Kuranda Toplum

94- Peygamber gönderdiğimiz her ülkenin halkını, ola ki bize yalvarırlar diye mutlaka sıkıntılara ve belâlara uğrattık.

95- Sonra kötülükleri (kötü günleri) iyiliklerle (iyi günlerle) değiştirdik de sayıca çoğaldılar ve "Atalarımız da hem sıkıntılı, hem de sevinçli günler geçirmişlerdi." dediler. Bunun üzerine onları hiç farkında olmadıkları hâlde ansızın yakalayıverdik.

96- Eğer o ülkelerin halkları iman edip kötülüklerden sakınsalardı, yüzlerine gökten ve yerden bereket kapıları açardık. Fakat onlar yalanladılar, biz de onları işlediklerinin cezasına çarptırdık.

97- Acaba o ülkelerin halkları geceleyin uyurlarken başla-rına azabımızın gelmeyeceğinden emin midirler?

98- Acaba o ülkelerin halkları kuşluk vakti eğlenirlerken azabımızın gelmeyeceğinden emin midirler?

99- Onlar Allah'ın tuzağına yakalanmayacaklarından emin midirler? Oysa hüsrana uğrayan toplum dışında hiç kimse kendini Allah'ın tuzağından emin sayamaz.

100- Üzerinde yaşadıkları toprakları eski yerlilerinden mi-ras alanlar, hâlâ anlamadılar mı ki, istesek kendilerini günahları yüzünden musibetlere çarptırırız ve kalplerini mühürleriz de artık işitemezler?

101- Bu ülkelere ilişkin bazı tarihî olayları sana anlatıyoruz. Andolsun, peygamberleri onlara açık belgelerle, mucizelerle geldiler. Fakat onlar daha önce yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle mühürler.

102- Onların çoğunda ahde bağlılık diye bir şey bulmadık. Tersine çoğunu yoldan çıkmış bulduk.

ayetlerin açıklaması

Okuduğumuz ayetler ile önceki ayetler arasında bağlantı vardır. Bu ayetlerde eski ümmetlerle ilgili hikâyeler özetleniyor. Bu ümmetlerin fasık oldukları, kulluk çerçevesinin dışında kaldıkları, yüce Allah'a ilk gün verdikleri söze ve taahhüde bağlı kalmadıkları anlatılıyor. Bu yüzden birbirine bağlı ilâhî yasaların mecrasına düştükleri açıklanıyor.

Şöyle ki, yüce Allah onlara her peygamber gönderdiği dönemde kendilerini sıkıntılarla, musibetlerle sınavdan geçiriyor. Fakat onlar kendilerini Allah'a yönelmeye, yalvarmaya, sığınmaya çağıran ayetleri inkâr ediyorlar, söz konusu uyarıcılardan ders alıp durumlarına çeki düzen vermiyorlar. Bu bir ilâhî kanundur.

Bu uyarılar faydalı olmayınca bu kanun başka bir kanunla yer değiştiriyor. Bu da onların kalplerinin mühürlenmesi kanunudur. Bu kanun uyarınca kalpleri katılaşıp gerçekten uzaklaştırılıyor; maddî şehvetlere, dünya hayatının cazibelerine, süslü görüntülerine bağlanıyor. Bu da ilâhî tuzak kanunudur.

Sonra bunları istidraç adını verdiğimiz bir üçüncü kanun izliyor. Bu kanun uyarınca kötülükler iyiliklere, mahrumiyetler nimetlere, sıkıntılar ve musibetler sevinçlere dönüştürülüyor. Bundan maksat, bu gafilleri gün be gün, saat be saat ilâhî azaba yaklaştırmaktır. Sonunda hiç beklemedikleri bir sırada azap kendilerini ansızın yakalıyor. Oysa onlar kendilerini güvenlik ve barış içinde görüyorlar, sahip oldukları bilginin rahatlığını da yaşıyorlardı. Ellerindeki teknolojik araçların hayatlarına yönelecek her türlü tehdidi, her türlü yok oluş tehlikesini bertaraf edeceğini düşünüyorlardı.

Yüce Allah bu ayetlerin birinde insanlara inen nimetlerin ve mahrumiyetlerin hangi esasa dayandığını, bu sürecin mekanizmasının nasıl işlediğini yalın bir gerçek olarak şöyle ifade ediyor: "Eğer o ülkelerin halkları iman edip kötülüklerden sakınsalardı, yüzlerine gökten ve yerden bereket kapıları açardık..."

Bu ayeti şöyle açıklayabiliriz: Kâinatın bütün parçaları bir canlı vücudun organları gibi birbirine bağlıdır. Sağlamlık, sakatlık, doğru işleyiş ve işlevlerini yerine getirme bakımından birbirini etkilerler. Eserleri ve özellikleri arasında karşılıklı etkileşim süreci geçerli ve yaygındır.

Kur'ân'ın açıkladığına göre kâinatın bütün parçaları Allah'a doğru gidiyor, kendileri için belirlenen gayeye doğru ilerliyor. Eğer kâinatın bir parçasında, özellikle üst düzeydeki bir parçasında bozulma olur da etkisi zayıflar ve doğrultusundan saparsa, bu bozukluğun etkisi diğer parçalarda ortaya çıkar ve bu diğer parçalarda ortaya çıkan bozuklukların etkileri, bozukluğun ilk merkezi olan parçaya yansırlar.

Bu etkiler, doğrultusundan sapmış parçanın yapısı ile uyumlu olmazlar. Bu etkiler, bu sebebin diğer sebeplerden yana katlandığı sıkıntılar ve belâlardır. Eğer o parça kendiliğinden veya başkasının yardımı ile düzelirse, eski normal ve sağlıklı durumuna tekrar kavuşur. Eğer sapıklığını, çarpıklığını ve bozukluğunu devam ettirirse, azgınlaşıp haddi aşıncaya ve kendini kuşatan diğer sebepleri fesadın eşiğine getirinceye kadar sıkıntılı hâli devam eder. Bu noktada diğer sebepler ona karşı ayaklanır, Allah'ın kendilerine verdiği güçle ona karşı harekete geçerler. Ona karşı varlıklarını koruyarak onu parçalayıp hiç farkında olmadan ansızın yok ederler.

Yüce Allah'ın kâinatta egemen kıldığı bu evrensel yasa, insanı kapsam dışı bırakmaz, insan ondan müstesna değildir. Bir millet düşünelim ki, fıtrat yolundan sapmış ve bu sapma onun hayat sürecinde gaye olarak belirlenen mutluluktan alıkoyucu bir raddeye ulaşmış. Bu sapma, o milleti kuşatan ve onunla bağlantılı olan diğer evrensel sebeplerde bozukluk meydana getirir. Bu yaygın bozulmanın kötü sonucu, bir süre sonra kendine döner. Bu kötü sonucun tek sebebi, kendisinin doğru yoldan sapması ve o sebeplere kötü etkiler yöneltmesi olur. Bu noktada o milletin sosyal bünyesinde bunalımlar ve genel ilişkilerinde yaygın sıkıntılar görülür. Ahlâk bozukluğu, acımasızlık, ince duyguların kaybolması gibi.

