KURAN VE HADİSLER IŞIĞINDA ŞEFAAT

a) ŞEFAAT ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA

 1- Şefaat nedir?

Dayanışma ve toplumsal hayattan edindiğimiz anlayışla bildiğimiz anlamıyla "şefaat" kısaca, maksatlarımıza ulaşmak, hayatımızdaki ihtiyaçlarımızı karşılamak amacıyla kullandığımız yöntemlerden ve baş vurduğumuz yollardan biridir. Kelime itibariyle "tek" anlamına gelen "vetr"in karşıtı olan "çift" anlamındaki "şef'a" kökünden türemiştir. Sanki şefaat eden kimse, şefaat olunan kimsenin yanındaki eksik araca ekleniyor; böylece daha önce tek olduğu, elindeki aracın eksikliği ve yetersizliği için istediğine ulaşamayan, şimdi "çift" oluyor, istediğine daha rahat ulaşabiliyor. Şefaat aradığımız konular çoğunlukla ya bir yarar ve hayır elde etme amacına yöneliktir ya da bir zarar ve şerri defetme amacına yöneliktir. Fakat bu durum bütün yarar ve zararlar için geçerli değildir. Çünkü biz, doğal sebeplerin ve evrensel yasalar sisteminin kapsamında olan hususlarla ilgili hayır ve şerlerde, yarar ve zararlarda bir başkasının şefaatçiliğine başvurmayız. Açlık, susuzluk, sıcaklık, soğukluk, sağlık ve hastalık durumlarında olduğu gibi. Bu gibi durumlarda doğal sebeplere başvurur, uygun araçlarıkullanır ve münasip yöntemlere tevessül ederiz. Yemek, içmek, giyinmek, barınmak ve tedavi olmak gibi. Biz, toplum yönetiminin tanıdığı, yasayıp yürürlüğe koyduğu genel ve özel nitelikli hükümlerin, yasaların ve sistemlerin öngördükleri veya gerektirdikleri hayırlar, şerler, yararlar ve zararlarla ilgili olarak başkalarının aracılıklarına, şefaat etmelerine ihtiyaç duyarız.

Efendilik ve kölelik çerçevesi içinde, yöneten ve yönetilen ilişkilerinde birtakım emir ve yasak nitelikli hükümler vardır ki, yükümlü bu hükümleri uygulayıp gereklerini yerine getirdiği takdirde bu, övgü nitelikli bir sonuç doğurur veya yükümlüye bir mevki, bir mal kazandırır. Hükümlere muhalefet edip başkaldırdığı takdirde de yergi nitelikli bir sonuçla karşılaşır; kınanma, maddî veya manevî zarara uğrama gibi bir ceza alır. Efendi, kölesine veya otoritesi altında bulunan herkese bir emir verdiğinde veya bir şeyi yasakladığında, buyruğa mu-hatap olan kişi gerekeni yaptığı zaman büyük bir ödülü hakkeder, muhalefet ettiği zaman da bir azaba veya cezaya çarptırılır. Şu hâlde, iki tür yasama ve değerlendirme ile karşı karşıyayız: Hükmün yasanması ve hükmün gereğinin yasanması yani, hükme muvafakat veya muhalefetin gereğinin belirlenmesi. Milletlerarası genel nitelikli ve her insan ile emri altında bulunanlar arasındaki özel nitelikli tüm egemenlikler bu temel üzerinde odaklaşır.

Dolayısıyla bir insan, toplumun belirlediği kurallara ve hak ediş ölçülerine uymaksızın maddî veya manevî bir hayra ve kemale ulaşmak isterse, yahut karşı çıkışından dolayı kendisine yönelen bir kötülüğü savmak ister, ama elinde bir savunma aracı olmazsa -savunma aracı derken emirlere uymayı ve üzerinden yükümlülüğü kaldırmayı kastediyorum- daha açık bir ifadeyle, bir insan koşullarını yerine getirmeksizin, sebeplerini hazırlamaksızın bir sevap, bir ödül elde etmek isterse veya kendisine yöneltilen yükümlülüğü yerine getirmeksizin bir cezadan kurtulmak isterse, bu, şefaatin etkinlik alanına girer.

Böyle bir durumda şefaat, etkin rol oynayabilir. Fakat bu etkinlik şartsız, sınırsız değildir. Örneğin, yüksek ilmi bir makama gelmek isteyen okuma-yazmasız cahil bir kimse gibi, kemal kisvesine bürünme açısından bir liyakate sahip bulunmayan veya efendisinin emirlerine uymayan dik başlı, azgın bir köle gibi, kendisini katında şefaat edilen makama bağlayacak her hangi bir bağı bulunmayan kimse için şefaatin hiçbir yararı olmaz. Çünkü şefaat, kendi başına bağımsız bir etkinliğe sahip değildir, eksik sebebin tamamlayıcı öğesidir.

Ayrıca katında şefaat girişiminde bulunulan hakimin nezdinde şefaatçilik pozisyonunda bulunan kişinin etkinliği, sebeplerden bağımsız ve ölçüsüz bir etkinlik değildir. Tersine, hakim üzerinde etkinlik uyandıracak bir durumun söz konusu olması gerekir ki, ardından ödül almayı veya cezadan kurtulmayı getirsin. Meselâ şefaatçi, efendiden, kendi efendiliğini ve kölesinin de köleliğini geçersiz kılarak onu cezalandırmamasını isteyemez. Efendiden hükmünden el çekmesini, kölesine yükümlülük vermekten kaçınmasını veya genel olarak veya olaya özgü olmak üzere hükmünü geçersiz kılmasını talep edemez. Aynı şekilde şefaatçi, hakimden genel olarak veya özel bir durumla ilgili olarak cezalandırma yasasını yürürlükten kaldırmasını, cezalandırmamasını isteyemez. Dolayısıyla efendilik, kulluk, hüküm ve ceza sistemi üzerinde  şefaatçinin hiçbir etkinliği yoktur. Şefaatçi, sözünü ettiğimiz bu üç hususa, bu üç cihete, kesin gözüyle baktıktan ve tartışmasız kabul ettikten sonra ya hakimlik pozisyonunda bulunan efendinin cömertliği; mertliği, şerefi ve yüceliği gibi affetmeyi ve bağışlamayı gerektiren sıfatlarını ya kölenin ezikliği, miskinliği, düşkünlüğü, hakirliği ve kö-tü hâllere düşmüşlüğü gibi acımayı gerektiren sıfatlarını ya da bizzat kendi niteliklerini, yani efendiye olan yakınlığını, şerefini ve yüksek konumunu öne sürerek şöyle der: Senden kendi efendiliğini ve onun köleliğini geçersiz kılmanı, hüküm ve ceza sistemini yürürlükten kaldırmanı istemiyorum. Aksine senden bağışlamanı istiyorum. Çünkü sen efendisin, acıma duygusuna sahipsin, cömertsin. Onu cezalandırmak sana bir yarar  sağlamaz, günahlarını bağışlaman da sana bir zarar dokundurmaz veya o, düşkün ve har bir cahildir. Senin gibiler onun durumuna aldırmazlar. Onunla gereğinden fazla ilgilenmezler veya senin katındaki  seçkin konumuma ve sana olan yakınlığıma güvenerek onu affetmeni istiyorum.

