Kur’an Okumanın Önemi

 Zikrin canlı örneklerinden biri olan Kur’an okuma, büyük bir öneme sahiptir. Zikir ve Kur’an, insana öyle bir güç verir ki, insan bu güç sayesinde günaha düşmez. İnsanın kemal ve olgunluk yönünde ilerleyebilmesi için erdemleri kuşanması gerektiği gibi, ruhunu kötü huylardan arındırması da kaçınılmazdır. İşte bu bağlamda zikir ve Kur’an çok uygun bir etkendir.

Yüce İslam Peygamberi (s.a.a), Ebuzer-i Gifari’ye hitab ettiği bir hadisinde, Kur’an okumayı ve yüce Allah’ı anmayı tavsiye ederek şöyle buyurmaktadır:

Ebuzer şöyle rivayet etmektedir: “Allah Resulünden (s.a.a), bana tavsiyede bulunmasını istedim. Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.a) buyurdu: "Allah’tan sakınmayı sana tavsiye ederim; çünkü Allah’tan sakınma, her şeyin başıdır."

Daha fazla tavsiyede bulunmasını istedim. Allah Resulü (s.a.a) buyurdu: Çokca Kur’an oku ve Allah’ı zikret.

Yine tavsiye etmesini istedim; ve Allah Resulü (s.a.a) buyurdu: "Uzun süreli susmaları seçmelisin."

Başka tavsiyelerini istedim ve buyurdu: "Çok gülmekten sakın."

Yine tavsiye istedim ve buyurdu: "Yoksulları sevmeli ve onlarla haşır-neşir olmalısın.

Yine tavsiye etmesini istedim ve buyurdu: "Hakkı söyle, her ne kadar acı da olsa."

Yine tavsiyede bulunmasını isteyince Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: "Allah yolunda (olduğun sürece) hiçbir kınayıcının kınamasından korkma.”

Allah Resulü (s.a.a) bu yüce irfani reçetede bazı kilit noktaları Ebuzer’e tavsiye etmektedir:

1-Takva edinme (Allah’tan sakınma)

2-Kur’an okuma ve Allah’ı zikretme

3-Uzun süreli suskunluk

4-Gülmeyi azaltma

5-Yoksulları sevme ve onlarla birlikte olma

6-Hakkı söylemek ve hakka uymak

7-Allah yolunda, düşüncesiz insanların kınmasından korkmamak

[Bildiğiniz üzere bu reçetenin her bir maddesi, hacimli bir kitap konusunu teşkil etmektedir.]
Kur’an okumanın öneminden dolayı namaz farz kılınmıştır. Gerçekte namazın farz oluş nedenlerinden biri, Kur’an’ın korunması ve okunmasıdır; Kur’an okumanın faydaları da namazın kılınmasıyla gerçekleşmiş olur.

Bu bağlamda İmam Rıza’dan (a.s) rivayet edilen bir hadis şöyledir:

 “İnsanların namazda Kur’an okumaya emrolunmalarının nedeni Kur’an’ın terkedilmemesi, unutulmaması, zayi edilmemesi, korunması ve meçhul kalmamasıdır. Namazın sadece Hamd (Fatiha) sûresiyle başlamasının nedeni de Hamd (Fatiha) sûresindeki hayır ve hikmetin hiçbir sûrede ve hiçbir sözde mevcut olmayışıdır. Çünkü yüce Allah’ın ‘el-hamdu lillah’ buyruğu, kulları üzerine farz kıldığı şükrün yerine getirilişini ifade etmektedir.

‘Rabb’il alemîn’; Allah’ı birleme ve övgüdür ve O’ndan başka yaratıcı ve malik olmadığını ikrardır.

‘Er-Rahman’ir Rahîm’; yüce Allah’ın bütün varlıklara (bahşettiği) nimetleri hatırlatmaktadır.

‘Malik-i yevm’id din’; yeniden dirilişi, hesaba çekilişi ve yüce Allah’ın hem dünya ve hem de ahiretin maliki olduğunu kabullenmedir.

‘İyyake ne’budu’; hem Allah’a rağbet ve yakınlığı, hem de amellerin sadece Allah için olması gerektiğini ifade etmektedir.

‘İyyake nesteîn’; ibadette başarıyı, ilahi nimet ve yardımların idamesini talep etmektir.

‘İhdine’s sirat’el musteqim’; dinî hidayet, ilahi halata tutunma ve alemlerin Rabbini daha çok tanıma dileğidir.

‘Sirat’ellezine en’amte aleyhim’; hem istek ve dileğe vurgudur, hem de yüce Allah tarafından evliyalara verilen nimetlerin anılışıdır ve aynı zamanda da o nimetlere duyulan rağbeti gösterir.

‘Ğayr’il meğdubi aleyhim’; Allah’ı, emir ve yasaklarını hafifseyen inatçı kafirler zümresinde olmaktan Allah’a sığınmaktır.

‘Ve le’d dâllîn’; bilinçsizce Allah’ın yolundan sapan ve iyi iş yaptığını zannedenlerden olmamak üzre Allah’a dayanmak ve tevekkül etmektir.

Böylece Hamd (Fatiha) sûresi, hiçbir sûre ve kelamın içermediği dünya ve ahiret hayır ve hikmetlerini içermektedir.”

Bu hadis-i şerif üzerinde yoğunlaşmak ve bazı noktalara değinmek gerekir:

1-İmam Rıza’nın (a.s) ‘Bismillahirrahmanirrahim’ hakkında her hangi bir şey buyurmamasının nedeni, ‘Bismillahirrahmanirrahim’ cümlesinin her sûrede var oluşudur; her ne kadar her sûredeki ‘Bismillahirrahmanirrahim’ başlı başına bir ayettir ve kendine has bir manası vardır.
   2-Bu hadisin Hamd (Fatiha) sûresine getirdiği yorum itibariyle bu sûre, şu konuları içermektedir: Şükür, tevhid inancı, Allah’ın rab oluşu ve malikiyeti, yüce Allah’ın Rahmanî ve Rahimî nimetinin anılışı, ölüm sonrası dirilişe ve hesaba ikrar, yüce Allah’a yakın olma istek ve rağbeti, yalnız Allah için amel etme, ibadette başarıyı ve dinî hidayeti yüce Allah’tan dileme, Allah katından evliyalara verilen nimetlerin anılışı ve bu nimetlere duyulan meyil ve rağbet, sapıkların yol-yordamından sakınma.
   3-İmam Cafer-i Sadık (a.s), Hamd (Fatiha) sûresinin fazileti hakkında şöyle buyurmuştur:

“Hamd sûresi yetmiş defa bir ölüye okunsa ve ölü de ruhunun geri gelmesiyle dirilecek olsa, buna şaşırmamak gerek.”

 Mufazzal b. Ömer şöyle rivayet etmektedir:
“İmam Cafer-i Sadık’ın (a.s) huzuruna hasta birinigetirdiler. İmam (a.s), hastaya hitapla buyurdu: Rengin neden böyle kaçmış, perişansın?

Hasta dedi: Bir aydan beridir ki ateşim var.
İmam (a.s) buyurdu: Gömleğinin düğmelerini aç ve gömleğini başına geçir; ezan ve ikame oku ve yedi defa da Hamd (Fatiha) sûresini oku!