Böyle milletler ayrıca yoğun biçimde evrensel belâlara ve musibetlere uğrarlar. Yağmurların yağmaması, toprakların ürün vermemesi, bereketsizlikler, ansızın bastıran seller, tufanlar, şimşekler, depremler, heyelanlar gibi. Bütün bunlar insanı uyarmak isteyen, o milleti Rabbine yönelmeye çağıran, terk etmiş olduğu dosdoğru fıtrat yoluna dönmeye teşvik eden, kolaylıkla yapılan sınavın arkasından sıkıntı ile insanı sınava çeken ilâhî ayetlerdir.

Eğer "İnsanların elleriyle işledikleri günahlar yüzünden karada ve denizde fesat çıktı. Allah, ola ki dönerler diye yaptıklarının bir kıs-mını böylece kendilerine tattırır." (Rûm, 41) ayetini incelersek, bu ger-çeğin dile getirildiğini görürüz. Ayet diyor ki: İnsanların elleriyle işledikleri günahlar ve haksızlıklar karada ve denizde fesada yol açar. Bu fesadın bir kısmı insanlarla bağlantılı olur. Savaşlar, yol kesmeler, güven ortamının kaybolması gibi. Bir kısmı da insanlarla bağlantılı olmaz. İnsanın hayatını ve geçimini sıkıntıya sokan hava ve yer şartlarının bozulması gibi.

"Başınıza gelen her musibet mutlaka ellerinizle işlediğiniz kötülüklerden dolayıdır. Kaldı ki, Allah kötülüklerinizin birçoğunu da affediyor." (Şûrâ, 30) ayeti ileride açıklayacağımız üzere bir bakıma az önceki ayetin benzeridir. Diğer bir benzeri de, "Bir toplum tutumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez." (Ra'd, 11) ayeti ve bu anlama gelen diğer ayetlerdir.

Eğer söz konusu millet bu sınav sonucunda kötülükten geri döner-se -ki böyle bir millet az bulunur- ne âlâ. Yok eğer sapıklığına ve çarpıklığına devam ederse, Allah o milletin fertlerinin kalplerini mühürler. O zaman insanlar bu duruma alışırlar. İnsan hayatının mutlaka böyle olması gerektiğini sanırlar. Maddî âlemin parçalarının dayattığı bunalımların, sıkıntıların, afetlerin, belâların kaçınılmaz olduğunu, tabiatın evrensel baskısının zorunlu olduğunu düşünürler. Onlara göre insanın yapacağı tek şey, ilim alanında ilerleyerek ve düşünce alanında çareler üreterek bu bunalımlarla mücadele etmek, tabiatın baskısına karşı koyarak onun yarattığı sıkıntıları savacak araçlar geliştirmektir. Tıpkı günümüzde kıtlığa, kuraklığa, vebaya, vereme ve diğer yaygın bulaşıcı hastalıklara karşı koymak için birtakım araçlar geliştirildiği veya tabiî güçlerin azgınlığı sonucu ortaya çıkan ve insan türünü yok etmekle tehdit eden selleri, tufanları, şimşekleri ve benzeri doğa olaylarını önleyecek araçlar geliştirilmeye çalışıldığı gibi.

Kahrolası insanoğlu, ne kadar nankördür! Kapıldığı şımarıklıkla sözde uygarlık ve ilim alanındaki ilerlemeleri sayesinde kâinatın dinamizmini yeneceğini, onun hükümlerini geçersiz kılacağını, onu boyunduruk altına alacağını, böylece kâinatın onun isteklerine uyacağını, arzularına boyun eğeceğini sanıyor. Oysa kendisi onun hükmü altında bulunan bir parçası ve zayıf yapılı bir bileşimidir. Eğer hak insanların keyfî arzularına uysa, gökler ve yer bozulur. Gökler ve yer bozulursa, şu zayıf yapılı insan onun en önce bozulan, en hızlı şekilde helâk olan parçası olur.

İnsanoğlu sanıyor ki, dinî düşünce, büyük olaylar ile onların doğal sebepleri arasındaki ilişkiyi geçersiz sayıyor, arkasından da bu olayların dizginlerini Yaratıcı'nın eline koyuyor. Böylece Yaratıcı, evrende meydana gelen olaylarda ortaklardan biri oluyor. Olaylardan nedenleri ve sebepleri bizim araştırma alanımız dahilinde olanlar diğer sebeplerin, nedenlerini ve sebeplerini bilmediğimiz geriye kalan olaylar ise, Yaratıcı denen sebebin etkileri olarak algılanıyor. Genel olaylar, atmosferdeki gelişmeler, veba, kıtlık, yağmurlar, yıldırımlar gibi. Sonra bu olayların doğal sebepleri keşfedilince, insanoğlu sanıyor ki, artık âlemlerin Rabbine, O'nun rabliğinin düzenleyiciliğine ihtiyacı yoktur.

Oysa insanoğlu farkında değildir ki, yüce Allah maddî sebeplerden bir sebep, tabiattaki aktif güçlerden bir güç değildir. O her şeyi kuşatan, bütün sebepleri yaratarak sonuçlarına yönlendiren, her şeyi yaratıp hedefine doğru sevk eden Allah'tır. Yaratıklarını ve sonuç niteliğindeki olayları O'ndan başkası kuşatamaz. O, her şeye istediği şeyi sebep kılabilir ve bu sebepler bizce meçhul, bilgimiz dışında kalan sebepler olabilir.

Şu ayetler bu gerçeğe işaret ediyor: "Allah, buyruğunu kesinlikle gerçekleştirir. Allah, her şey için bir ölçü belirlemiştir." (Talâk, 3), "Allah, buyruğunu kesinlikle gerçekleştirir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler." (Yûsuf, 21), "Sizler, yeryüzünde Allah'ı âciz bırakamazsınız. Sizin Allah'tan başka bir dayanak, bir yardım ediciniz yoktur." (Şûrâ, 31) Kur'ân'da bu anlamda daha başka ayetler de vardır.

Nasıl olur da insan, Allah'ın egemenlik alanında O'nunla mücadele edebilir, O'nun hükmünü ve iradesini geçersiz kılacak tedbirleri düşüncesinde üretebilir ki?! Oysa yüce Allah, insanoğlu düzeyinde bir sebep değil, onun üstündeki bir sebeptir. Yani insanın kendisini, onda-ki iradeyi, onun düşüncesini, sonra kullandığı araçları yaratan O'dur. Arkasından her şeyi yerine koyan, başlangıcından sonuna kadar bunları birbirine bağlayan ve bunları insanı son amacına erdirecek şekilde dizayn eden O'dur. Fakat insan, bilgisizliği yüzünden o amaca ulaşabilmek için Rabbinin kazası ve kaderi ile mücadele etmeye çalışmakta, O'nun hükmüne karşı çıkmaya kalkışmaktadır. Oysa insan Allah'ın iradesinin ve hükmünün araçlarından biri, O'nun takdirini ve kazasını yürürlüğe koyan sebeplerin bir parçasıdır.