Konuyu enine-boyuna irdeleyen biri açık olarak görür ki: Şefaatçi, örneğin cezanın kaldırılması ile ilgili olarak katında şefaatte bulunulan zatın sıfatları gibi konuyla ilgisi bulunan etkenleri kullanarak aracılıkta bulunur. Böylece konu bir hükmün kapsamından çıkıp diğer bir hükmün kapsamına girer. Yoksa birinci hükmün kapsamında olduğu hâlde hükmün iptali söz konusu değildir. Yani doğadaki birbirine zıt etkenlerin bazısının, diğer bazısının etkinliğini geçersiz kılması ve ona galebe çalması gibi bir durum söz konusu değildir. Şu hâlde şefaatin gerçek anlamı, konunun bir hükmün kapsamından çıkıp diğer bir hükmün kapsamına girmesini sağlayarak çelişkiye meydan vermeme suretiyle bir yarar elde etme veya bir zararı defetme amacına yönelik, aracılık girişimidir. Ayrıca bununla, şefaatin nedensellik kuralının bir örneği olduğu da ortaya çıkıyor. Çünkü şefaat, yakın sebebin, ilk ve uzak sebep ile müsebbebi arasında aracı edinilmesinden ibarettir. Şefaat kavramının anlamı üzerinde yaptığımız analizlerden elde ettiğimiz sonuç budur.

Nedensellikle ilgili olarak yüce Allah'ın etkinliği iki açıdan değerlendirilebilir:

1- Etkinlik O'ndan başlar ve nedensellik O'nunla son bulur. Dolayısıyla o, sınırsız ve kayıtsız yaratma ve meydana getirme gücüne sahiptir. Tüm illetler ve sebepler O'nunla başkaları arasında, tükenmez rahmetinin ve yaratıklarına yönelik sayısız nimetlerinin yayılmasının ve aktarılmasının aracılarıdırlar.

2- Yüce Allah sonsuz yüceliğiyle birlikte bize yaklaşarak lütufta bulunmuştur. Dinini bir yasalar sistemi olarak yürürlüğe koymuş ve birtakım emir ve yasak nitelikli hükümler belirlemiştir. Ahiret yurdunda verilmek üzere, söz konusu emir ve yasaklara uymak  veya karşı çıkmak durumlarına göre birtakım ödüller ve cezalar öngörmüştür. Bu amaca yönelik olarak cennetle müjdeleyen ve cehennem azabına karşı uyaran peygamberler göndermiştir. Bu peygamberler de yüce Allah'tan aldıkları mesajı en güzel şekilde duyurmuş ve insanlara karşı bir gerekçe, bir kanıt ortaya koymuşlardır. Böylece Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmış oldu. Hiç kimse de O'nun sözlerini değiştiremez...


          İlk değerlendirme esas alınarak konuya bakıldığında, görülecektir ki, bu, tekvinle, varoluşsal ilgili bir değerlendirmedir. Bu durumda şefaat kavramının aradaki varoluş ile ilgili neden ve sebeplere intibak ettiği açık-seçiktir. Çünkü aradaki varoluşla ilgili nedenler, yüce Allah'ın rahmet, yaratma, diriltme ve rızk gibi üstün sıfatlarından yararlanıp çeşitli nimet ve lütufları, yaratıklardan muhtaç durumda olanlara ulaştırırlar. Yüce Allah'ın bazı sözleri de muhtemelen bu anlamı çağrıştırmaktadırlar: "Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur. O'nun izni ol-madan kendisinin katında kim şefaat edebilir." (Bakara, 255) "Rabbiniz O Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra Arş'a istiva etti. İşi tedbir eder. O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez." (Yûnus, 3) Şu hâlde şefaat, varoluşla ilgili alanda, neden ve sebeplerin O'nun-la müsebbepler (sebeplerden etkilenenler) arasında, müsebbeplerin işlevlerini plânlanma, varlıklarını ve kalıcılıklarını düzenlenme noktasında aracılık etmeleridir. Buna "tekvinî (varoluşla ilgili) şefaat deriz.


           İkinci değerlendirme esas alındığında, meselenin teşri nitelikli olduğu görülecektir. Böyle bir durumda söylenecek söz şudur: Yaptığımız analizlerden de açıkça anlaşılacağı gibi, şefaat kavramı yerinde kullanıldığı zaman doğru bir anlam ifade eder ve bunun bir sakıncası da yoktur. Şu ayet-i kerimeler de bu anlamı vurgulamaya yöneliktir: "O gün Rahman'ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez." (Tâhâ, 109) "O'nun huzurunda, O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez." (Sebe', 23) "Onların şefaati hiçbir işe yaramaz. Meğer Allah'ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun." (Necm, 26) "Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat etmezler. (Enbiyâ, 28) "O'ndan başka yalvardıkları şeyler, şefaate sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır." (Zuhruf, 86)