Hasta şahıs, İmamın (a.s) buyurduklarını yerine getirdi ve şifa buldu.”
Amaca ulaşmak ve belaları defetmek için Cumartesi 70, Pazar 60, Pazartesi 50, Salı 40, Çarşamba 30, Perşembe 20 ve Cuma günü ise 10 defa Hamd (Fatiha) sûresi okunur.

Hamd (Fatiha) sûresini hatmetmenin bir diğer yolu da şöyledir:
Cuma gününden başlayarak 41 gün boyunca her gün 41 defa Hamd (Fatiha) sûresi okunur. Hamd sûresinin bitiminden sonra da 13 defa şu dua okunur: “Ya mufettihu fettih, ya muferricu ferric, ya musebbibu sebbib, ya museyyiru yessir, ya musehhilu sehhil, ya mutemmimu temmim.”
Yüce Peygamberimiz (s.a.a) hem şefaat edicidir ve hem de şikayetçi. Peygamberimiz (s.a.a), Kur’an’ı terkedenlerden ve itina göstermeyenlerden şikayetçi olacaktır. Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

 “Ve Peygamber, yâ Rabbi dedi, bu kavmim, şu Kur'ân'ı ihmâl etti, terkedilmiş bir hale getirdi.”

Ayette geçen “resul” kelimesi ile kastedilen şahıs, yine ayetteki Kur’an kelimesinin varlığı hasebiyle yüce İslam Peygamberidir (s.a.a).

Ayet hakkında değinmem gereken bir diğer nokta da, kıyametin gerçekleşmesinin kesin olduğundan dolayı gelecek zaman kipi (yegulu) yerine, geçmiş zaman kipinin (gale) ayette kullanılmış olmasıdır.

Bir başka hadis şöyle buyurmaktadır:
“Kiyamet günü üç grup şikayetçi olacaktır: Bir toplumun içindeyaşayan, ancak ilminden ve amelinden faydalanılmayan alimler; layıkıyla kullanılmayan ve terkedilen camiiler; tilavet edilmeyen Kur’an-ı Kerim.”

Aslında bu hadis, çok yüce bir irfanî noktaya temas etmektedir. Bahsi edilen nokta şöyle izah edilebilir:
Din görüngesinde zaman, mekan ve Kur’an da dahil olmak üzere bütün varlıklar, insanların çoğunda mevcut olmayan masumâne bilinç, algı ve anlama gücüne sahiptirler.

Bu esas doğrultusunda kıyamet günü zaman, mekan ve Kur’an’ın şahitliği geçerli ve makbuldür. Varlıkların tanıklığının Allah katından kabul edilişi ise, bu varlıkların dünyada olup biten olayları masumâne (hataya düşmeksizin) algıladıklarını kanıtlamaktadır.
Hem yerde hem gökte olan her zerre

Seninle konuşur her gün her gece

Biz duyar, görürüz ve algılarız

Namahrem sizlerle biz konuşmayız

Cansızlığa doğru gidecekseniz

Cansiz cana mahrem olamazsınız

Cansızlıktan cana doğru can olun

Her zerrenin zikir sesini duyun

 Kur’an Okumanın Getiri Ve Bereketleri

 Her zaman, her yerde, bütün hallerde ve özellikle de Kur’an’ın indiği mübarek ramazan ayında Kur’an okumak çok iyidir.

İmam Muhammed-i Bakır (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Her şeyin bir baharı vardır; Kur’an’ın baharı ise ramazan ayıdır.” [1]

1- Kur’an-ı Kerim, insanı üstün melekler seviyesine yüceltir ve insan ile cehennem arasında engel olur.

İmam Cafer-i Sadık (a.s) konuyla ilintili olarak şöyle buyurmaktadır:

 “Her kim genç yaşta ve iman halinde Kur’an okursa, Kur’an onun et ve kanına karışır; yüce Allah böyle birini üstün meleklerle birlikte kılar ve Kur’an da cehennem ateşiyle onun arasında engel olur. Kur’an şöyle der: ‘Allah’ım! Bana amel edenin dışında her kes yaptığının mükâfatını aldı; öyleyse bunu da mükâfatların en güzeline ulaştır.’

Yüce Allah, o insana iki altın cennet elbisesi giydirilmesini, başına keramet tacı konulmasını emreder ve sonra da Kur’an’a şöyle buyurur: ‘Sana amel edene verdiğimizden razı oldun mu?’
      Kur’an arz eder: ‘Allah’ım! Ben, bana amel eden kimse için daha fazlasını isterim.’
Bunun üzerine yüce Allah, şahsın sağ eline güvence ve sol eline de ebedîliği verir. (Kur’an’a amel eden) şahıs böylece cennete girer ve ona şöyle hitap edilir: ‘Kur’an oku ve makamını yücelt.’

Yüce Allah, Kur’an’a buyurur: ‘Sana amel eden şahısa verdiklerimizden razı oldun mu?’
Kur’an, ‘Evet’ der.”[2]
-Kur’an bir insanın ruhuna işleyecek olsa, cehennem ateşini emrine alır ve cehennem ateşi ona eziyet etmez.
-Kur’an, Kur’an’ın saygısını gözeten kimsenin makamını yüceltmek ister.
-Kur’an kiyamet günü altın elbise olur; elbise, insanı olumsuzluklardan koruduğuna göre cennet elbisesi de ahiret aleminin olumsuzluklarından korur.
-İnsan okuduğu ve uyduğu her ayet karşılığında kiyamet günü bir makam kazanır.

2-Kur’an-ı Kerim, gerçek anlamıyla kendisini okuyan kimseye alçak gönüllülük, bağlılık, yücelik, izzet ve ziynet kazandırır ve Kur’an’ı hatmeden kimseye de teyidî peygamberlik nimeti verilir.
Yüce Allah Resulü (a.s), bu bağlamda şöyle buyurmaktadır:

Kuşkusuz ki gizlide ve açıkta alçak gönüllü olmaya daha liyakatli olan kimse, Kur’an taşıyıcısıdır; gizlide ve açıkta namaz kılmaya ve oruç tutmaya daha layık olan kimse, Kur’an taşıyıcısıdır.

Bu sırada yüce Peygamberimiz (s.a.a) yüksek sesle şöyle buyurdu: Ey Kur’an taşıyıcıları! Kur’an sayesinde alçak gönüllü olun ki Allah sizi yüceltsin; Kur’an taşıyıcısı olmakla böbürlenmeyin ki Allah sizi zelil eder. Ey Kur’an taşıyıcısı! Allah için Kur’an sayesinde güzellik edin ki Allah seni onunla süslesin; Kur’an’ı alet edinerek kendini insanlara güzel gösterme ki Allah seni çirkin kılar. Kur’an’ı hatmeden kimsenin göğsüne adeta peygamberlik yerleştirilir, ancak ona vahiy gelmez.”[3]

Uyarı: Peygamberlik iki kısımdır: Teşriî peygamberlik ve teyidî peygamberlik. Teşriî peygamberlik, nebi ve peygamberlerin özelliklerinden olup yüce İslam Peygamberinin (s.a.a) peygamberliğiyle son bulmuştur. Teyidî peygamberlik ise peygamberlerin özelliklerinden olmadığı için hem Peygamberimizin (s.a.a) döneminden sonra ve hem de Peygamberimizin (s.a.a) kendi döneminde melek ile bu tür irtibat halinde olan insanlar vardı.