Yüce Allah, insanı sıkıntılarla ve zorluklarla imtihan ettiğini anlattıktan sonra onun bu utandırıcı tutumuna işaret etmek üzere, "Sonra kötülükleri (kötü günleri) iyiliklerle (iyi günlerle) değiştirdik de sayıca çoğaldılar ve 'Atalarımız da hem sıkıntılı, hem de sevinçli günler geçirmişlerdi.' dediler. Bunun üzerine onları hiç farkında olmadıkları hâlde ansızın yakalayıverdik." buyuruyor ki, az sonra bu ayetin anlamını enine-boyuna açıklayacağız.

Bu, apaçık ve kanıtlanmış bir gerçektir ve özü şudur: İnsan, kâinatın diğer varlık türleri gibi, kâinatın kendisini kuşatan diğer parçalarıyla bağlantılı bir varlığa sahiptir. Hayatında ve mutluluk menziline doğru hareketinde sergilediği davranışlar ve takındığı tavırlar da kâinatın diğer bölümleri ile bağlantılıdır. Eğer insanın davranışları kâinatla uyumlu olursa, kâinatın parçaları da onunla uyumlu olur ve göklerin bereket kapıları yüzüne açılır. Eğer insanın davranışları bozuk olursa, kâinatta fesada yol açar ve kâinat da ona fesatla karşılık verir. Eğer uyum hâline geri dönerse ne âlâ. Yok, eğer bozuk hâlini ısrarla sürdürürse kâinat kendisine karşı koyar, yapısını yıkarak, izini silerek onu yok eder ve yeryüzünü onun pisliğinden arındırır.

İnsan, davranışları ile kâinatla nasıl çatışabilir ki? Oysa kendisi, kâinatın bir parçasıdır ve onsuz tek başına varlığını sürdüremez. Yine insan, düşüncesi ile kâinatı nasıl dize getirebilir ki? Oysa o, ancak kâinattan alınan genel kanunları alt alta sıralayarak düşünebilir. Bu gerçeği iyi kavramak gerekir.

Bu, burhan ile sabit olan ve Kur'ân'ın onayladığı ve açıkça ifade ettiği bir gerçektir. Buna göre her şeyi yüce Allah yaratmış, belli bir ölçüye göre plânlamış ve mutlu olacağı noktaya yönlendirmiştir. Âlemi ve bir parçası olan insanı boşu boşuna ve oyun olsun diye yaratmamıştır. Yarattığı her şeyi kendisine yaklaşsın, kendisine dönsün diye yaratmıştır. Yarattığı her şey için bir mutluluk menzili hazırlamış -ki her varlık, fıtratı gereği yüce Allah'ın izniyle bu menzile doğru hareket etmek ister- ve her yaratık için kendisini mutluluk menziline vardıracak bir yol çizmiştir. Eğer her varlık fıtrî yolunu izlerse, ne âlâ. Yok, eğer bu yoldan sapar ve tekrar bu yola dönmesinden ümit kesilirse, yaratılış amacı ortadan kalkar ve hakkında azap hükmü kesinleşir.

94) Peygamber gönderdiğimiz her ülkenin halkını, ola ki bize yalvarırlar diye mutlaka sıkıntılara ve belâlara uğrattık.

Bir görüşe göre ayetteki "be'sâ" fakirlik gibi malî bir sıkıntı ve "zarrâ" hastalık gibi bedenî bir sıkıntı anlamına gelir. Başka bir görüşe göre "be'sâ" insanların karşılaştıkları bedenî zorluk ve "zarrâ" da malî zorluk demektir. Bazıları ise bunun tersini ileri sürerler. Bir başka görüşe göre "be's" ve "be'sâ" kelimeleri, "Allah'ın azabı (kahrı) daha çetin ve cezası daha şiddetlidir." (Nisâ, 84) ayetinde görüldüğü gibi, daha çok mağlup etme ve cezaya çarptırma biçimindeki şiddet anlamında kullanılır.

Daha sonraki ayette "zarrâ" ve "serrâ" kelimeleri kullanılıyor ve bu kelimelerle insanı üzen ve sevindiren şeyler kastediliyor. Bu ifadeyi karine kabul ederek "zarrâ" kelimesinin insanı üzen mutlak anlamdaki her türlü sıkıntı anlamına geldiği ve art arda gelen "be'sâ" ve "zarrâ" kelimelerinin ilkinin özel ve ikincisinin genel anlamlı olduğu söylenebilir.

Bu ayette anlatılan şudur: İlâhî yasanın uygulamasına göre herhangi bir peygamber bir beldeye gönderildiği zaman -ki bunun maksadı, söz konusu belde halkını doğru yola iletmektir- o beldenin halkı kendileri ve malları ile ilgili bazı sıkıntılarla imtihan edilir. Maksat, onların Allah'a yalvarmalarını sağlamak ve böylece onları Allah'a inanıp iyi işler yapmaya çağırmayı gerçekleştirmektir.

Belâlar ve sıkıntılar peygamberlerin çağrılarına güzel bir destek sağlar. Çünkü insanoğlu nimet içinde olduğu sürece o nimeti kendisine veren Allah'a yönelmeyi ihmal eder, şımarıklığa kapılır. Fakat nimet elinden alınınca yokluğunu hisseder, üzerine ezilmişlik ve zavallılık duygusu çöker, endişeye kapılır ve yok olma tehdidi ile karşılaşır. Bu durum, fıtratının gereği olarak onu ihtiyacını giderip perişanlığını ortadan kaldırmayı elinde bulunduran makama sığınmaya, ona yalvarmaya sevk eder. Bu makam, yüce Allah'tır. İnsan bunun farkında olmayabilir. Fakat bu konuda uyarılınca hakka yönelmesi umulur. Şu ayette buyrulduğu gibi: "İnsana bir nimet verdik mi yüz çevirir, yan çizer. Fakat başına bir kötülük gelince uzun uzun yalvarmaya başlar." (Fussilet, 51)

95) Sonra kötülükleri (kötü günleri) iyiliklerle (iyi günlerle) değiştirdik de sayıca çoğaldılar...

Ayette geçen "beddelna" fiilinin kökü olan "tebdil" kelimesi, ikinci bir şeyi bir önceki şeyin yerine koymak demektir. Yine ayette geçen "seyyie" (kötülük) ve "hasane" (iyilik) kelimelerinin anlamları açıktır. Bu ikili ile sıkıntı-rahatlık, korku-güven, üzüntü-sevinç ikililerinden kastedilen anlam kastediliyor. Bunun delili, bir sonraki ayetteki "Atalarımız da hem sıkıntılı, hem de sevinçli günler geçirmişlerdi." ifadesidir.

Ayetteki "afev" fiili, tefsirciler tarafından "Allah onları belâlarla ve sıkıntılarla azalttıktan sonra mal ve nüfus bakımından çoğaldılar." şeklinde açıklanıyor. Gerçi tefsirciler böyle bir açıklama yapmıyorlar, ama bu kelimenin "iz silme" anlamında olması da uzak bir ihtimal değildir. Şu beyitte olduğu gibi:

"Öyle bir ev ki, zamanın uzunluğu onun izini sildi.