Gördüğün gibi ayet-i kerimeler, yardım etmek anlamında, ilâhî izin ve rızadan sonra meleklerden ve insanlardan bazı kimselerin şefaatte bulunacaklarını vurgulamaktadırlar. Şu hâlde şefaat, mülk ve emir yetkisi kendisine özgü olan yüce Allah'ın bazı kimselere tanıdığı bir yetkidir. Dolayısıyla şefaat edecek kimseler O'nun rahmetine, affına, bağışlamasına ve buna benzer üstün niteliklerine sarılarak günahtan dolayı kötü duruma düşmüş, azap belasına duçar olmuş kullardan birinin O'nun rahmetinin kapsamına girmesini, kuşatıcı azabın ve işlenmiş cürümün kapsamının dışına çıkmasını sağlarlar. Nitekim daha önce de açıkladığımız gibi şefaatin etkinliği, konuyu bir hükmün kapsamından çıkarıp diğer bir hükmün kapsamına sokma şeklindedir; aynı hükmün kapsamında olmakla birlikte hükmün uygulanmasını engellemek şeklinde değildir. Şu ayet-i kerimeler de bunu ortaya koymaktadırlar: "...İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere değiştirir." (Furkan, 70) Dolayısıyla yüce Allah bir amelin yerini diğer bir amelle değişti-rebilir. Nitekim varolan bir ameli de yok edebilir. Bu hususla ilgili olarak şöyle buyuruyor ulu Allah: "Yaptıkları her işin önüne geçtik de, onları etrafa saçılmış toz zerreleri hâline getirdik." (Furkan, 23) "Allah onların amellerini heder etmiştir." (Muhammed, 9) "Eğer siz yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz." (Nisâ, 31) "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisâ,48) Bu ayet kesinlikle iman ve tövbeyle ilgili değildir. Çünkü iman ve tövbe ile diğer günahlar gibi şirk günahı da bağışlanmanın kapsamına girer. Ulu Allah az olan bir ameli arttırma, çoğaltma yetkisine de sahiptir: "Onlara ödülleri iki kere verilir." (Kasas, 54) "Kim iyilik getirirse, ona getirdiği iyiliğin on katı vardır." (En'âm, 160) Aynı şekilde yüce Allah var olmayan bir ameli var etme gücüne ve yetkisine de sahiptir: "Onlar ki inandılar, zürriyetleri de imanda kendilerine uydu; zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır: kendi amellerinden de hiçbir şey eksiltmemişizdir. Herkes kendi kazandığına bağlıdır." (Tûr, 21) Bu ayet, amellere başka amellerin de katılacağını ifade ediyor. Kısacası yüce Allah dilediğini yapar ve istediği gibi hükmeder.

Evet, yüce Allah dilediğini gerektirici bir maslahat icabı yapar ve bunun için de aracı vasıtalar kullanır. Peygamberlerden, evliyalardan ve seçkin kullarından bazı kimselerin şefaati de kuşkusuz bu konumdadır. Böylece anlaşılmış oldu ki, aracılık anlamında şefaat, gerçekte yüce Allah hakkında geçerlidir. Çünkü O'nun her sıfatı, O'nunla yaratıkları arasında birer aracı pozisyonundadırlar; yaratıklara ilâhî cömertliği ve varoluş bağışını aktarırlar. Şu hâlde gerçek anlamda, mutlak şefaatçi O'dur. Bu hususla ilgili olarak   yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: Bütün şefaat sadece Allah 'ındır." (Zümer, 44) "Sizin, O'ndan başka hiçbir dostunuz, bir şefaatçiniz yoktur." (Secde, 4) "O'ndan başka ne dostları, ne de şefaatçileri yoktur." (En'âm, 51) Allah'tan başka birisi eğer şefaat edecekse, bu; Allah'ın izni ve yetki vermesi ile mümkün olacaktır.

 Yukarıdaki açıklamalarımızla, kısaca yüce makamına yakışmayacak  bir olumsuzluk oluşturmadığı takdirde O'nun katında şefaatin gerçekleşeceği ispat edilmiş oldu.

2- Şefaatle İlgili Problemler Ve Yanıtları

 Şefaatin kısaca bazı durumlarda söz konusu olduğunu, bu hususta bir genelleme yapamayacağımızı öğrenmiş bulunuyorsun.Aynı şekilde ileride Kitap ve sünnetin de bundan fazlasını dile getirmediğini de öğreneceksin. Daha doğrusu, sırf şefaat kavramının ifade ettiği anlam üzerinde derin bir bakış açısıyla düşünmek bile, insanı böyle bir sonuca götürebilir. Daha önce de söylediğimiz gibi şefaat, anlam olarak nedensellik ve etkinlik açısından bir tür aracılığa, tavassuta dönüktür. Şefaat için sınırsız bir nedensellik ve etkinlik anlamı söz konusu değildir. Hiçbir sebep koşulsuz olarak tüm müsebbeplerin sebebi niteliğini kazanamaz ve yine hiçbir müsebbep mutlak anlamda tüm sebeplerden etkilenen müsebbep konumunda olamaz. Böyle bir durum nedensellik yasasının geçersizliği sonucunu doğurur ki bu, hiç kuşkusuz yanlıştır. İşte şefaat olgusunu kabul etmeyenler, bu hususta yanılgıya düşmüşler ve şefaatin hiçbir şarta bağlı olmayan mutlak bir etkinlik olduğu kuruntusuna kapılmışlardır.

Dolayısıyla bazı açılardan meselenin içinden çıkamaz olmuşlardır.  Buradan hareketle de Kur'ân'la sabit olan gerçeği reddetme esasına dayalı düşünceler geliştirmişlerdir. Onlar tarafından içinden çıkılmaz olarak algılanan şefaatle ilgili hususların bir kısmını aşağıya alıyoruz.

Birinci sorun: Yüce Allah'ın tehditle vurguladığı bir cezanın kıyamet günü suçluya uygulanmaması ya adalet ilkesine dayalı ya da zulme dayalı bir uygulamadır. Eğer adil bir uygulamaysa, bu durumda önceki cezalandırmaya ilişkin hüküm zulüm nitelikli olur; bu ise, yüce Allah'a yaraşmaz. Eğer zulüm esasına dayalı bir uygulamaysa bu durumda söz gelimi peygamberlerin şefaatleri yüce Allah'tan zulüm talep etme olarak kabul edilir ki bu, peygamberlere (Allah'ın selâmı onlara olsun) yakışmayan bir cehalettir.