İmam Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

 “Ben çocukluk dönemimde yüce Peygambere (s.a.a) demiştim ki: ‘Ey Allah’ın Resulü (s.a.a)! Bu nâle, inilti sesi nedir?’ Allah Resulü (s.a.a), ‘Bu, şeytanın nâlesidir.’ buyurmuş ve sonra da şöyle devam etmişti: Ey Ali (a.s)! Benim duyduğum her şeyi duyuyor ve gördüklerimi de görüyorsun; ancak şu var ki sen peygamber değilsin.” [4]

Yüce Allah Resulü (s.a.a) yine konuyla ilintili olarak şöyle buyurmaktadır:

“Eğer gönüllerinizin dağınıklığı ve çok konuşmanız olmasaydı, mutlaka siz de benim duyduklarımı duyardınız.”[5]

Yüce Peygamberimiz (s.a.a) bir diğer hadisinde ise şöyle buyurmuştur:

“Kur’an’ın üçte birini okuyan kimseye adeta peygamberliğin üçte biri verilmiş olur; Kur’an’ın üçte ikisini okuyan kimseye adeta peygamberliğin üçte ikisi verilmiş olur; Kur’an’ın tümünü okuyan kimseye ise adeta peygamberliğin tümü verilmiş olur.”[6]

3-Kur’an okumak hafızayı güçlendirir. Yüce Allah Resulü (s.a.a), İmam Ali’ye (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Ey Ali! Üç şey hafızayı güçlendirir ve balgamı yok eder; süt, misvak ve Kur’an okumak.”[7]

4-Kur’an okumak, vatanında bulunanların mertlik/cömertliğidir:

“İmam Cafer-i Sadık’ın (a.s) huzurunda mertlik/cömertlikten bahsediliyordu. İmam (a.s) buyurdu: ‘Mertlik/cömertliğin günah ve kötülükle ilintili olduğunu mu zannedersiniz? Bilesiniz ki mertlik/cömertlik; bahşedilen yemektir, güzel şeylerin bahşedilmesidir, insanlara eziyet etmemektir.’ Daha sonra da buyurdu: ‘Mertlik/cömertliğin ne olduğunu söyleyin!’
     İmamın (a.s) huzurunda bulunanlar, ‘Biz bilmiyoruz.’ dediler.
Bunun üzerine İmam (a.s), ‘Andolsun Allah’a! Mertlik/cömertlik, insanın sofrasını evinin eşiğine yaymasıdır ve mertlik/cömertlik iki kısımdır: Vatanda mertlik/cömertlik, yolculukta mertlik/cömertlik.
Vatanda mertlik/cömertlik; Kur’an okumaktır, mescidin ayrılmazı olmaktır, ihtiyaçların giderilmesinde din kardeşlerinin yanında yer almaktır.
Yolculukta mertlik/cömertlik ise; bol ve güzel yol azığı götürmek, onları yol arkadaşlarına vermek, yolculuğun bitiminden sonra da onların durumunu başkalarına açmamak ve yüce Allah’ı gazaplandırmayan hususlarda şaka yapmaktır.’ buyurdu.”[8]

 Kur’an Okumak, Dostun Kitabını Okumaktır

Kur’an okumak, dostun kitabını okumak ve onu anmak olduğu için insana zindelik, mutluluk, neşe ve gençlik verir. Yüce Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:
“Aradığım dostluğu Kur’an okumakta buldum.”[9]

İmam Zeyn’ül Abidin (a.s), Kur’an’a duyduğu dostluğu ve alışıklığını şöyle buyurmaktadır:
“Kur’an benimle birlikte olduğu müddetçe, doğu ve batıarasındaki insanlar ölse bile korkuya kapılmam.”[10]

İmam Cafer-i Sadık (a.s), yüce Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Doğrusu ben, Kur’an okuduğum zaman yaşlanmadığıma şaşarım.”[11]

Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

“İnananlar, öyle kişilerdir ki Allah'ı anmakla yatışır, kuvvetlenir gönülleri. İyice bilin ki gönüller, Allah'ı anmakla yatışır, kuvvet bulur.”[12]

Hafız-ı Şirazî şöyle der:

“Yaşlandım, gönlüm yoruldu ve güçsüz düştü isem de
      Senin cemalini andığım her an gençleştim ben”

Mevlana Celaleddin şöyle demektedir:

“Dostları anmak dosta hoş gelir  Özellikle bu Leyla ve o Mecnun ise.”

 Baba Tahir’in tabiri ise şöyledir:

“Hayalini gece aldığımda koynum Seher yatağımdan gül kokusu gelir.”

Yüce Allah Resulü (s.a.a), insanların fazilet ve üstünlük ölçüsünü Kur’an ekseninde arar ve bunu pratize ederdi:

“Ebu Übeyde şöyle diyor: İmam Cafer-i Sadık’a (a.s), bazı dostlarımızın namaz vaktine kadar bir araya toplanmaları ve namaz vakti gelince de birbirlerine ‘Filani, sen öne geç (namaz kıldır).’ demeleri hakkında sordum. İmam (a.s), ‘Allah Resulü (s.a.a) daha çok Kur’an okuyanı öne geçirirdi; Kur’an okumada eşit oldukları zaman daha önce hicret edeni öne geçirirdi; aynı zamanda hicret etmiş olsalardı yaşça daha büyük olanı öne geçirirdi; aynı yaşlarda oldukları taktirde ise din hususunda daha bilgili olanı öne geçirirdi.’ buyurduktan sonra şöyle devam etti: Hiçbiriniz ev sahibinden öne geçmeyin.”[13]

 İmam Ali (a.s), hırsızlık yapmış olan Kur’an okuyucusunun elini, Kur’an’ın ihtiramına kesmemişti. Bu husustaki rivayet şöyledir:
“İmam Ali’nin (a.s) huzuruna gelen bir insan, hırsızlıkyapmış olduğunu itiraf etti.
İmam Ali (a.s) adama, ‘Kur’an’dan okuduğun bir şey var mı?’ sordu.
Adam, ‘Bakara sûresini okurum.’ dedi.
İmam Ali (a.s), ‘Bakara sûresinin ihtiramına kolunu bağışladım.’ buyurdu.
Eş’as, İmam Ali’ye (a.s) dedi: ‘Allah’ın belirlediği cezayı mı askıya alıyorsun?’
İmam Ali (a.s), ‘Sen bilmiyorsun. Eğer birinin hırsızlık yaptığına dair kanıt getirilirse, imam cezayı affedemez; ama eğer şahsın kendisi itiraf edecek olsa, imam dilerse cezayı affeder veya şahsın elini kesmek suretiyle cezayı uygular.’ buyurdu.”