Uzun yıpranmadan dolayı neredeyse belirsiz oldu."

O zaman ifadenin anlamı şöyle olur: Onlar kendilerine verilen iyiliklerle eski kötülüklerin izlerini sildiler ve "Atalarımız da hem sıkıntılı, hem de sevinçli günler geçirmişlerdi." dediler. Yani değişken ve fark-lılaşan bir kâinatın içinde yer alan insanoğlunun, konumu gereği kötülüklerle ve iyiliklerle karşılaşması, birbirini izleyen üzücü ve sevindirici olaylarla yüz yüze gelmesi normaldir. Bunun ilâhî bir imtihanla, Rabbanî bir mahrumiyetle ilgisi yoktur.

Bu ikinci anlama nazaran onların "Atalarımız da hem sıkıntılı, hem de sevinçli günler geçirmişlerdi." şeklindeki sözlerinin, "afev" kelimesinin atf-ı tefsiri olması mümkündür. Bu takdirde ifadenin anlamı şöyle olur: Onlar, "Üzücü ve sevindirici olaylar, zaman akışının dönüşümlü ve değişken âdetleridir. Bunlar atalarımız zamanında olduğu gibi, bizim başımıza da dönüşümlü olarak gelir." diyerek ilâhî imtihanın resmini sildiler, varlığını inkâr ettiler. Şu ayette buyrulduğu gibi: "Eğer kendisine dokunan sıkıntıdan sonra katımızdan ona bir rah-met tattırırsak, 'Bu benim hakkımdır, kıyametin kopacağını sanmıyo-rum...' der." (Fussilet, 50)

"Hatta afev ve kalu" ibaresindeki "hatta" gaye anlamı taşır. Buna göre ayetin anlamı şöyle olur: Arkasından onlara sıkıntılar yerine nimetler verdik. Bu nimetlere öyle daldılar ki, daha önceki sıkıntılı du-rumlarını unutarak, "Bu iyilikler ile o kötülükler zamanın âdetidir." dediler.

Önce sıkıntı çekmek ve arkasından rahata kavuşmak, onları bu noktaya getirdi. Oysa onlar, bu noktada ders alarak Allah'a yalvardıktan sonra daha çok şükretmeye yönelmeli idiler. Fakat onlar, tam tersini yaparak Rablerinin kendileri hesabına hoşlandığı o gaye yerine bu gayeyi koydular. Bu yüzden Allah kalplerini mühürledi, bu sebeple artık hak sözü işitmiyorlar.

"Zarrâ ve serrâ" ibaresinde "zarrâ"nın "serrâ"dan önce gelmesi, her hâlde "sonra kötülükleri (kötü günleri) iyiliklerle (iyi günlerle) de-ğiştirdik." ifadesindeki sıralama ile paralellik olsun diyedir.

"Bunun üzerine onları hiç farkında olmadıkları hâlde ansızın yakalayıverdik." ifadesinde insanın, Allah'ın iradesinin gerçekleşme biçimini bilmediğine yönelik bir işaret vardır. Böyle olduğu için Alla-h'ın yakalaması ansızın, beklemeden ve onlar farkında olmaksızın ger-çekleşiyor. Oysa onlar olayların gelişimini ve sebeplerin özelliklerini bildiklerini sanıyorlar. Öyle olsaydı, bilgi birikimlerine dayanarak geliştirdikleri tedbirlerle varlıklarını tehdit eden helâk edici sebeplerden korunmaları gerekirdi. Şu ayette buyrulduğu gibi: "Peygamberleri onlara açık mucizelerle gelince, sahip oldukları bilgi ile böbürlendiler." (Mü'min, 83)

96) Eğer o ülkelerin halkları iman edip kötülüklerden sakınsalardı, yüzlerine gökten ve yerden bereket kapıları açardık...

Ayette geçen "berekat" kelimesi, insanın zaman zaman yoklukları ile imtihan edildiği çok sayıda hayır türleri anlamına gelir. Güvenlik, bolluk, sağlık, mal ve evlât gibi.

"Yüzlerine gökten ve yerden bereket kapıları açardık." ifadesinde kinayeli istiare sanatı vardır. Çünkü burada bereketler kanallara benzetiliyor. İnsanların yararlandıkları bütün ilâhî nimetler bu kanallardan akıyor. Fakat bu kanallar kapanmış, onlardan insanlara doğru hiçbir şey akmıyor. Ama eğer insanlar iman edip kötülüklerden sakınsalar, Allah bu kanalları açacak ve yağmur, kar, sıcak ve soğuk gibi gök bereketleri ile bitki, meyve ve güvenlik gibi yer bereketleri insanlara doğru akacaktır ve bu bereketlerin akışı zamanında ve faydalı olacak miktarda olacaktır.

"Eğer o ülkelerin halkları iman edip kötülüklerden sakınsalardı..." ayeti kanıtlıyor ki, bereket kapılarının açılması, ülkelerin halklarının hepsinin iman edip kötülüklerden sakınmalarının sonucudur. Ya-ni bereket kapılarının açılması bir kısım insanların iman edip kötülüklerden sakınmalarından değil, insan türünün bir bütün hâlinde iman edip kötülüklerden sakınmalarının sonucudur. Çünkü insanların bir bölümünün inanıp kötülüklerden sakınmaları, kaçınılmaz olarak diğer bölümünün kâfir ve fasık olmalarını gerektirir ki, böyle bir durumda fesat sebebinin ortadan kalkmadığı açıktır.

"Fakat onlar yalanladılar, biz de onları işlediklerinin cezasına çarptırdık." ifadesinde geçen "ahz" (yakalama) cezalandırma anlamın-dadır. Bu cezalandırmanın nasıl olduğu, aslında insanın davranışlarının ona geri dönmesi demek olduğu, yukarıda açıklandı.

97) Acaba o ülkelerin halkları geceleyin uyurlarken başlarına azabımızın gelmeyeceğinden emin midirler?

Ayette geçen "beyat" ve "tebyit" kelimeleri, düşmanın gece baskı-nı yapması anlamına gelir. Bu da aldatıcı nitelikte bir eylemdir. Çünkü gece insanlar için sükûnet dönemidir. İnsanlar bu saatlerde doğal olarak uyuyarak ve hareketsiz kalarak istirahat etme ve başkaları ile ilgilenmeme eğilimindedirler.

Ayetin içeriği daha önceki ayetlerin sonucudur. Yani beldelerin halkları duyu organları ile algıladıkları ile yetinip bunun ötesinde kalan bilgilerden mahrum oldukları için hiç beklemedikleri bir sırada gelen, ani azaba çarpıldıklarına göre bir bütün olarak gafletteyken, gece uykuları sırasında Allah'ın azabının başlarına gelmeyeceğinden emin midirler?

98) Acaba o ülkelerin halkları kuşluk vakti eğlenirlerken azabımızın gelmeyeceğinden emin midirler?