 Birinci sorunun çözümü: Birincisi nakzî cevaptır. Şöyle ki, tüm imtihan amaçlı emirlerde durum böyledir. Peki onlarda ne diyeceksiniz? Bize sorulursa, imtihan amaçlı hükmün önce yasanması sonra da kaldırılması her ikisi de adaletin gereğidir. Bu gibi emirlerdeki temel gerekçe, yükümlünün içindekini bilmek veya gizli niteliklerini ortaya çıkarmak ya da onda bilkuvve varolan kabiliyetin bilfiil çiçeklenmesini sağlamaktır. Şefaatle ilgili olarak da şöyle denebilir: Kıyamet günü tüm müminler için kurtuluş öngörülmüş olabilir. Sonra hükümler konuyor ve bu hükümlere aykırı hareket edenler için çeşitli cezalar öngörülüyor ki kâfirler, küfürlerinden dolayı helâk olsunlar. Müminlere gelince, aralarında yer alan muhsinlerin dereceleri itaatlerinden dolayı yükselir; geriye kalan günahkarlar, kötülük işleyenler ise şefaat aracılığı ile kendileri için öngörülen kurtuluşa nail olurlar. Berzah âleminde ve kıyametin dehşet verici ortamında bazı azaplara duçar olsalar bile, kurtuluşa erirler. Şu hâlde hem hükmün yasanıp muhalefetine azap kararı verilmesi, hem de daha sonra bu azabın kaldırılması adalet ilkesine uygundur.

    İkinci cevabımız ise hallî, çözümsel cevaptır: Şöyle ki, ilkin verilmiş olan cezanın şefaat aracılığı ile uygulamadan kaldırılmasının söz konusu adalet ilkesi ya da zulme dayalı bir uygulama olma açısından birinci hükümle çelişki arzetmesi, ancak cezanın şefaat aracılığı ile kaldırılmasının, verilen ilk hükümle veya hükmün cezayla sonuçlandırılması ilkesiyle çelişki arzettiği takdirde söz konusu olabilir. Ancak sen bunun böyle olmadığını öğrenmiş bulunuyorsun. Çünkü şefaatin etkinliği hükümle çelişki arzedecek şekilde değil, konuyu hükmün şümulünden çıkarmak şeklindedir. Şefaat aracılığı ile suçlu cezanın kapsamından çıkarılıp yüce Allah'ın rahmet, af, bağışlama gibi sıfatlarının kapsamına alınır. Yüce Allah'ın şefaatçiye yönelik ikramı ve onurlandırması da sözünü ettiğimiz İlâhî sıfatlardan biridir.  

      İkinci sorun: Yüce Allah'ın koyduğu evrensel yasalar sistemi, O'nun fiillerinin etkilerini yapmamak veya değişik etkiler yapmaktan korunmuş olmasını öngörmektedir. Bir şeye karar verdi mi veya bir hüküm koydu mu, onu istisnasız olarak tek bir çizgide ve kesintisiz olarak aynı tarzda uygular. Nedensellik yasası da bu tarz üzeredir. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Bu benim dosdoğru yolumdur. Kullarım üzerinde senin hiçbir etkinliğin, hiçbir yaptırım gücün yoktur. Fakat sana uyan azgınlar hariç. Cehennem onların tümünün buluşma yeridir." (Hicr, 43) "İşte bu, dosdoğru yolumdur. Ona uyunuz. Sakın başka yolları izlemeyin, sonra sizi doğru yoldan ayırırlar." (En'âm, 153) "Allah'ın yasasında bir değişiklik, Allah'ın yasasında bir farklılık bulamazsın." (Fâtır, 43) Şefaatin geçerli olması ise, fiillerde değişikliğe yol açar. Çünkü şefaat aracılığı ile bütün suçluların tüm cezalarını kaldırmak, mezkur İlâhî sünnetin geçersizliği anlamını taşır ve yükümlülükle çelişmektedir. Bu ise, kesinlikle mümkün değildir ve kesinlikle  Yüce Allah'ın fiil-lerinin hikmete dayalı olmasıyla uyuşmaz. Bazı suçluların cezalarını kaldırmak veya tüm suçluların bazı suçlarına ve günahlarına ceza uygulamamak ise, yüce Allah'ın fiilinin farklılık göstermesi, yürürlükte olan yasasının değişmesi, öteden beri izlenilen yolunun yön değiştirmesi demektir. Çünkü suçluluk noktasında suçlular arasında bir fark olmadığı gibi, günahlık ve kulluğun sınırlarını aşmak bakımından günahlar arasında da bir fark yoktur.

Şu hâlde suçluların bir kısmını veya onların bazı suçlarını genelden ayrı olarak şefaat aracılığı ile hoşgörünün ve görmezlikten gelmenin kapsamına almak imkansızdır. Şefaat vebenzeri aracılık girişimleri, ancak fiillerin, hak ve batılda aynı hükmü verebilen, hikmet ve cehaletten yana aynı tavrı takınabilen tutkular ve kuruntular üzerine bina edildiği dünya hayatında geçerli olabilir.

 Bu soruna karşı vereceğimiz cevap şudur: Yüce Allah'ın yolunun dosdoğru ve yasalar sisteminin tek ve değişmez olduğu kuşkusuzdur. Ne var ki bu tek ve değişmez yasalar sistemi, sadece yüce Allah'ın örneğin yasa koyma ve hükmetme gibi sıfatlarından birine dayanmamaktadır ki, bir hususla ilgili hüküm değişmesin  ve bir hükme ilişkin ceza hiçbir şekilde yürürlükten kaldırılmasın. Aksine ilâhî yasalar sistemi, yüce Allah'ın bunlarla ilgili tüm sıfatlarının öngördükleri hususlar üzerine bina edilmiştir. -Ki yüce Allah'ın sıfatları bizim kavrayışımızdan çok yücedir.- Bunun açıklaması şöyledir: Varlıklar âleminde, hayat, ölüm, rızk ve nimet gibi olguları bahşeden, lütfeden yüce Allah'tır. Bunlarsa birbirlerinden farklı olgulardır ve yüce Allah'la olan bağlantıları aynı şekilde, aynı yönden ve aynı bağ ile değildir. Çünkü bu tür bir ilişki tarzında bağlılığın ve nedensellik yasasının iptali söz konusudur.

 Örneğin, yüce Allah gerektirici bir sebep ve iktiza edici bir maslahat olmaksızın hastaya şifa vermez. Hastaya şifâ vermesi, O'nun öldürücü, intikam alıcı ve şiddetle yakalayıcı olması gibi sıfatlarıyla ilgili değildir; şefkatli, merhametli, nimet bahşeden, şifa veren ve afiyete kavuşturan olması gibi sıfatlarıyla ilgilidir. Keza, yüce Allah, sebepsiz yere bir zorbayı, bir müstekbiri helâk etmez; şefkatli, merhametli olduğu için de onu helâk etmez. Tersine intikam alıcı, şiddetle yakalayıcı ve karşı konulmaz gücüyle ezici olduğu için helâk eder. Kısacası yaptığı her iş, onunla ilgili bir sıfatın gereğidir... Kur'ân bu gerçeği ana hatlarıyla ortaya koymaktadır. Şu hâlde meydana gelen herhangi bir olay, varoluşsal açıdan kapsadığı nitelikleri bakımından bir veya aralarındaki uyum ve itilafın gerektirdiği vecihle birden fazla ilâhî sıfata dayanmaktadır. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Her şey kapsadığı maslahat ve iyi niteliklere uygun yönüyle yüce Allah'a bağlıdır.