 Kur’an Okumak, Gönüle Parlaklık Verir

Kur’an okumak, insanın gönlüne parlaklık kazandırır.
Kur’an-ı Kerim zikirdir. Kur’an bu alanda şöyle buyurmaktadır:
“Şüphe yok ki Zikr’i (Kur'ân'ı) biz indirdik ve şüphe yokki onu mutlaka koruyacağız.”[14]

Bu alandaki bir diğer ayet şöyle buyurmaktadır:

“Ve biz, ona şiir belletmedik ve bu, ona yakışmaz da; bu, ancak bir zikirdir (öğüttür) ve her şeyi açıklayan Kur’ân.” [15]

Zikir konusuna girmeden önce bir giriş bölümü sunmak durumundayım: İlahi bir ayna konumunda olan gönül, ancak günah pasından arındıktan sonra gaybı yansıtma gücüne sahip olabilir. Kur’an-ı Kerim, kiyamet de dahil olmak üzere hakikatlerin kafirler tarafından yalanlanmasının günah kökenli olduğunu ve bunun da hak ve hakikati görmemeye neden olduğunu şöyle buyurmaktadır:

“Vay hallerine o gün yalanlayanların. Onların ki yalanlarlardı cezâ gününü. Ve o günü, yalnız haddini aşan ve boyuna suç işleyip duran kişiler yalanlarlar. Onlara âyetlerimizi okuyunca derler ki: Öncekilere âit masallar. İş öyle değil, hayır, kazandıkları şeyler, üstüste kalplerine yığılmıştır da kalpleri pas tutmuştur. İş öyle değil, hayır, şüphe yok ki onlar, o gün elbette Rablerinin lütfünden, bir perdeyle, bir engelle uzak kalırlar.” [16]
Bilir misin aynan niye berrak değil?

Çünkü yüzündeki kir-pas alınmamıştır

Saf bir göğüse sahip olan

Gaybî resimlere ayna olur

Bizim sırrımız şüphesiz ki kesindir

Çünkü mümin Mümin’in aynasıdır.[17]

Gönüle işleşmiş pası temizlemenin ve arındırmanın etkenleri şöyle sıralanabilir:

a-Gönüle parlaklık kazandırma vesilesi olan “takva”:

Müminler Emiri İmam Ali (a.s) bu hususta şöyle buyurmaktadır:

«“Kuşkusuz ki ilahi takva (Allah’ın emirlerine uyma ve yasaklarından sakınma), gönüllerinizdeki hastalığının ilacıdır; kalplerinizdeki körlüğün basiretidir/görüş gücüdür; bedenlerinizdeki hastalığın şifasıdır; göğüslerinizdeki fesadın islahıdır; canlarınızdaki pisliklerin temizleyicisidir; gözlerinizdeki karanlığa aydınlıktır; kalplerinizin ıstırabına emniyet vericidir ve (cahillik) karanlığınızın siyahlığına nur yansıtıcıdır...” [18]

b-Gönül pasını gideren etkenlerden bir diğeri; “nefsini arındırmış erlerin nasihatını dinlemek, onların maiyetinde bulunmak, görüşmek, konuşmak ve haşır neşir olmaktır”.

Mevlana bu hususta şöyle demektedir:

 Gönül gıdasını şimdi ver bir gönül ehlinden

Git de devleti devlet sahibi nezdinde ara [19]

Hafız-ı Şirazî şöyle demektedir:

Şahlık aynası olan gönül tozlanır bazen

Allah’tan dilerim aydınlıkla birlikteliği

Müminler Emiri Ali’nin (a.s) bu alandaki buyruğu şöyledir:

“Nasihatler, canların berraklığı ve gönüllerin parlaklığıdır.” [20]

Yüce Peygamberimizin (s.a.a) buyruğu ise şöyledir:

“Birbirlerinizle müzakere edin, görüşün ve konuşun; çünkü (semavî) söz, gönüllere parlaklık verir. Şüphesiz ki gönüller de kılıçlar gibi paslanır ve onların parlaklığı ise konuşmakladır.” [21]

c-Gönüllere berraklık ve parlaklık veren bir diğer etken ise “zikirdir”.

Yüce İslam Peygamberinin (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

 “Demirin paslandığı gibi gönüller de paslanır.”
Allah Resulüne (s.a.a) sordular: “Ey Allah’ın Resulü (s.a.a)! Peki,gönüllerin parlaklığı ne iledir?”
Allah Resulü (s.a.a) buyurdu: “Kur’an okumak ve ölümü anmak.” [22]
Müminler Emiri Ali (a.s), konuyla ilintili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Zikir; aklın nuru, canların hayatı ve göğüslerinparlaklığıdır.” [23]
Mevlana’nın bu husustaki dizeleri şöyledir:

Demir kadar kararmış isen de

Kendini temizle, parlat, arındır ki

Gönlün resimli bir ayna olsun

Onun içine her güzel altın taşısın

Demir kararmış ve ışıksız olsa da

Celâ bu kararmışlığı giderir

Demir celâyı görünce yüzü açıldı

Çünkü artık resimler gösterecekti

Hâki beden de katı ve kararmıştır

Parlat onu, çünkü parlayabilir

Böylece gaybî resimler belirir

Hûri ve melek resmi de ona yansır

Aklının celâsı ona vermiştir hak

Ki onunla aydınlanır ve yumuşar gönül[24]

Demirin tuttuğu pasın giderilerek parlatılacağı gibi gönülün tuttuğu pas da Kur’an zikri ile giderilebilir.

Gönülün, alemin hakikatlerinin gerçek anlamıyla algılayabilmesi için düştüğü heva ve heves hastalığından kurtulması ve bu pastan arındırılması gerekmektedir.Gönül gözünü hastalıktan temiz tut

İşte o zaman köşke çıkmaya göz dik

Her kim canını heveslerden arındırdıysa

O hazreti ve arı eşiğini çabuk görmüştür

Muhammed (s.a.a) bu ateş ve dumandan arındı diye

Nereye yöneldiyse Allah’ın yüzü oradaydı

Kötü amaçlı vesvese dostu isen

Nerden bilirsin “Allah’ın yüzü ordadır” sözü nedir?[25]

İnsan gönül gözünü hastalıklardan ve pisliklerden arındırdığı vakit her yerde Allah’ı görebilecektir.

Müminler Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

«“Kuşkusuz ki münezzeh olan Allah, kimseyi Kur’an gibisiyle öğütlememiştir; gerçek şu ki Kur’an, Allah’ın sağlam ipi ve emin vesilesidir. Gönülün baharı ve ilim pınarları ondadır ve Kur’an dışında bir şey gönüle berraklık kazandıramaz.” [26]

Müminler Emiri Ali’nin (a.s) bu husustaki bir diğer buyruğu şöyledir:

“Şüphesiz münezzeh Allah, kendini anmayı gönüllerin parlaklığı kılmıştır; (gönüller) sağırlık sonrası bu anma/zikir aracılığıyla duyar, körlük sonrası bu anma/zikir aracılığıyla görür ve hakla düşmanlık sonrası bu anma/zikir aracılığıyla boyun eğerler. Kuşkusuz bir zikir ehli vardır ki onlar, dünyaya bedel olarak zikri almışlardır; ne ticaret ve ne de alış-veriş onları zikirden alıkoymaz. Allah’ı anarak dünya hayatını katederler; gafillerin kulaklarına Allah’ın yasaklarından sakınmayı ulaştırırlar; adaleti buyurur ve adalet üzere hareket ederler; kötülükten sakındırır ve kendileri de sakınırlar. Adeta dünya hayatını katetmiş ve ahirete yönelmişlerdir; adeta dünya ötesini görmekteler; adeta berzah aleminde konaklayanların ikamet ettikleri andan başlayan gizli haberlerini ve kiyametin onlar için verdiği vaatlerin gerçekleştiğini bilmekteler. İşte bunlar, bu perdeyi dünya ehli için aralamışlardır; adeta dünya ehlinin görmediklerini görüyor ve duymadıklarını duyuyorlardır.” [27]

İmam Ali’nin (a.s) bu buyruğunda dikkat çeken nokta şudur:

İmam Ali (a.s) zikri, gönülün “celâ” vesilesi bilmektedir. “Celâ” iki anlama gelmektedir: Parlatmak ve göç ettirmek. Göründüğü kadarıyla İmam Ali (a.s) bu hutbede, her iki manada kullandığı için zikir ehlinin zikir ve Kur’an aracılığıyla mülk aleminden melekût alemine, tabiat aleminden gayb alemine kanat açtıklarını, alemin hakikatlerini orada gördüklerini ve duyduklarını, bu göç ve hakikatlerin keşfi sayesinde de gerçek anlamıyla teslimiyet sunduklarını buyurmaktadır.