Ayetteki "zuha", gündüzün başında güneşin yayıldığı vakittir. Ayetteki eğlenceden, oyundan maksat, insanların dünyalık ihtiyaçlarını gidermek ve nefislerinin isteklerini karşılamak için yaptıkları hareketlerdir. Bu hareketler, gerçek mutluluk amacı ile ve hakkı aramak uğruna yapılmadıkları takdirde oyun ve eğlence olurlar.

Buna göre "eğlenirlerken" ifadesi, dünya işlerinden kinayedir. Bu ifadenin istiare olduğu ve "onlar oyun oynar gibi faydasız işlerle uğraşırlarken" anlamına geldiği de ileri sürülmüştür. Bir önceki ayetteki "uyurlarken" ifadesinin gafletten kinaye olması da uzak bir ihtimal değildir. Ayetin anlamı ise açıktır.

99) Onlar Allah'ın tuzağına yakalanmayacaklarından emin midirler? Oysa hüsrana uğrayan toplum dışında hiç kimse kendini Allah'ın tuzağından emin sayamaz.

Ayette geçen "mekr" kelimesi, bir insana farkında olmadan zarar dokundurmak veya sonu zararla bitecek bir durumla karşı karşıya bırakmaktır. Bu eylem, ancak ceza niteliği taşıdığı zaman Allah'a izafe edilebilir. Meselâ insan bir günah işler, Allah da onu farkında olmadan ani bir azaba çarptırır veya onu farkına varmadan sonu azapla noktalanacak bir durumla karşı karşıya getirir. Yoksa daha önce işlenmiş bir günahın karşılığı olmaksızın durup dururken insana böyle bir işlemde bulunmayı Allah'a yakıştırmak imkânsızdır. Daha önce birkaç kere buna işaret etmiştik.

Birbirini izleyen "Acaba o ülkelerin halkları... emin midirler?", "Acaba o ülkelerin halkları... emin midirler?" ve "Onlar Allah'ın tuzağına yakalanmayacaklarından emin midirler?" ifadelerinde ince bir espri vardır. Şöyle ki, üçüncü ayette ilk iki ayette ifade edilen yadırgamalar birleştirilip özetleniyor. İlk iki ayette fiilin öznesi isim olarak kullanılıyor, ikinci ayette "Acaba onlar... emin midirler?" denerek zamir kullanılmıyor. Maksat, üçüncü ayetteki zamirin ilk iki ayetin her ikisinin öznelerine raci olmasına zemin hazırlamaktır. Bu durumda uykudayken cezaya çarptırılan ülkeler halkları, oyun oynarlarken cezaya çarptırılan ülkeler halklarından başka kimseler olmaktadır.

"Oysa hüsrana uğrayan toplum dışında hiç kimse kendini Allah'ın tuzağından emin sayamaz." Çünkü ilk iki ayette belirtildi ki, yüce Allah'ın tuzağından emin olmak, başlı başına bir ilâhî tuzaktır, arkasından ilâhî azap gelir. O hâlde Allah'ın tuzağından emin olanlar, bu yersiz güvenleri yüzünden Allah'ın tuzağına düşmüş, hüsrana uğramış kimselerdir.

100) Üzerinde yaşadıkları toprakları eski yerlilerinden miras alanlar, hâlâ anlamadılar mı ki, istesek kendilerini günahları yüzünden musibetlere çarptırırız...?

Ayette geçen "yehdî" fiilinin faili, hikâyeleri özetlenen beldeler halklarının maceralarıdır. "Lillezîne yerisûne" ibaresi ise bu fiilin mefulüdür. Ayetin anlamı şudur: "Ülkeler halkları ile ilgili anlattığımız hikâyeler, üzerinde yaşadıkları toprakları eski sahiplerinden miras alanlara yol gösterici bir açıklama olmuyor mu?" Üzerinde yaşadıkları yerleri eski sahiplerinden miras alanlardan maksat,  yurtlarını atalarından miras alan yeni nesillerdir.

Ayetin bütününün anlamı şudur: İmtihan ettikten sonra kalplerini mühürlediğimiz için peygamberlerinin öğütlerini dinlemeyen ve bu yüzden günahları ile yakaladığımızı açıkladığımız toplumların torunları, istediğimiz takdirde onları da günahları yüzünden cezalandıracağımızı, bu konuda hiçbir şeyin bize engel olamayacağını, hiçbir vesile ile azabımızdan kurtulamayacaklarını hâlâ anlamadılar mı?

Bazı tefsircilere göre ayetteki "yehdî" burada lâzım (meful almayan) fiil gibi kullanılmıştır. Buna göre ayetin anlamı, "İstediğimiz takdirde kendilerini günahları ile yakalayacağımızı anlayacak kadar hida-yetten pay almadılar mı?" şeklinde olur. Benzeri bir kullanıma şu ayette de rastlıyoruz: "Hâlâ anlamadılar mı ki, (bugün) yurtlarında gez-dikleri kendilerinden önceki nice nesilleri yok ettik?" (Secde, 26)

"Ve kalplerini mühürleriz de artık işitemezler" ifadesi, "musibetlere çarptırırız" ifadesine matuftur. Çünkü buradaki geçmiş zaman gelecek zaman anlamındadır. Anlamı da, "Anlamadılar mı ki, istesek kalplerini mühürleriz..." şeklindedir. Bazılarına göre bu ifade, ayetin sonunda gelen bir ara cümledir. Bu ayet hakkında, aktarılmasında fay-da görmediğimiz başka görüşler ve yorumlar da vardır.

101) Bu ülkelere ilişkin bazı tarihî olayları sana anlatıyoruz...

Bu ayet, "Peygamber gönderdiğimiz her ülkenin halkını" diye başlayan ilk iki veya üç ayetteki özetten sonra toplumlarla ilgili hikâyelerin ikinci bir özetidir.

Bu iki özetleme arasındaki fark şudur: İlk özetleme Allah'ın icraatı ile ilgilidir. Allah'ın onları sıkıntılara ve musibetlere uğratması, sonra kötülükleri iyiliklerle değiştirmesi, arkasından da farkında olmadıkları bir sırada onları ansızın yakalaması anlatılıyor. Fakat ikinci özetleme onların ilâhî çağrı karşısında takındıkları tutum ile ilgilidir. Bu tutum da şudur: Onlara peygamberler açık deliller ile geldiler, ama onlar iman etmediler. Çünkü daha önce yalanlamışlardı. Daha önce yalanladıkları gerçeklere inanacak değillerdi. Bu, Allah'ın kalplerinin mühürlemesinin sonucudur.

"Fakat onlar daha önce yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi." ifadesindeki "bi-ma" ibaresi, "li-yu'minû" ibaresi ile bağlantılıdır. Bunun gereği "ma"nın mevsule olmasıdır. Başka bir yerdeki "Fakat onlar daha önce yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi." (Yûnus, 74) ayeti bunu doğrular. Çünkü o ayette "bi-hi" zamiri kullanıldığı için "ma"nın mevsule olduğu daha açıktır.