         Bu gerçeği kavradıktan sonra şu hususu öğrenmiş olursun: Yüce Allah'ın yolunun doğruluğu, yasasının değişmezliği ve fiillerinin çelişmezliği, birbirleriyle bağlantı hâlinde olan tüm sıfatlarını kullanarak ortaya koyduğu düzen için söz konusudur. Yoksa tek bir sıfatın gerektirdiği sonuç için bu durum geçerli değildir. İstersen şöyle de diyebilirsin: Böyle bir durum hükümle, hükmün konusuna ilişkin tüm maslahatlar arasındaki etkileşimden kaynaklanan sonuç için geçerlidir. Tek bir maslahatın gerektirdiği sonuç için değil. Eğer konulmuş hükmün sebebi tek başına söz konusu olsaydı, bu hüküm ne iyiliksever, ne günahkâr, ne mümin ve ne de kâfir için değişmezdi. Ancak sebepler çoktur. Bunların hepsinin

veya bir kısmının bir arada göz önünde bulundurulmasıyla doğacak sonuç, her birinin tek başına mülahaza edilmesinden doğacak sonuçla farklı olabilir. Ne demek istediğimizi iyice düşünün. Dolayısıyla şefaatin varlığı ve cezanın yürürlükten kaldırılması -ki bu, rahmet, bağışlama, hükmetme, karar verme, her hak sahibine hakkını verme ve yargıda eğri ile doğruyu kesin biçimde ayırma gibi birtakım sebeplerin doğurduğu sonuçtur- yürürlükte olan ilâhî yasalar sisteminde bir değişikliğe ve dosdoğru yolda bir sapmaya yol açmaz.

          Üçüncü sorun: Halk arasında bilindiği şekliyle şefaat, şefaatçinin; katında şefaatte bulunulan zatı daha önce irade ettiğinin -ister iradesi doğrultusunda hükümde bulunsun, ister bulunmasın- aksi olan bir şeyi yapmaya veya terk etmeye zorlamasıdır. Buna göre, şefaatçinin isteği doğrultusunda, onun hâtırı için irade terk edilmedikçe ve geçersiz kılınmadıkça şefaat gerçekleşmez. Şimdi, katında şefaatte bulunulan kimse, ya adildir ya da zalimdir. Adil bir hâkim irade ettiği veya hükmettiği hususla ilgili bilgisinin niteliği değişmediği sürece şefaat girişimini kabul etmez. Yani, ancak yanılması, sonra doğruyu öğrenmesi ve yapılması gerekenin veya maslahatın, irade ettiği veya hükmettiğinden farklı olduğunu görmesi gibi bir durum söz konusu olursa, şefaat girişimini kabul eder. Zalim ve despot bir yönetici ise, haksızlık ettiğini ve adalete uygun tutumun, yaptığının aksi olduğunu çok iyi bildiği hâlde yakın adamlarının ve elit zümrenin şefaatini kabul eder, kendi katında seçkin bir konumda olan kişiyle irtibatını korumada olacak çıkarını adalet ilkesine tercih eder. Söz konusu her iki durum da, yüce Allah açısından imkansızdır. ünkü O'nun iradesi ilmine göre tecelli eder, ilmi ise ezelîdir,kesinlikle değişmez. Şefaati inkâr edenlerin bu yaklaşımına vereceğimiz cevap şudur: Şefaat olayında yüce Allah açısından bir irade ve bilgi değişikliği söz konusu değildir. Değişiklik irade edilen ve bilinen şey açısından söz konusudur. Çünkü yüce Allah, falanca insanın başına çeşitli durumların geleceğini, şu sebepler ve koşullardan dolayı şu zamanda şu durumda olacağını bilir. Böyle bir durumda onun hakkında bir irade ortaya koyar. Sonra başka sebeplerin ve başka koşulların baş göstermesi ile diğer bir zamanda diğer bir duruma düşeceğini de bilir. Bu sefer de onun hakkında başka bir irade ortaya koyar. O, her gün yeni bir iştedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır, Ana kitap O'nun katındadır." (R'ad, 39) "Hayır, O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir." (Mâide, 64) Bunu şu şekilde örneklendirebiliriz: Biz biliriz ki, havayı bir süre sonra karânlık bürüyecektir ve gözlerimiz fonksiyonlarını yerine getiremez olacaklardır. Oysa buna da ihtiyacımız vardır. Sonra güneşin ışık saçması ile birlikte karanlık dağılacaktır. Bu örnektegecenin gelişi ile birlikte, irademiz lamba aracılığı ile aydınlanmaya, gecenin sona ermesi ile birlikte de lambayı söndürmeğe taalluk eder. Burada bilgi ve irade değişmemiştir. Sadece bilinen ve irade edilen şey değişmiştir. Yani bilinen ve irade edilen şey, bilgi ve iradeye uygunluk pozisyonundan çıkar. Nitekim her bilgi, her bilinene uymaz. Her irade de her irade edilen şeye taalluk etmez. Evet; yüce Allah açısından imkânsız olan bilgi ve irade değişikliği, bilinen ve irade edilen şeyin durumunu korumasına rağmen bilgi ve iradenin onlara uymamasıdır. Buna yanılma ve feshetme denir: Söz gelimi, bir karartı görürsün; önce bunun insan olduğuna hükmedersin; bir süre sonra karartının at olduğu ortaya çıkar, böylece karartıya ilişkin bilgi değişir. Ya da bir maslahat gözeterek bir şeyi irade edersin, daha sonra asıl maslahatın irade ettiğin şeyin karşıtında olduğunu öğrenirsin, buna bağlı olarak iradeni değiştirirsin, İşte bu iki örnekte vurguladığımız hususlar yüce Allah hakkında düşünülemez. Oysa şefaatin ve buna bağlı olarak da cezanın yürürlükten kaldırılması olayında yukarıdaki hususların söz konusu olmadığını öğrenmiş bulunuyorsun.