Kur’an Okumak, Kalplerin Allah’a Yakınlaşmasını Sağlar

Kur’an okumak, hem ruh ve hem de bedeni etkiler ve böylece kalplerin Allah’a yakınlaşmasını ve bedenin de huşu edinmesini sağlar.

Gerçek şu ki bu, gerçek manada Kur’an okumanın özelliklerindendir ve bu özellikten yoksun olan Kur’an okuma, gerçek manada Kur’an okuma sayılmaz.

İnsanın kalbi, günah işleme sonucunda katılaşır/taşlaşır ve sonuc olarak da o kalbe mühür vurulur; artık ne Allah’ın ayetlerinden etkilenir ve ne de o ayetleri algılayabilir.

Kur’an-ı Kerim bazı insanları, onların iç dünyasını göz önünde bulundurarak ve gaybi gerçekleri algılama konusuna atıfta bulunarak kör, sağır ve dilsiz olarak tanımlamakta ve şöyle buyurmaktadır:

“Kâfirler, hiçbir şey duyup dinlemeden bağırıp çağıran kimseye benzerler. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, akıl da edemez onlar.” [28]

Hakkın kahrı mühürlemiş gözleri

Ki ayı görmez de, amma Suha`yı görür

Allah’ın mührü kulakta ve gözdedir

Perde ardındaysa nice suret ve sesler var [29]

Hak kulaklarınıza mühür vurdu

Ki Allah’ın sesine kulak vermesin [30]

Mağara da, yar da ezgide O’nunla

Ama ne fayda ki gözde ve kulakta mühür var [31]

Sen de Firavun gibisin; gözü ve gönlü kör

Düşmanla hoş, günahsızları horlayan

Ey Firavun, ne zamana dek suçsuz öldüreceksin

Bunca zarara düçar cisminle övüneceksin

Onun aklı, şahların aklını artırırdı

Hakkın hükmü, onu akılsız ve kör kılmış idi

Hakkın mührü göz ve kulağa vuruldu mu

Eflatun da olsa hayvanlaştırır [32]

 İnsan kendini aşmadıkça ve nefsinden kurtulmadıkça gözü, kulağı, dili ve gönlü iş yapmaz hal alır ve işlevini yerine getiremez.

 Gözler ve kulaklar kapatılmıştır

Özden kurtulanlar bunun dışındadır [33]

 Yüce Allah, Peygamberine (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:

“Şüphe yok ki sen, ölüye duyuramazsın ve arkalarını çevirip giderlerken çağırsan da sağırlara sesini işittiremezsin.” [34]

Yüce Allah bir diğer ayette ise batıni algılamalardan yoksun gönülleri şöyle tanımlamaktadır:

 “Ama bundan sonra kalpleriniz katılaştı, taşa döndü, Hattâ taştan da katı bir hale geldi. Çünkü öyle taşlar var ki içinden nehirler kaynar. Öylesi var ki çatladı mı bağrından su fışkırır. Öylesi de var ki Allah korkusundan yerlere yuvarlanır. Allah, yaptığınızdan gafil değil ki.” [35]

Varlıkların doğal sebep ve nedenlerden etkilenmesi, gerçekte şuura dayalı olarak yüce Allah’ın emrinden etkilenmesidir ve bu da, ilahi korkunun özüdür. Kendi bendini aşamayan, özünden kurtulamayan ve ilahi emre boyun eğmeyen bir varlığın kalbi ise Allah’a itaat etmez ve taştan daha katıdır. Çünkü katılık ve yumuşaklığın ölçüsü, Allah’ın emrine boyun eğmek veya eğmemektir.

 Bizli, benli nice kalpler vardı ki

Sıfatları “hatta daha da katı” oluverdi

Mevlana, günahkar kalbin taşa benzetilişinin, gerçekte tabir yetersizliğinden kaynaklandığını ve örnek türünden olduğunu buyurduktan sonra, hakikatin daha farklı olduğuna ve bu benzetmenin uyumlu olmadığına dikkat çekmiş ve şöyle demiştir: Gunahkar kalbin taşa benzetilmesi, kelime yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Çünkü günahkar kalp asidir; taş ise itaatkar. Asinin itaatkara benzetilmesi de yakışık almaz.

Katı kalbi taş diye nitelemek

Uygun değildir; bu sadece bir misal

Bakınız Kur`an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

á “Bu Kur'ân'ı, bir dağın üstüne indirseydik elbette görürdün ki dağ, Allah korkusundan eğilip çatlamış, paramparça olmuş ve işte insanlara bu örnekleri, düşünsünler diye getirmedeyiz.” [36]

Gerçek de şu ki, eğer Kur`an bir dağa inmiş olsaydı ve dağ, Kur`an`ın öğütlerini, öykülerini, eğiti ve öğretilerini, müjde ve azap vaadlerini duysaydı, parçalanır ve huşu ederdi.

Hak diyor ki: Ey mağrur kör

Adımla parça parça olmadı mı Tur

Ki biz kitabı bir dağa indirsek

Parçalanır, dağılır ve göçer

Eğer Uhud dağı benden haberdar olsaydı

Dağdan oluk oluk kan akardı [37]

Yüce Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:

Hadisi rivayet eden şahıs diyor ki: Allah Resulü (s.a.a), Kur`an okumamı istedi. Ben de Nisa suresini okumaya başladım.

Şu ayete “Ne olacak halleri her ümmetten bir tanık getirdiğimiz, seni de hepsine tanık tuttuğumuz gün? (Nisa, 41)” vardığım zaman, Allah Resulünün (s.a.a) gözlerinden yaşlar akmaya başladı.

Allah Resulü (s.a.a) bana şöyle buyurdu: “Bu kadarı yeter... Kalpleriniz bir araya toplanıncaya ve derileriniz onunla yumuşayıncaya kadar Kur`an okuyun. İhtilaf ve çekişmede olduğunuz zaman bilin ki, gerçek Kur`an okuyucusu değilsiniz.[38] Kur`an-ı Kerim bu hususta şöyle buyurmaktadır:

Bir Allah'tır ki sözün en güzelini indirmiştir bir kitap halinde, bir kısmı, bir kısmına benzer, bir kısmı, bir kısmını gerçekleştirir, her şeyi tekrar-tekrar bildirir; Rablerinden korkanların tüyleri diken-diken olur onu dinlerken, sonra da bedenleri ve gönülleri, Allah'ı anmak için yumuşar; işte bu, Allah'ın bir hidâyetidir ki dilediğini, onunla doğru yola sevk eder ve Allah, kimi doğru yoldan saptırırsa ona yol gösterecek yoktur.”[39]

Bu ayetin içerdiği bazı noktalara dikkat etmek gerekmektedir:

a-Allah`ı anmak ve Kur`an okumak, hem korkuya düşürücü ve hem de huzur vericidir. İnsan, büyük bir komutanın huzurunda olduğunu hisseder; hem korkuya kapılır ve hem de huzur içinde olur.