Buna göre bu ifadenin anlamı, "Onlar ilk çağrıldıklarında yalanladıkları gerçeklere, daha sonra ikinci kez peygamberleri tarafından çağrılınca da iman etmediler." şeklindedir.

"İman edecek değillerdi." ifadesi de bu anlamı doğrular. Çünkü bu söz dizisi önceden hazırlıklı olmamayı ifade eder. "Falancaya gelecek değilim." ve "Filanca şöyle yaptığı için ona ikram edecek değilim." denir. Bu sözlerin anlamı, "Öyle yapabilecek durumda değilim." ve "Şuna hazırlıklı değilim." şeklindedir. Başka bir ayette, "Allah, müminleri şu bulunduğunuz durumda bırakacak değildir; sonunda pis olanı temiz olandan ayıracaktır." (Âl-i İmrân, 179) buyruluyor. Yani pis olanı temiz olandan ayırmaya yönelik ön iradesi vardır.

Bir başka ayette, "İnkârları artmış olan kimseleri Allah, bağışlayacak ya da doğru yola iletecek değildir." (Nisâ, 137) buyruluyor.

Daha sonraki, "Onların çoğunda ahde bağlılık diye bir şey bulmadık. Tersine çoğunu yoldan çıkmış bulduk." ayeti de bu anlamı doğ-ruluyor. Çünkü sözün akışından anlaşıldığına göre bu ayet, "Fakat onlar daha önce yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi." ayeti ile bağlantılıdır ve onu açıklar niteliktedir. Çünkü bundan şu anlaşılıyor: Onlara bir telkinde bulunulmuş, onlar telkin yapıldığı anda onun dışına çıkmış, onu yalanlamışlardı. Sonra kendilerine delillerle peygamberler geldiğinde onları da yalanladılar, onlara iman etmediler. Daha önce yalanladıkları gerçeklere inanacak değillerdi.

"Andolsun, peygamberleri onlara açık belgelerle, mucizelerle gel-diler. Fakat onlar daha önce yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi." ifadesinin ardından, "İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle mühürler." ifadesine yer verilmesinden şu anlaşılıyor:

İfadede anlatılan peygamberlerin açık delillerle gelmeleri ve onların daha önceki yalanlamaları yüzünden bu gerçeklere inanmamaları, sözü edilen kalpleri mühürleme işleminin bir göstergesidir. Şöyle ki, Allah yalanlamayı onların kalplerine yerleştirdiği, vicdanlarında sabitleştirdiği için peygamberler açık delillerle geldiklerinde kalplerinde bu çağrıyı kabul edecek yer yoktu; çünkü kalpleri bu çağrının zıddı ile dolu idi.

Anlam itibariyle bu iki ayetle, "Peygamber gönderdiğimiz her ülkenin halkını... sıkıntılara ve belâlara uğrattık." diye başlayan ilk iki ayet arasında sıkı bir uyum vardır. Çünkü söz konusu iki ayette yüce Allah'ın şu yasası anlatılıyor: Allah tevhit ilkesinin ve diğer ilkelerin hak olduklarını kanıtlayan ayetler gönderiyor. Bu ayetler, önce insanları belâlara ve sıkıntılara uğratmak, arkasından kötülükleri iyiliklere dönüştürmek, sonra da günahlarının cezası olarak insanların kalplerini mühürlemek şeklinde ortaya çıkıyor.

Buna göre bu ayetlerin toplu şekilde anlamı şöyledir: O beldelerin halklarına peygamberleri açık delillerle geldiler. Fakat onlar kendilerine gönderilen Allah'a yalvarmaya ve ihsanlarına şükretmeye çağırıcı ayetlere inanmadılar. Tersine onları kuşku ile karşıladılar. Onları zaman akışının geleneğine, günlerin değişiklik meydana getiren etkisine, böylece insanın durum değiştirmesine yordular. Böylece bu ayetleri yalanladılar ve bu yalanlama kalplerine yerleşti. Bu yüzden peygamberler onları hak dine çağırdıkları zaman, kabul etmeye çağrıldıkları hakka ve kendilerine açıklanan ayetlerin içeriğine inanmadılar. Çünkü daha önce bu ayetleri yalanlamışlardı. Önceden yalanladıkları gerçeklere inanmaları söz konusu değildi. Bunun sonucu olarak yüce Allah kalplerini mühürledi. Bu yüzden artık gerçekleri işit-miyorlar.

O hâlde onların iman etmemeleri, Allah'ın kalplerini mühürlemesi ve bu mühürlemeden önce sıkıntıların ve belâların, ikinci aşamada ise kötülüklerin iyiliklere dönüşmesinin anlamını yalanlamalarının sonucudur. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi:

"Andolsun, sizden önceki nice kuşakları, peygamberleri kendilerine açık gerçeklerle gelmişlerken zalimce davranarak iman etmeye yanaşmadıkları için yok ettik. İşte biz ağır suçlu toplumları böyle cezalandırırız." (Yûnus, 13), "Sonra Nuh'un arkasından birçok peygamberleri kavimlerine gönderdik. Peygamberler onlara açık delillerle geldiler. Fakat onlar daha önce yalanladıkları gerçeklere inanmaya yanaşmadılar. Biz de haddi aşanların kalplerini böyle mühürleriz." (Yûnus, 74)

Buna göre, "Fakat onlar daha önce yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi." ifadesi, "Andolsun, peygamberleri onlara açık belgelerle, mucizelerle geldiler." ifadesine yönelik bir sonuçtur.

Onların yalanladıkları gerçeklerden maksat, peygamberlerin kendilerine anlattıkları dış dünya ile ve kendi nefisleri ile ilgili açık ayetler ve getirdikleri mucizelerdir. Bütün bunların hepsi Allah'ın ayetleridir.

Bunları daha önce yalanlamalarından maksat, bu ayetleri görünce akıllarının Allah'ın kulları oldukları, O'nun dışında başka bir rab olmadığı yolundaki yargısını yalanlamalarıdır. İkinci aşamada iman etmemelerinden maksat ise, peygamberler tarafından bu ayetlerin sunulması sırasında onlara inanmamalarıdır.

Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Onlar, peygamberlerin kendilerine getirip anlattıkları ayetlere inanacak değillerdi. Çünkü onlar, düşünüp Allah'a yalvarsınlar ve şükretsinler diye Allah tarafından kendilerine gönderilen bu ayetlerle ilgili akıllarının hatırlattığı gerçekleri yalanlamışlardı.

Buna göre bir sonraki "Onların çoğunda ahde bağlılık diye bir şey bulmadık. Tersine çoğunu yoldan çıkmış bulduk." ayetinde sözü edilen ahit, yüce Allah'ın ayetlerin dili ile akıl yolundan onlardan aldığı sadece O'na kulluk etmeleri şeklindeki sözdür. Ayette sözü edilen fasıklıktan (yoldan çıkmışlıktan) maksat da, bu söze bağlı kalmayarak, taahhütlerinin dışına çıkmalarıdır.