          Dördüncü sorun: Yüce Allah'ın şefaat vaadinde bulunması veya  peygamberlerin bunu duyurmuş olmaları, insanların günah işlemeye devam etmeleri ve Allah'ın koyduğu haramları çiğnemeleri yönünde teşvik edilmeleri sonucunu doğuruyor. Bu ise, dinin biricik hedefi ile çelişmektedir. Dinin tek ve değişmez amacı insanların tek ve ortaksız Allah'a kulluk sunmaya, O'na itaat etmeye yöneltilmeleridir. Şu hâlde Kitap ve sünnette şefaatle ilgili olarak yer alan nasları dinin bu apaçık temel ilkesi ile çelişmeyecek şekilde yorumlamak gerekir.

   Dördüncü soruna çözüm şudur: Öncelikle bu yaklaşım, bağışlamanın kapsamlılığını ve rahmetin genişliğini gösteren ayetlerle çelişmektedir: "Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisâ, 48) Daha önce de değindiğimiz gibi bu ayet, tövbe olayının söz konusu olmadığı durumlara işaret ediyor. Bunun kanıtı da tövbe edilmiş olması durumunda bağışlanan günahlar kapsamına giren şirkin bu ayette istisna edilmiş olmasıdır. İkincisi; yüce Allah tarafından dile getirilen şefaat vaadinin veya bu vaadin peygamberler aracılığıyla duyurulmasının insanları günaha sürüklemesi, dik başlılık ve isyankarlık yapmaya teşvik etmesi iki şar-ta bağlıdır:

1- Suçlunun şahsı ve nitelikleriyle belirlenmesi ya da hakkında şefaat edilen günahın hiçbir şüpheye yer bırakılmayacak şekilde belirginleştirilmesi. Yani şu şahıs veya bu günah hakkında kesin olarak şefaat sözü verilmesi ve hiçbir muhtemel şarta bağlı kılınmaması.

2- Şefaatin her türlü cezayı, tüm zamanlarda temelden yürürlükten kaldıracak şekilde etkin bir rol oynaması. Eğer; "Falanca gruptan olan insanlar veya bütün insanlar işledikleri suçlardan dolayı cezalandırılmazlar, günahlarından dolayı kesinlikle sorgulanmazlar." veya; "Falanca günahtan dolayı hiçbir zaman azap görülmez." şeklinde bir iddia ortaya atılacak olursa,bu kesinlikle batıl bir iddiadır, yükümlülere yöneltilen hüküm ve sorumluluklarla alay etmektir. Fakat, eğer her iki şart açısından konu müphem bırakılırsa; şefaatin hangi günahlar ve hangi günahkarlar hakkında geçerli olacağı belirtilmezse; ya da yürürlükten kaldırılacak cezaların, bütün cezalar, tüm zaman ve durumlarda olacağı şeklinde bir iddia ortaya atılmazsa, kişi vaat edilen  şefaatin kapsamına girip girmeyeceğini bilmez, dolayısıyla yüce Allah'ın koyduğu yasakları çiğnemeye cesaret etmez. Tersine bu durum, kişide ilâhî rahmete yönelik bir duyarlılık meydana getirir, işlediği günahlardan ve kötülüklerden dolayı ümitsizliğe ve yüce Allah'ın rahmeti hakkında karamsarlığa kapılmaz. Ayrıca yüce Allah şöyle buyurmuyor mu?: "Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz." (Nisâ, 31) Ayet-i kerime büyük günahlardan kaçınma şartına bağlı olarak küçük günahlar ve suçlar için öngörülen cezaların kaldırılacağını ifade etmektedir. Eğer: "Büyük günahlardan sakınırsanız, küçük günahlarınızı affederiz." demek doğru ise, bu durumda; "Eğer imanınızı korur da kıyamet gününde sağlam bir imanla bana gelirseniz, şefaatçilerin sizinle ilgili şefaatlerini kabul ederim." demek de doğru ve yerinde olur. Bütün mesele de zaten nihayet imanı koruyabilmektir. Çünkü günahlar imanı zayıflatır, kalbi taşlaştırır ve nihayet şirke götürür. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hüsrana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın tuzağından emin olmaz" (A'râf, 99) "Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur." (Müteffifîn, 14) "Sonra kötülük edenlerin sonu; Allah'ın ayetlerini yalanlamak oldu." (Rûm, 10) Bu uyarılar günahkârı günahlarından uzaklaştırmaya, takva yolunu izleyip muhsinlere ulaşmasını sağlamaya yeter ve böylece bu anlamdaki şefaate bile ihtiyaç duymaz. İşte bu, en büyük yarar ve en güzel sonuçlardan biridir. Aynı şekilde hakkında şefaat edilen suçlu veya şefaate konuolan suç belirlenir de, ancak azabın bazı yönlerini veya bazı zamanlarını kapsadığı vurgulanırsa, bu da, kesinlikle suçluların cesaretlenmesine, suç işlemeye teşvik edilmesine yol açmaz.

Kur'ân-ı Kerim şefaate konu olacak suçluları da günahları da belirleştirmez. Cezanın kaldırılmasını da, ancak bazı durumlar için söz konusu eder. Dolayısıyla bu yönden herhangi bir sorunla karşı karşıya değiliz.

         Beşinci sorun: Akıl, eğer kanıtlık oluşturacaksa, ancak şefaatin mümkünlüğüne kanıtlık oluşturur; vukuuna değil. Bununla beraber, bu hususta aklın kanıtlık oluşturması kesinlikle geçersizdir. Nakle gelince; Kur'ân ayetlerinde şefaatin vukuuna ilişkin bir  kanıt yoktur, aksine şefaatin geçersizliğini ifade eden ayetlere  rastlıyoruz: "O gün ne alış veriş, ne dostluk ve ne de şefaat olur." (Bakara, 254) Diğer bir ayet de şefaatin hiçbir yarar sağlamadığını ortaya koyuyor: "Onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez.(Müddessir, 48)

Olumsuzluk ifade eden diğer bazı ayetler de şu şekildedir: "O'nun izninin olması dışında..." (Bakara, 255) "Ancak O'nun izninden sonra..." (Yûnus, 3) "Ancak razı olduğu kimse için..." (Enbiyâ, 28) Bu tür istisnalar, yani izin ve iradeye bağlı olarak gündeme getirilen istisnalar Kur'ân-ı Kerim'de çokça yer alırlar ve Kur'ân'ın ifade tarzı içinde kesin olumsuzluk ifade ederler. Amaç, bunun yüce Allah'ın iznine ve iradesine bağlı olduğunu vurgulamaktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sana okutacağız ve unutmayacaksın. Yalnız Allah'ın dilediği başka." (A'lâ, 6-7) "Gökler ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse başka." (Hûd, 107) Dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim'de şefaatin kesinlikle gerçekleşeceğine ilişkin açık ve kesin bir nas yoktur.