Kur`an-ı Kerim bir ayette, mümin insanların vasıf ve özelliklerini şöyle sıralamaktadır:

“İnananlar, ancak onlardır ki Allah anılınca yürekleri titrer, onlara âyetleri okununca da inançlarını arttırır ve Rablerine dayanırlar. Onlardır ki namaz kılarlar ve rızıklandırdığımız şeylerin bir kısmını harcarlar. Onlardır gerçek inananlar, onlarındır Rableri katında dereceler, yarlıganma ve dâimî, bitmez-tükenmez rızık.” [40]

Yüce Allah, Kur`an-ı Kerim`in bir diğer ayetinde de şöyle buyurmaktadır:

“İnananlar, öyle kişilerdir ki Allah'ı anmakla yatışır, kuvvetlenir gönülleri. İyice bilin ki gönüller, Allah'ı anmakla yatışır, kuvvet bulur.” [41]

Bu korku, Allah karşısında duyulan korkudan başka bir şeydir. Mevlana bunu, arslanın ağzında bulunmaya benzetmekte ve şöyle buyurmaktadır:

Ansızın bir arslan yetişti

Adamı kaptı ve inine çekti

b-Şanı yüce Allah Zümer suresinde, Kur`an`ın etki ve nüfuzunu şöyle beyan etmektedir: Kur`an-ı Kerim, azaları etkilemekle birlikte insanın derisini bile titretir; bu da Kur`an-ı Kerim`in insan üzerindeki derin ve çok yönlü etkisinin bir göstergesidir.

c-Bu ayette vurgulanan bir diğer nokta ise, insanın dehşet sonrası huzur bulacağı gerçeğidir.

Kur’an okumak, hastalıklara şifadır

İmam Cafer-i Sadık (a.s), İbn-i Sinan’a şöyle buyurmaktadır:

“Kur’an’ın şifa vermediği kimseye Allah şifa vermez.”[42]

Yüce Peygamberimiz (s.a.a) de bu hususta şöyle buyurmaktadır:

“Kur’an’dan başkasından şifa dileyene Allah şifa vermez.”[43]

Yüce Allah Yunus sûresinde Kur’an-ı Kerim’i “öğüt, şifa, hidayet, rahmet” vasıflarıyla tanımladıktan sonra şöyle buyurmaktadır:

“Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, gönüllerdeki dertlere şifâ, inananlara hidâyet ve rahmet geldi.”[44]

Kur’an-ı Kerim, her ne kadar bu ayette gönül hastalıklarının şifası olarak tanımlanmış ise de hakikatte beden ve ruh hastalıklarının tümünün şifasıdır. Bunu şöyle açıklamak mümkündür:

Kur’an-ı Kerim’in sunduğu formüllerin doğru olarak değerlendirilmesiyle gönül ve ruh hastalıklarına kesinlikle şifa vereceği gibi, aynı formüllerin yine doğru olarak kullanılmasıyla beden, hayal gücü, aza ve güç donanımlarına da şifa vereceği kesindir.

Kur’an-ı Kerim bir diğer ayette şöyle buyurmaktadır:

“Ve biz, Kur'ân’dan, inananlara şifâ ve rahmet olan âyetleri indirmedeyiz ve bunlar, zâlimlerin ancak ziyanlarını arttırır.” [45]

Ayette geçen “müminler” kelimesi, mutlak manada kullanılmış olup imanın bütün aşamalarını içermektedir.

Yüce Allah’ın Yunus sûresinde Kur’an’ı, gönül hastalıklarının şifası olarak tanımlaması, o hastalığın Kur’an dışında bir şeyle şifa bulamayacağı anlamınadır. O hastalık ise, bütün hastalıkların başı ve anasıdır.

Gönül hastalığı, gönül ve ruhun direnç kaybettiği haldir; ki bu durumda hakkı çabuk anlayabilir ama çabuk inanamayabilir. Kalbin katılaşması/taşlaşması ise bunun tam karşı kutbunda yer almaktadır. Bu durumda gönül, hakkı geç algılar ve geç de inanır.

Hasta ve katılaşmış gönül, şeytanî vesveseleri hem çabucak algılar ve hem de çabucak inanır.

Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

“Bu da, Şeytan'ın katmak istediği şeyi, gönüllerinde hastalık olanlarla yürekleri katı bulunanlara bir sınama yapmak içindir ve şüphe yok ki zâlimler, gerçekten pek uzak bir ayrılık içindedir.” [46]

Kalbin/gönlün hastalığı, gerekli imanın olmayışıdır; kalbin şüphe ve gaflette oluşudur. Nifak ve küfr ise kalbin ölümüdür; münafık ve kafirin kalbi hasta değil, ölüdür. Aşağıdaki ayet, gerçekte onların halini şerhetmekte ve şöyle buyurmaktadır:

“Kalplerinde hastalık var, Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylediklerinden dolayı onlara elemli bir azap var.” [47]

Bu bağlamda değerlendirilebilecek bir başka ayet şöyle buyurmaktadır:

“Bir sûre indirilince içlerinden bu hanginizin imanını artırdı diyen de var. Fakat inen sûreler, inananların inançlarını artırır ve onlar birbirlerini müjdelerler. Ama gönüllerinde hastalık olanların pisliklerine pislik katarak küfürlerini artırır ve onlar, kâfir olarak ölüp giderler.” [48]

Kur’an hem işlevini yerine getirmekte olan sağlıklı kalpleri etkiler ve hem de işlevini yerine getiremeyen çöküş içindeki kalpleri; sağlıklı kalplerin imanını artırır, çöküş içindeki kalplerin ise sapkınlığını.

Kur’an buyurdu ki: Bu Kur’an’ın batını

Kimini hidayet eder ve kimini de saptırır

 İmam Cafer-i Sadık (a.s), Allah’tan başka hiç bir şeyi barındırmayan kalbi “salim-sağlıklı” kalp olarak tanımlamaktadır.

Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

 “Ancak Allah'a, selim bir gönülle gelen faydalanır.” [49]

İmam Cafer-i Sadık (a.s) bu ayetin tefsiri bağlamında şöyle buyurmaktadır:

“Kalb-i selim, Allah’ı mülakat ettiğinde Allah’tan başka hiç bir şeyin bulunmadığı kalptir...Şirk veya şüphe bulunan kalp, işlevini yerine getiremez çöküş içindeki kalptir.”[50]

Kur’an-ı Kerim, kalp/gönül hastalıklarının şifasıdır. Kalbin şifası, kalpteki ahlakî sapkınlık ve çöküşün telafisidir; Kur’an-ı Kerim de önce öğüt, nasihat ve öykülerle kalbi gaflet uykusundan uyandırır. İkinci aşamada insanları güzellik ve şefkatle hak öğretilere, yüce ahlaka ve güzel davranışlara davet eder ve bunu, imanla ve imanın gereklerine uymakla pekiştirir.