Bu taahhüdün daha öncesinde gerçekleşen bir başka taahhüt aşaması daha vardır. Şöyle ki: Yüce Allah, Âdem Peygamber'i yaratıp şe-killendirmek suretiyle insanları yarattığı zaman onlardan bu yolda taahhüt aldı. O zaman Âdem'i insanlığa örnek yaparak ona meleklerin secde etmesini sağladı, arkasından onu cennete koydu. Sonra yeryüzüne inmesini emrettiğinde kendisinin ve soyundan geleceklerin Allah'a kulluk etmeleri, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamaları yolunda ondan taahhüt aldı.

Yüce Allah, orada bir plân belirledi ve bu plân uyarınca bir topluma hidayet verirken, başka bir toplumu hidayetten yoksun bıraktı. Sonra insanlar dünyaya gelip hayat yolculuğuna çıktıklarında birinci kesimdeki toplumlar hidayeti bulurken, öbür kesimdekiler verdikleri taahhüdün dışına çıktılar. Nihayet Allah onların kalplerini mühürledi ve kötü işlerinden sonra dünyada sapıklık hükmünü giymeleri kesinleşti. Daha önce, "(Allah) insanların bir kesimini doğru yola iletti, bir kesimi ise sapıklığı hak etti." (Â'râf, 30) ayetinin tefsiri sırasında bu gerçeği vurgulamıştık.

Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Onlar, ilk taahhüt alınışı sırasında yalanladıkları, kabul etmedikleri gerçeklere peygamberlerin çağ-rısı sırasında inanacak değillerdi. Biz onların çoğunu orada alınan taahhüde dünyada bağlılık gösterir bulmadık. Çoğunu bu taahhüdün hük-mü dışına çıkan fasıklar olarak bulduk.

Bu da bir anlamdır. Ama bu anlam daha önceki anlama aykırı değildir. Bu iki anlam birbirinin uzantısıdır, aralarında çelişki yoktur. Çünkü insanın yolunun ve bu yolun varacağı iyilik veya kötülükten ibaret sonunun kader uyarınca belirlenmesi, onun dünyada iyi ve kötü olma imkânı ile ve bu iki durumdan birinin gerçekleşmesinin onun seçimine bağlı kılınması ile çelişmez. Tefsirciler bu ayet hakkında başka görüşler de ileri sürmüşlerdir ki, aşağıda onlara değiniyoruz:

1- Önceki yalanlamaktan maksat, peygamberlerin geldiği andan inat ve ısrar anına kadar uzanan yalanlamadır. "İman edecek değillerdi..." ifadesinden maksat ise, ısrar ettikleri sıradaki inkârcılıklarıdır. Buna göre ayetin anlamı, "Çağrının ilk anından inatlaştıkları ana kadar yalanladıkları gerçeklere inatlaştıkları aşamada inanacak değillerdi." şeklindedir.

Bu, ayetin sözlerinde hiçbir karinesi bulunmayan saçma bir yorumdur.

2- İlk yalanlamadan maksat, ilâhî şeriatın değişmez temel ilkelerini yalanlamadır. Tevhit, ahiret ve adaletin güzel, zulmün de çirkin oluşu gibi aklın ilk plânda onayladığı ilkeler gibi. Sonraki yalanlamadan maksat da, şeriatın ayrıntılı hükümlerine yönelik yalanlamadır. Buna göre ayetin anlamı, "Onlar bu ayrıntılı şeriat hükümlerine inanacak değillerdi. Çünkü bu hükümler onların ayrıntılı çağrıdan önce temel ilkeler hâlinde yalanladıkları hükümlerdir." şeklindedir.

Bu görüşe olan itirazımız şudur: Bu görüş ayetten anlaşılanla bağdaşmaz. Çünkü Allah'ı inkâr etmeye ve fıtrî akla göre sabit olan diğer temel ilkeleri reddetmeye yalanlama denmez. Üstelik ayette var olduğunu yukarıda söylediğimiz karineler, bu yoruma ters düşer.

3- Bu ayet, "Geri döndürülseler, yine men edildikleri şeylere dönecekler." (En'âm, 28) ayeti ile aynı anlamdadır. Buna göre anlamı, "Onları öldürüp arkasından diriltsek, öldürülmeden önce yalanladıkları gerçeklere iman edecek değiller." şeklindedir.

Bu yorum, bu ayet hakkında yapılan en saçma yorumdur.

4- Bu ayetteki "kezzebû" fiilinin zamiri onların eski kuşaklarına, buna karşılık "li-yu'minû" fiilinin zamiri ise yeni kuşaklara racidir. Buna göre ayetin anlamı, "Onların yeni nesilleri atalarının yalanladıkları gerçeklere inanacak değillerdi." şeklindedir.

Bu görüşe karşı söyleyeceklerimiz şunlardır: Bu görüş hiçbir delile dayanmıyor. Çünkü "daha önce yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi." ibaresinin akışından anlaşıldığına göre ayetteki çoğul zamirlerinin her üçünün de mercii aynıdır. Bu yorumun aşağıdaki görüşe dönüşecek şekilde anlatılması da mümkündür.

5- Bu ayette sözü edilen, kendilerine peygamber gönderilmiş beldeler halkları, eski ve yeni kuşakları ile bir bütün olarak kabul ediliyor. Onlar eski ve yeni kuşakları ile bir şahıs gibi sayıldıkları için eski kuşakların peygamberlerini yalanlamaları yeni kuşaklarının peygamberlerini yalanlamaları sayılıyor. Buna karşılık yeni kuşakların iman etmemeleri, eski kuşakların iman etmemeleri olarak ifade ediliyor. Bu üslûp, Kur'ân'da Ehlikitap hakkında, özellikle Yahudiler hakkında sık sık kullanılır. Birçok ayette Yahudilerin yeni kuşakları atalarının kötülüklerinden sorumlu tutulur, eski kuşaklarının zulümleri yeni nesillere izafe edilir. Buna göre ayetin anlamı, "Yaratıldıkları günden günümüze kadar insanlara sürekli peygamberler delillerle gelmiştir. İnsanların eski kuşaklarının yalanladıkları gerçeklere yeni nesiller iman edecek değiller." şeklindedir.

Bu yoruma karşı itirazımız şudur: Bu yorum özü bakımından doğru bir anlam taşımakla birlikte sözün akışı ile bağdaşmıyor. "Bu ülkelere ilişkin bazı tarihî olayları sana anlatıyoruz." ifadesinden anlaşılacağı gibi, ayetin konusu eski ümmetlerin durumunu anlatmaktır. Bu yorumda iddia edildiği gibi eğer bu toplumlar yüzyıllarının sürekliliği içinde varlığını sürdüren, ilki ve sonu olan, başı ve ayağı olan, başta-kilerinin yalanladıklarına sondakileri iman etmeyen bir tek ümmet ele alınmış olsaydı, "peygamberleri onlara açık belgelerle, mucizelerle gel-diler." ifadesi bu devamlılığı yansıtacak nitelikte olur, yani "peygamberleri onlara açık belgelerle geliyorlardı" veya bu anlama gelecek bir ifade kullanılırdı, "geldiler" şeklindeki bir defada olup bitmişlik anlamı veren bir ifade kullanılmazdı. Bu noktayı iyi anlamak gerekir.