Sünnete gelince; konunun detayına inen rivayetlerin sıhhati, tartışma konusudur ve onlara güvenilmez. Hadisler arasında doğruluğu tartışılmaz olanlarsa, Kur'ân-ı Kerim'in ifadesine ek bir açıklama getirmiyorlar.

     Bu yaklaşıma vereceğimiz cevap şudur: Şefaatin geçersizliğini ifade eden ayetlerin, onu bütünüyle reddetmediklerini gördün. Tersine bu ayetlerde, Allah'ın izninden ve rızasından bağımsız şefaat reddediliyor.

Bu eleştiride bulunanın iddiasına göre, şefaatin bir yarar sağlamadığını ifade eden ayetler ise, onu olumsuzlamıyor, aksine onun kesinlikle gerçekleşeceğini ortaya koyuyor. Müddessir suresinde yer alan bu ayetler, şefaatin suçlulardan belli bir zümreye yarar sağlamayacağı-nı ifade ediyor, tüm suçlulara değil. Ayrıca ayetlerde ifade edilen şefaat, izafet terkibi içinde dile  getirilmiştir, yani tamlamadan soyut ve yalın değildir. Çünkü, "Fela tenfeuh-uş şefaetu=şefaat onlara fayda vermez." demekle, "Fela tenfeuhum şefaet-uş şafiîn=şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez" demek arasında fark vardır. Birinci ifadede fiilin dışta   grçekleştiğine dair herhangi bir işaret olmamasına karşın ikinci  iadede fiilin dışta gerçekleşmiş olduğu söz konusudur. Delâil-ül İ'caz adlı eserinde Şeyh Abdulkahir bunu açıkça ifade etmiştir. "Şefaatçilerin şefaati" ifadesi, şefaatin bir şekilde gerçekleştiğini, ama sözü edilen zümrelerin bundan yararlanamayacaklarını gösteriyor. Ayrıca, "şefaatçiler" şeklinde çoğul bir ifadenin kullanılmış olması da bu yaklaşımı pekiştirici niteliktedir. Tıpkı şu ifadeler gibi:"Ama o geride kalanlardan oldu...", "O, kâfirlerdendi..." "O, azgınlardan idi...", "Benim ahdim zalimlere ulaşmaz..." Aksi takdirde, müfret bir nesneyi ifade için ek bir anlam taşıyan çoğul bir kelime kullanmak, ifade tarzı açısından gereksiz bir fazlalık olacaktı. Şu hâlde, "şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez." ayeti, şefaati kanıtlayan ayetlerdendir, reddeden ayetlerden değil. İzin ve rıza istisnasını kapsayan ayetlere gelince; "illa bi-iznihi= ancak O'nun izniyle", "illa min ba'd-i iznihi=ancak O'nun izninden sonra" ifadeleri, şefaatin gerçekleşeceğini ortaya koymaktadırlar. İzafet tamlamasının gereği budur. İfade tarzlarını ve söz söyleme yöntemlerini bilenler, bu gerçeği inkâr etmezler. Aynı şekilde, "Ancak O'nun izniyle" ve "Ancak O'nun razı olduğu kimse için" ifadelerinin aynı anlama, yani ilâhî iradeye yönelik olduğu şeklindeki söze de kulak asmamak gerekir. Kaldı ki, şefaatle ilgili istisna değişik şekillerde gündeme gelmiştir. "Ancak O'nun izniyle", "Ancak O'nun izninden sonra", "Ancak razı olduğu kimseler için" ya da "Ancak bilerek hakka şahitlik edenler için" vb. Kaldı ki, izin ve rızanın aynı anlama geldiğini, yani "irade" anlamını ifade ettiğini kabul etsek dahi, aynı şeyi yüce Allah'ın şu sözü için de söyleyebilir miyiz: "Ancak bilerek hakka şahitlik edenler hariç." Bu istisna ile de iradeye ilişkin istisnanın kastedildiği söylenebilir mi? Böyle bir müsamahayı sıradan bir konuşma için bile düşünmemek gerekirken, söz sanatının parlak örneklerinden biri, daha doğrusu en parlak örneği için nasıl düşünebiliriz?! Sünnete gelince; bu konuda Kur'ân'ın ifade ettiğinden başka bir şey ifade etmediğini yeri gelince açıklayacağız.

Altıncı sorun: Kıyamet günü suçun kesinlik kazanmasından ve cezanın zorunlu hâle gelmesinden sonra suçluların cezalarının kaldırılacağı hususu, ayet-i kerimelerde net biçimde dile getirilmemektedir. Bu ayetlerle kastedilen şey, peygamberlerin peygamber olmaları hasebiyle insanlarla Rableri arasında aracılık yaparak, vahiy kanalıyla hükümleri alıp insanlara duyurmaları ve insanlara doğru yolu göstermeleridir. Bu durum tıpkı toprağa atılan bir tohuma benzer; bu tohum yeşerir ve ondan gelecekteki oranlar, nitelikler ve durumlar ortaya çıkar. Peygamberler de (selâm üzerlerine olsun) hem dünyada ve hem de ahirette müminlerin bu anlamda şefaatçileridirler.

 Bu iddiayı şu şekilde yanıtlayabiliriz: Bunun bir çeşit şefaat olduğuna söz yoktur. Ne var ki, daha önce de söylendiği gibi şefaat olgusu sırf bununla sınırlı değildir. Yüce Allah'ın şu sözü de bu sözlerimize kanıt oluşturmaktadır: "Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisâ, 48) Daha önce bu ayetin iman ve tövbe olgularıyla ilgili olmadığını açıklamıştık. Oysa sorun çıkartanın peygamberler için öngördüğü şefaat ise, ancak iman ve tövbeye davet yoluyla gerçekleşebiliyor.

