o fıtrat üzere yaratmıştır" şeklinde buyrularak, insanların canlarında fıtratın var olduğu açıklanmıştır. Araf suresinin 172. ayetin de müfessirlerin bir çoğuna göre, Allah'ın birliği konusunda insanlardan fıtrat diliyle söz alınmıştır.

İmam Ali (a.s) Nehc'ül-Belağa'da Peygamberlerin programlarından birinin de ilahi fıtrat sözü alınması olarak açıklamış ve şöyle buyurmuştur: "Onlardan fıtri söz alınmıştır."[20]

Genel olmak, evrensel olmak, öğrenmek ve öğretmeye ihtiyacı olmamak, doğru ve açık olmak ... gibi nitelikler fıtratın özelliklerindendir.

Örnek olarak bilim adamları, güzeli tanıma ve güzeli sevme duygusunun insanın fıtratıyla ilgili olduğuna inanmaktadırlar. Yani bütün insanlar, bu duygudan yararlanma konusunda ortaktırlar. Bu duygu, bütün insanların hayatında vardı ve var olacaktır. Yazma ve okuma duygusunu öğrenmeye ve öğretmeye ihtiyaç yoktur. Böyle duygular asla hata yapmaz. Bir oluşumu doğru algılamaksızın, güzel olarak değerlendirmez.

Allah'a inanma ve adalet isteme duyguları da böyledir. Fıtrat, bazen insanın özü ve kalbin dili olarak da anılmaktadır. Akıl ve fıtratın farkını şöyle açıklamak mümkündür:

Fıtrat, insan ruhunun derinliklerinden gelen bir sestir. Akıl ise, dış dünyayı tanıma vesilelerinin temelidir. İnsan, akıla dayalı deliller sonucunda şek ve şüphe bataklığından kurtulabilmesine karşın, huzur ve güvenden yoksundur. Ancak fıtrata bağlı duygular, kesin olmasıyla birlikte huzur vericidir. Akıl ve burhan, insanların fikirsel yeteneklerinin farklı olmasından dolayı, genellikle herkes tarafından anlatılabilinen ve anlaşılabilinen şeyler değildir. Ancak, fıtrat dili çok sade, karışık olmayan, herkes tarafından anlaşılabilinen şeylerdir.

Öte taraftan, burhan ve deli'in oluşum nedeni olmaları çok azdır. Örneğin ahlaksal eğitim konularında gerekli verimden yoksundur. Ancak fıtrat dili, ahlaksal özellikleri geliştirme ve insan yetiştirme konusunda çok etkileyicidir. Kur'an-ı Kerim ve sünnet, fıtratın üstün özelliklerinden dolayı, ondan çok yararlanmıştır.

Kafi'nin tevhid kitabında yer alan bir rivayete göre İmam Sadık'ın (a.s) zamanındaki ateistlerinden olan Ebu Şakir isimli biri, İmam'dan (a.s) yaratıcıyı tanıtmasını ister. İmam (a.s) çocuklarının birinin elinde olan kuş yumurtasından yararlanarak, tavus gibi güzel bir kuşun oluşumunun aşamalarını ve bu tabii oluşumun hayret verici yasalarını beyan ederek, Ebu Şakir'in alemlerin yaratıcısı ve düzenleyicisi olan Allah'a iman etmesine neden olur. Aslında "düzen burhanı"ndan faydalanmak ve küçük bir varlık konusunda derinlemesine düşünmek, yaratıcıyı ve düzenleyiciyi ispat etmektedir. İşte burada akıl ve burhan yönteminden yararlanılmıştır.[21]

Yine birgün adamın birisi, İmam Sadık'ın (a.s) yanına gelerek aynı soruyu sordu. İmam (a.s) ona şöyle sordu:

“Gemiye binmedin mi? Gemi denizin ortasında şiddetli fırtınadan dolayı batma tehlikesiyle karşı karşıya geldiğinde boğularak ölmeyi düşünmedin mi? O anda, ruhunun derinliklerinde, çaresizliğinden ve ümitsizliğinden haberdar olan, aynı zamanda seni kurtarmaya kadir olan bir gücün sesini duymasını ve bilmesini istemez misin?

Soru soran kişi, İmam'ın (a.s) sözünün hakk olduğunu anladı. Çünkü o, fırtına olayı ile karşı karşıya gelince, böyle hissetmiş ve her şeye kadir olan güçten kendisini kurtarmasını istemişti.

İmam (a.s) "Evet o beklentisi içinde olduğun güç ve kudret, senin ilahındır" dedi.[22]

Bu dil, fıtrat dilidir. Ebu Şakir, kelamcı, burhancı ve delilci idi. Dolayısıyla, İmam (a.s) da onunla akıl ve burhan dili ile konuştu. Ancak ikinci kişi, sıradan bir insandı. İmam (a.s) onunla fıtrat dili üzere konuşmayı uygun gördü. Fıtrat ve akıl dilleri değerlendirilmediği zaman, fıtrat dilinin daha tatlı, daha etkileyici ve daha güçlü olduğu görülmektedir.

Kur'an-ı Kerim de bu dilin olgunluğundan gerekli ölçüde yararlanmıştır. Bu konu, Lokman suresinin 31 ve 32. ayetlerine dikkat edilirse daha güzel anlaşılacaktır.