Böyle bir dil şu ayette kullanılmıştır: "Fakat ne zaman bir peygamber onlara canlarının istemediği bir şey getirdiyse, (onlardan) bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürüyorlardı." (Mâide, 70)

Bilinen bir gerçektir ki, peygamberleri yalanlayanlar, onları öldürenlerden farklı kişiler ve kuşaklar olabilirler. Ancak her iki kesimin bir toplumun üyeleri olduğu belirtilmiş ve bu yüzden peygamber gelişinin sürekliliğine delâlet eden bir ifade kullanılmıştır. Şu ayetlerde de olduğu gibi:

"Çünkü onlara peygamberleri açık delillerle her geldiklerinde, '(Bizim gibi) insanlar mı bizi doğru yola iletecekler?' diyerek kâfir oldular, hakka sırt çevirdiler. Allah da onların kulluklarını hesap dışı bıraktı." (Teğâbun, 6), "Sonra Nuh'un ardından birçok peygamberi kavimlerine gönderdik. Peygamberler onlara açık delillerle geldiler. Fa-kat onlar daha önce yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi." (Yûnus, 74) Bu son ayetteki "Nuh'un ardından birçok peygamberi kavimlerine gönderdik." ifadesi, "Her peygamberi kendi kavmine gön-derdik." anlamına geliyor.

6- Ayetteki "bi-ma kezzebû" ibaresindeki "ba" harfi, sebep bildiriyor ve "ma" da masdariyedir. Buna göre onların ilk yalanlamalarından maksat, peygamberlerini veya karşılarına çıkan her hakkı yalanlama alışkanlıklarıdır. O takdirde ayetin anlamı, "Daha önce peygamberleri veya karşılaştıkları her gerçeği yalanlamaları sebebi ile Rablerine iman edecek değillerdi." şeklinde olur.

Bu yoruma yönelik itirazımız şudur: "Fakat onlar daha önce yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi." şeklindeki Yûnus Suresi'nde yer alan benzer ayet, bu yorumun asılsızlığını kanıtlıyor. Çünkü Yûnus Suresi'ndeki bu ayette yer alan "bi-hi" ibaresi, bu ayetteki "ma"nın mevsule olduğunun delilidir. Üstelik bu ayetten "bi-ma"-daki "ba" harfinin mütaadilik anlamına geldiği ve "bi-ma" ibaresinin "li-yu'minû" ibaresine müteallik olduğu anlaşılıyor. Şunu da ekleyelim ki, bu yorum, bir bakıma ilk yorumla aynıdır.

7- Onların ayetin sonunda işaret edilen yalanlamaları, misak (söz verme) günü saklı tuttukları yalanlamalarıdır. Buna göre ayetin anlamı, "Onlar daha önce misak (söz verme) günü yalanladıklarına, peygamberlerin çağrısı sırasında inanacak değillerdi." şeklindedir.

Bu yoruma yönelik itirazımız şudur: Bu anlam özü itibariyle doğru olsa da tefsirde esas alınamaz. Çünkü tefsirde zahir esas alınır, batın değil. Bunun delili, arkasından gelen "İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle mühürler." ifadesidir. Çünkü bu ifade, onların inanmamalarının kalplerinin mühürlenmesinden kaynaklandığını ve Allah'ın daha önceki yalanlamaları yüzünden kalplerini mühürlediğini, bu sebeple sonraki çağrıda iman etmediklerini açıkça belirtiyor. Zira kalplerin mühürlenmesi, dünyaya gelir-gelmez olan bir işlem değildir, dünyada daha önce işlenmiş bir suçun sonucudur. Bundan açıkça şu anlaşılıyor: Onların kalplerinin mühürlenmesine yol açan yalanlama, dünyada meydana gelmiş ve sonra bu kalp mühürlenmesi, daha önce yalanladıkları gerçeklere yanaşmamalarını gerektirmiştir.

Bu anlamda başka ayetler de vardır. Bu ayetler şunu kanıtlıyor: Yüce Allah'ın kalpleri mühürlemesi, daha önce dünyada işlenmiş bir günah sebebi ile olur. Yoksa sırf misak (söz verme) günü gerçekleşen daha önceki yalanlama, dünyada tek taraflı bir kalp damgalamasına yol açmaz. Böyle bir şey asla Allah'a yakışmaz. Zira O, "Allah onunla birçoğunu saptırır ve yine birçoğunu hidayete erdirir. Ancak onunla sadece fasıkları saptırır." (Bakara, 26) buyuruyor.

102) Onların çoğunda ahde bağlılık diye bir şey bulmadık...

Mecma'ul-Beyan tefsirinde, "Onların çoğunda ahde bağlılık diye bir şey bulmadık." ifadesi hakkında şu açıklama yapılmıştır: "Onların çoğunda ahit bulmadık, yani ahde vefa bulmadık. Nitekim, 'Falancada ahit yoktur.' denir. Bu söz, 'O kişide ahde vefa yoktur, ahdine bağlı kalmaz.' anlamında kullanılır." (Alıntı burada sona erdi.)

Bu ahitle, Allah'ın onlara ayetleri aracılığı ile yönelttiği ahdin veya onların kendi ihtiyaçları ve akıllarının yol göstermesi ışığında Allah'a kulluk edecekleri, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayacakları yolunda Allah'a verdikleri ahdin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Bu ayetin anlamı, yaptığımız açıklamalardan açıkça anlaşılıyor.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

el-Kâfi adlı eserde verilen bilgiye göre Hüseyin b. Hakem şöyle der: "Ben o salih kula -yani İmam Musa Kâzım'a (a.s)- bir mektup yazarak İbrahim Peygamber'in bile, 'Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster.' [Bakara, 260] şeklindeki sözünden anlaşılacağı üzere şüphede olduğu gibi şüphede olduğumu, bu konuda beni aydınlatmasını istedim. Bana verdiği cevapta şöyle yazdı: İbrahim Peygamber inanıyordu, fakat imanının kuvvetlenmesini istiyordu. Sen ise kuşkudasın ve kuşkulu kişide hayır yoktur. Kuşku, yakin olmayınca söz konusu olabilir. Yakin gelince kuşku caiz olmaz."

"İmam (a.s), cevabının devamında şöyle yazdı: Nitekim 'Onların çoğunda ahde bağlılık diye bir şey bulmadık. Tersine çoğunu yoldan çıkmış bulduk.' ayeti kuşku edenler hakkında inmiştir." [c.2, s.399, h:1]

Ben derim ki: Bu rivayet ile bizim yukarıda yaptığımız açıklama arasındaki uyum açıktır. Bu rivayetin devamı, Ayyâşî tarafından Hüseyin b. Hakem Vasıtî'ye dayanılarak nakledilmiştir. Bu nakilde rivayetin sonu, "Bu ayet kuşkulular hakkında inmiştir." şeklindedir.