Müminler Emiri Ali (a.s), konuyla ilintili olarak şöyle buyurmaktadır:

“Bilin ki şu Kur’an, öğüdünde aldatmayan, yol göstermede insanı azdırmayan, söyleyişte yalan söylemeyen bir öğütçüdür. Kur’an’la oturup kalkan, doğrulukta, fazla bir şeye ulaşmayan, körlükte noksana erişmeden oturup kalkar. Bilin ki hiç kimseye Kur’an’dan sonra bir ihtiyaç, bir yoksulluk gelip çatmaz; hiç kimseye O’na uyduktan sonra bir zenginlik ulaşmaz. Dertlerinize ondan şifa dileyin; güçlüklerinize O’ndan yardım isteyin; çünkü O en büyük derde bile devadır ki o da küfürdür, nifaktır, azgınlıktır, sapıklıktır.” [51]

İmam Ali (a.s) bu buyruğunda, küfür ve nifakın büyük dertler olduğuna vurgu yapmaktadır. Bunun nedeni şöyle açıklanabilir: Şek ve şüphe, küçük ölüm diye nitelenebilecek bir hastalıktır. Küfür ve nifak ise ölümdür ve bu da büyük bir derttir. Hastalık ölümün elçisi olduğu gibi, gönül şüphesi ve hastalığı da gönlün ölüm elçisidir. Yani, küfür ve nifakın elçisidir.

Mevlana Celaleddin, hastalık ve solgunluğun ölüm elçisi olduğunu şöyle buyurmaktadır:

İşte bunlar gam ve hastalığın eserleridir

Bunların her biri ölümün elçisidir

 Kur’an Okumak Ruhu Güçlendirir

Kur’an okumak ruhun güçlenmesine neden olur. Çünkü (maddî olmayan) soyut ruh, ilahi nurla beslenir; ondan gıda ve güç alır.

İmam Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Kur’an ile bütünleşen insan, dağı yerinden kaldıracak kadar güçlenir.”

Aslında İmam Ali (a.s) bu buyruğunda, sadece vasat bir örnek belirtmektedir; yoksa Kur’anî ruhun gücü, bunun çok ötesindedir.

İmam Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Her kim, Kur’an’ın her hangi biryerinden yüz ayet okur ve bunun ardından yedi defa ‘Ya Allah’ derse, Allah dilerse bu duasıyla dağı yerinden söker.” [52]

Buna binaen, Allah’ın izniyle alemin mutlak gücü olan Cebrail’in gücünün yemekten kaynaklanmadığı gibi ve güneşin güç ve aydınlığının pamuk ve yağdan kaynaklanmadığı gibi, maddeden soyut olan ruhun güç ve kudreti de yemekyen kaynaklanmamaktadır.

Gücün hakkın gücünden doğar

Sıcaklıktan fışkıran damarlardan değil

Bu aydın olan güneş çerağı

Fitil, pamuk ve yağdan değil

Bu daim dönen semanın çarkı

İp ve direk yardımıyla ayakta değil

Cebrail’in gücü yemekten değildir

Mihriban yaratıcının mülakatındandır

Hak abdallarının bu gücünü de

Haktan bil, yemekten ve tabaktan değil

Cisimlerini de nurdan yoğurmuşlardır

Ki ruh ve melekten öteye yücelmişlerdir

Yüce’nin vasıflarıyla vasıflanmış olduğundan

Halil gibi hastalıklar ateşinden geç

Ki ateş sana da serin ve esenlik olsun

Tüm faktörler, isteğine köle kesilsin [53]

Madeden soyut ruh sevgiliyi görmekle, sevgilinin sesini duymak ve tatmakla güç ve kudret kazanır.

Evliyanın gücü, ilahın gücündendir

Fırlatılan oku yoldan geri çevirirler

İmam Ali b. Ebutalib (a.s), dönemin pehlivanlarının hareket bile ettiremediği Hayber kalesinin kapısını yerinden söküp fırlatır ve “Elim kapıya değmedi bile.” buyurur. Bu hadis Ehl-i sünnet kanalıyla da rivayet edilmiştir.

İmam Ali (a.s) bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Andolsun Allah’a! Ben Hayber’in kapısını bedeni gücümle değil, rahmanî gücümle yerinden söktüm.” [54]

İbn-i Hacer-i Askalanî’nin “El-İsabe” kitabında, Kadı Dehlan’ın “Siret’ün Nebeviyye” kitabında ve diğer Ehl-i sünnet alimleri şöyle nakletmişlerdir:

“Savaşın bitiminden sonra kırk kişi birleşerek bu kapıyı eski yerine getirebildiler.”

Şii kaynaklarında ise İmam Ali’den (a.s) şöyle rivayet edilmiştir:

“Andolsun Allah’a! Hayber kapısını bedenî gücümle ve beslenmeden kaynaklanan hareketle yerinden söküp kırk zirâ’ (takribî olarak 18 metre) öteye fırlatmadım ve hatta azalarım bunu hissetmedi bile; ancak melekutî bir güçle desteklendim ve Rabbinin nuruyla aydınlanan can ile onu yerinden söktüm.” [55]

İşte bu güç ve kudret, hakkın nurundan kaynaklanan bir güçtür ve bu da, canın güçlenmesine neden olan Kur’an’ın meşhudî ilminden ibarettir.

O, bu yurdun özellerinin yemeğidir

Boğaz ve alet olmaksızın yenir

Güneşin yemeği arşın nurundandır

Hasetli ve devinkiyse halı tozudur

Şehitler için ‘rızıklanırlar’ buyurmuştur Hak

Bu yemek için ne ağız, ne tabak gerek

Gönül her sevgiliden bir yemek yer

Gönül her ilimden bir sefa alır [56]

Güneşin arş nurundan beslenip sıcaklık ve aydınlık aldığı ve şehitlerin Allah ile mulakattan huzur ve mutluluk aldıkları gibi, Kur’an’la bütünleşen insan da aynen böyle Kur’an’dan beslenir.

Kur’an’la bütünleşerek ruhlarını güçlendiren insanların bedenleri de güçlenir ve ruhun kazanmış olduğu güç, bedene de yansır. Bunun nedeni şudur: Ruh cevherdir, beden ise ilinek; ilinek de cevhere tabidir.

Kudret kemalinden erlerin bedenleri

Nedensiz nur içinde tahammül kazan dı [57]

İlim, yüce Allah’ın ism-i a’zamıdır ve insan, bu ilim sayesinde bütün varlıklara hükmeder, bütün varlıkları isteğine ram eder.

Süleyman mülkünün mührüdür, ilim

Bütün evren surettir, ilimdir canı

İnsanın bu sanatından biçare oldu

Denizlerin mahlukatı, dağ ve çöl mahluku

Kaplan ve aslan, bir fare gibi korkar ondan

Köpekbalığının ödü kopar, deniz kaynamada

Peri de, dev de ondan uzaklaşmıştır

Her biri gizli bir yerde saklanmıştır [58]

İlimlerin kaynağı olan Kur’an’dan ilim alan bir ruh güçlenir. Bu ilim kaynağından pay alabilen bir insan, olağanüstü işler yapar. Hz. Süleyman (a.s) mektebinin öğrencilerinden olup semavî kitab ilminden biraz pay almış olan Asıf b. Berhiya, çok uzak bir mesafede bulunan Seba kraliçesi Belkıs’ın tahtını Hz. Süleyman’ın (a.s) huzuruna getirir.