"Size bir kısım ayetlerini göstermek için Allah'ın nimetiyle gemilerin denizde gittiğini görmedin mi? Şüphesiz bunda sabreden ve şükreden herkes için ibretler vardır. Onları gölgeler gibi dalga sardığı zaman, dini yalnız kendisine has kılarak Allah'a yalvarırlar. Fakat o, onları kurtarıp karaya çıkarınca içlerinden bir kısmı orta yolu tutar. Ayetlerimizi gaddarlardan başkası inkar etmez."

Açıkça görüldüğü gibi ilk ayette "düzen burhanı"na işaret edilmektedir. Ancak ikinci ayette, fıtrat dilinden yararlanılmıştır. Yani insanlar refah içinde, rahat ve normal bir durumda yaratıcılarından gafildirler. Ancak, deniz yokluğundan kara bulutlar gibi dalgalarla karşı karşıya gelince ve bütün kurtuluş yollarından ümitleri kesilince, Allah'ı anmaya başlayarak samimice ondan yardım istemektedirler. İşte bu, çaresizlik anlarında kendini gösteren şey, kısılmış fıtratın sesidir. İnsanlar ruhlarının derinliklerinde Allah'ı tanımaktadırlar. Aynı zamanda onu, bilen güçlü, iyilik sever ve... olarak tanımaktadırlar. Ancak günlük yaşamın neşesi içinde bütün mutlulukların maddi nedenlere bağlı olduğunu sanarak, yaratıcısını unutmaktadırlar.

Merhum Salih Mazenderani, Allah'ı tanıma konusunda İmam Sadık'tan (a.s) nakledilen bir rivayetin şerhinde Allah'ı tanımanın yollarını akıl, fıtrat ve marifet olmak üzere üç kısma ayırmıştır. İsra suresinin 67. ayetinde "Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolur. Ancak sizi kurtartıp karaya çıkarınca yine yüz çevirirsiniz. İnsan nankördür" şeklinde yer alan buyruğu da fıtrata bağlı tanıma olarak açıklamıştır.[23]

Onun bu kısımlandırmasının gerçekten çok doğru ve mantıklı olduğu anlaşılmaktadır.

Kur'an-ı Kerim, ahlaksal öğretilerin açıklanması konusunda da bazen fıtrat dilinden yararlanmıştır. Örnek olarak, Kur'an-ı Kerim hucurat suresinin 12. ayetinde gıybet etmenin çirkin olduğunu muhatablarına göstermek için fıtrattan yararlanarak, fıtratın güzelden hoşlandığını ve çirkinden nefret ettiğini açıklayıp şöyle buyurmuştur:

"Birbirinizi çekiştirmeyin. Hangi biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemeyi ister? İşte bundan iğrendiniz. Allahtan sakının. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul eden, çok merhametli olandır."

Kur'an-ı Kerim, gıybet etmeyi (çekiştirmeyi) ölü etini yemek olarak tanıtmıştır. Sağlıklı bütün insanların fıtratı da böyle bir durumu çirkin ve iğrenç bilir ve onu terkeder.


[1] Tefsir-i Emsal-i Kur’an, s. 65-66, H.Ş. 7 Mordad 1357 (28/5/1978) sayılı İttilaat gazetesinden naklen 

[2] A.g.e. s. 78

[3] Nehc’ül-Belağa, 18. hutbe

[4] Bihar’ul-Envar, c. 23, s. 197; Besair’ud Derecat, s. 223

[5] Nehc’ül-Belağa, 198. hutbe

[6] Tefsir-i Safi, c. 5, s. 393; Tefsir-u Nur’is-Sekaleyn, c. 5, s. 6 ve 7

[7] Aynı şekilde Kafirun suresinin, Kur’an-ı Kerim’in dörtte biri olduğu şeklinde rivayet nakledilmiştir. Kâfi, c. 2, s. 621; Uyun-i Ahbar’ir-Rıza, c. 1, s. 41

[8] İmam Humeyni’ye göre hidayet kitabı Kur’an-ı Kerim, s. 157 ve 158

[9] Kehf suresinin 22. ayeti bu noktaya değinerek “Onlar hakkında, yüzeysel tartışma hariç, derin münakaşaya girme” şeklinde buyurmuştur.

[10] Ahzab suresi, 37. ayeti

[11] Daha çok bilgi için b.k.z Temhid fi Ulum-i Kur’an, c. 6. s. 6. Ayetullah Marifet bu bilimsel konuları “İşarat-i Abire” adıyla anmıştır.

[12] Mecme’ul-Beyan, c. 6, s. 190; el-Mizan, c. 12, s. 324

[13] el-Hayat, c. 2, s. 147

[14] a.g.e. s. 146-147

[15] Nur'us Sakaleyn, c. 2, s. 73

[16] Bihar'ul Envar, c. 24, s. 22; Mecme'ul Beyan, c. 7, s. 156

[17] Mearif-i Kur'an, 1/3: s. 24

[18] İlahiyyat, c. 1, s. 69; Peyam-i Kur'an, c. 3, s. 47-51

[19] en-Nihaye Fi Garib'il-Hadis ve’l Eser c. 3, s. 457

[20] Nehc'ül-Belağa, 1. hutbe

[21] Kafi, c. 1, Kitab'ut-Tevhid, Bab-u Hudus'il-Alem, 4. hadis

[22] et-Tevhid, s. 231, Bihar'ul-Envar, c. 3, s. 41

[23] Şerh-i Usul-i Kafi, c. 3, s. 9