Bu hususta Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

“Ey ulular dedi, onlar, bana teslîm olup gelmeden onun tahtını kim getirebilir bana? Cinlerden bir ifrit, sen yerinden kalkmadan dedi, ben onu sana getiririm ve şüphe yok ki ben, elbette güvenilecek bir kuvvete sâhibim. Kitaba âit bir bilgiye sâhib olansa ben dedi, gözünü yumup açmadan onu getiririm sana. Derken baktı ki taht yanında durmada, onu görünce bu dedi, Rabbimin lûtfundan, ihsânından, şükür mü edeceğim, nankör mü olacağım, beni sınamak istiyor. Fakat şükreden, mutlaka kendisini faydalandırmış olur ve nankörlük edene gelince hiç şüphe yok ki Rabbim, kullarından müstağnîdir, onlara karşı lütuf ve kerem sâhibidir.” [59]

Bir ifrit, onun tahtını fend ile

Getiririm, sen yerinden kalkmadan

Asıf dedi, ben O’nun yüce ismiyle

Bir nefeste huzuruna getiririm

Gerçi ifrit, büyü üstadı idi

Ama taht Asıf’ın nefesiyle ortaya çıktı [60]

İmam Muhammed-i Bakır’dan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah’ın yüce ismi yetmiş üç harftir ve Asıf ise bunlardan sadece birini biliyordu. Bildiği o harfle konuştu, böylece kendisiyle Belkıs’ın arasındaki mesafe kısaldı, eli Belkıs’ın tahtına ulaştı. Yer, bir göz açıp kapama süresinden daha kısa zamanda eski haline döndü. Bizim nezdimizde ise ism-i a’zamın yetmiş iki harfi vardır; bir haf de yüce Allah’ın katındadır ve onunla katındaki gayb ilmini etkiler. Şanı yüce Allah’tan başka güç ve kudret yoktur.” [61]

Dikkat edilmesi gerekir ki bu yetmiş üç harften ibaret olan Allah’ın yüce ismi, normal türden ve göreceli isim ve harflerden değildir; isim sahibinin canında yer etmiş olan ve ruha güç bahşeden gerçeklerden ibarettir.

Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Kur’ân'la dağlar yürütülse, yahut yeryüzü parçalansa, yahut da ölü konuşsa. Fakat bütün işler, ancak Allah'ın. İnananlar anlamazlar mı ki Allah dileseydi bütün insanları doğru yola sevk ederdi. Kâfir olanlarsa, yaptıklarına karşılık, Allah'ın vaadi yerine gelinceye dek, bir belâya uğrayıp dururlar, yahut da yurtlarına yakın bir yere iner bu belâ. Şüphe yok ki Allah, vaadinden dönmez.” [62]

İmam Muhammed-i Bakır (a.s) bu ayetin yorumu bağlamında şöyle buyurmuştur:

“Dağların yürütüldüğü, şehirlerin paramparça edildiği ve ölülerin diriltildiği şeyleri (şifreleri) içeren bu Kur’an’ın varisleriyiz bizler.” [63]

Bu konuyla ilintili olarak iki noktaya temas etmeliyim:

-Kur’anî ilim, iktisabî değildir; ırsîdir. Bunun açılımı şöyledir: Kur’anî gerçekler, ancak ve sadece nefsi eğitmek ve arındırmak ile sahiplenilebilir. Ancak bu gerçeklerin tümü, bu uğurda gayret etmekle de elde edilemez. Yüce Allah Resulü (s.a.a), gayretleri sonucunda Kur’an’ın indiği şahıs konumuna ulaşmadı.

-İnsan Kur’anî ilme varis olmakla, alemin bütün varlıklarına hükmeder konuma yükselir. İşte Kur’an sayesinde bütün varlıklar ve etkenler, Kur’anî ruhun emrine tabi olur.


[1] Usul-u Kafi, c: 2, s: 630

[2] Usul-u Kafi, c: 2, s: 603

[3] Usul-u Kafi, c: 2, s: 604

[4] Bihar’ul Envar, c: 14, s: 476

[5] Et-Terğib ve’t Terhib, c: 3, s: 497

[6] Müstedrek’ü Vesâil’iş Şia, c: 4, s: 262

[7] Vesâil’iş Şia, c: 2, s: 9

[8] Men La Yahzuruh’ul Fakih, c: 2, s: 294

[9] Müstedrek’u Vesâil’iş Şia, c: 12, s: 173

[10] El-Kafi, c: 2, s: 602

[11] Müstedrek’u Vesâil’iş Şia, c: 4, s: 238

[12] Ra’d, 28

[13] Vesâil’uş Şia, c: 8, s: 351

[14] Hicr, 9

[15] Yasîn, 69

[16] Mutaffifîn, 10-15

[17] Mesnevi, 1. defter, 3146-3147. beyitler

[18] Nehc’ül Belaga, 198. hutbe

[19] Mesnevi, 1. defter, 726. beyit

[20] Gurer’ul Hikem

[21] Bihar’ül Envar, c. 1, s: 202

[22] Müstedrek’u Vesâil’iş Şia, c: 2, s: 104

[23] Gurer’ul Hikem

[24] Mesnevî, 4. defter, 2469-2476. beyitler

[25] Mesnevî, 1. defter, 1390-1398 beyitler

[26] Bihar’ül Envar, c: 89, s: 23

[27] Bihar’ül Envar, c: 66, s: 325

[28] Bakara, 171

[29] Mesnevi, Mevlana, 2. defter, 679. beyit

[30] Mesnevi, Mevlana, 2. defter, 2881. beyit

[31] Mesnevi, Mevlana, 1. defter, 406. beyit

[32] Mesnevi, Mevlana, 4. defter, 1921-1924. beyitler

[33] Mesnevi, Mevlana, 3. defter, 837. beyit

[34] Neml, 80

[35] Bakara, 74

[36] Hasr, 21

[37] Mesnevi, Mevlana, 2. defter, 508-512. beyitler

[38] Müstedreku Vesail`is Sia, c: 4, s: 238

[39] Zümer, 23

[40] Enfal, 2-4

[41] Ra`d, 28

[42] Vesâil’uş Şia, c: 6, s: 236

[43] Müstedreku Vesâil’iş Şia, c: 4, s: 311

[44] Yunus, 57

[45] İsra, 82

[46] Hac, 53

[47] Bakara, 10

[48] Tevbe, 124-125

[49] Şuarâ, 89

[50] El-Kafi, c: 2, s: 16

[51] Müstedreku Vesâil’iş Şia, c: 4, s: 239

Nehc’ül Belağa, 176. hutbe

[52] Vesâil’uş Şia, c: 7, s: 65

[53] Mesnevî, 3. defter, 3-10. beyitler

[54] İhkak’ul Hak, c: 8, s: 383

[55] Beşaret’ül Mustafa, s: 235. Taberî, İmaduddin, meclis: 77. Emalî, Saduk. Bihar’ul Envar, c: 21, s: 26

[56] Mesnevî, 2. defter, 1086-1089. beyitler

[57] Mesnevî, 6. defter, 3066. beyit

[58] Mesnevî, 1. defter, 1030-1033. beyitler

[59] Neml, 38-40

[60] Mesnevî, 4. defter, 903-905. beyitler

[61] Usul-u Kafi, c: 1, s: 230

[62] Ra’d, 31

[63] Usul-u Kafi, c: 1, s: 226