       Yedinci sorun: Akıl aracılığı ile şefaatin gerçekleşeceğini kanıtlamak  mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerim'de şefaatle ilgili ayetler ise, benzeşen (müteşabih) ayetlerdir. Bu ayetlerin kimisinde şefaat onaylanırken, kimisinde de reddedilmektedir. Bazen sınırlandırılırken, bazen de sınırsız tutulmaktadır. Dinin öngördüğü edep tavrı, bunlara inanmamızı ve yüce Allah'ın bilgisine havale etmemizi gerektirmektedir.

Bu sorunu şu şekilde cevaplandırabiliriz: Müteşabih ayetler, muhkem ayetlere döndürülerek muhkem olurlar. Bu da bizim için hem mümkün, hem de câizdir. İleride, "Onun bazı ayetleri muhkemdir, bunlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir (birbirlerine benzerler)." (Al-i İmrân, 7) ayetini incelerken, bu hususa açıklık getireceğiz.

3- Kimler Hakkında Şefaat Edilir?

Kıyamet günü haklarında şefaat edilecek kişilerin belirlenmesinin dini anlayış ve edep tavrıyla uyuşmadığını, ancak bütünüyle  müphemlik perdesinden soyutlandırılmamakla birlikte bir ölçüde bilinmelerinde de bir mahzur olmadığını daha önce öğrenmiş bulunuyorsun. Kur'ân'ın ifade tarzı bu şekilde meseleyi ortaya koymaktadır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Herkes kendi kazandığının rehinidir. Yalnız sağ ehli hariç. Onlar cennetler içinde, suçlulardan sorarlar: 'Sizi bu yakıcı ateşe ne sürükledi?' Derler ki: 'Biz namaz kılanlardan olmadık. Yoksula da yedirmezdik. Boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Sonunda bu hâlde iken ölüm bize gelip çattı.' Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez." (Müddessir, 38-48) Burada yüce Allah, kıyamet günü her nefsin kazandığı günahların rehini olduğu, geçmişte işlediği hatalardan dolayı sorgulanacağını ama sağ ehli olanların bu kapsamın dışında tutulacağını, rehinlikten kurtarılıp serbest bırakılacaklarını ve cennetlere yerleştirileceklerini belirtmektedir. Ardından onlarla amellerinden dolayı rehin tutulan ve yakıcı ateş içinde sorgulanan suçlular arasında bir perde olmadığını dile getirmektedir. Sağ ehli olanlar, suçlulara yakıcı ateşe nasıl sürüklendiklerini soruyor, onlarsa kendilerini ateşe sürükleyen bazı sıfatlarına işaret ederek kendilerine yöneltilen  soruyu cevaplandırıyorlar. Bu sıfatların sıralanmasının ardından, bundan dolayı şefaatçilerin şefaatlerinin kendilerine bir yarar sağlamadığı şeklinde bir ayrıntıya yer veriliyor. Bu açıklamanın sonucu, sağ ehli olanların söz konusu sıfatlara sahip olmadıklarıdır ki, ifade tarzından bu sıfatların şefaatin kapsamına girmeye engel oluşturduğu anlaşılmaktadır. Şefaatin kapsamına girmeye engel oluşturan bu sıfatlara sahip olmadıkları için, şefaatten yoksun bırakılan ve yakıcı azaba sürüklenen suçlulardan ayrı olarak, yüce Allah onları günahlarından dolayı rehin tutulmaktan ve amellerinden ötürü sorguya çekilmekten kurtarmıştır.

Söz konusu rehinlikten kurtulma ve sorgulamanın dışına çıkma da ancak şefaatle olmuştur. Şu hâlde haklarında şefaat edilen kişiler sağ ehli olanlardır. Ayet-i kerimelerde, sağ ehli kimseler söz konusu olumsuz niteliklere sahip olmayanlar olarak tanıtılmaktadırlar. Şöyle ki: Bu ayetler Müddessir suresinde yer almaktadır. Ayetlerin içeriğinden de anlaşıldığı gibi bu sure, Mekke döneminin başlarında inen surelerdendir. O dönemde ise, bugünkü şekliyle namaz ve zekât ibadetleri belirlenmemişti. Şu hâlde, "Biz namaz kılanlardan değildik." ifadesindeki "namaz"dan maksat, kulluk sunmak amacıyla boyun eğip Allah'a yönelmektir. Yoksulları doyurmakla da genel anlamda Allah yolunda muhtaçlara infak etme, malî yardımda bulunma kastedilmiştir. Bu iki kavramla, İslam şeriatında bugünkü şekliyle yer alan namaz ve zekât ibadetleri kastedilmiştir. Dalmaktan maksat ise, ya hayatın eğlencelerine ve dünyanın çekici süslerine kapılmaktır. Ki bunlar, insanı ahrete yönelmekten, hesaplaşma gününü anmaktan alı-koyar ya da hesaplaşma gününü hatırlatan müjdeleyici ve uyarıcı ayetlere tam anlamıyla karşı gelmektir.

Bu dört nitelik yani, Allah'a yönelmeyi ve Allah yolunda malî harcamada bulunmayı terk etmek, boş ve yararsız şeylere dalmak ve caza gününü yalanlamak insanda gerçekleşince, artık dinin temelleri yıkılmış olur. Aynı şekilde bunların karşıtlarıyla da dinin temelleri pekiştirilmiş olur.Çünkü din, dünyaya sarılmaktan vazgeçip ahirete yönelmek suretiyle tertemiz hidayet rehberlerine uymaktır. Bu da boş şeylere dalmayı terk etmek ve ceza gününü tasdik etmekten ibarettir. Bu ikisi de, kulluk kastı taşıyan davranışlarla Allah'a yönelmek ve

toplumun ihtiyaçlarının giderilmesi için çabalamayı gerektirir. Bunları sembolize edenlerse namaz ve Allah yolunda infaktır. Şu hâlde, din ilim ve amel açısından bu dört temel unsura dayanır. Tevhit ve nübüvvete inanmak gibi dinin diğer temel unsurları da bu dört şeyin doğal olarak gerektirdiği şeylerdir. Bu hususa iyice dikkat edin ve üzerinde düşünün. Buna göre, şefaat sayesinde kurtuluşa erenler sağ ehli olanlardır. Bunlar, amelleri kabul görmüş veya görmemiş olsun, şefaate muhtaç olsunlar veya olmasınlar din ve inanç açısından beğenilen kimselerdirler. Şefaat bunlar için öngörülmüştür. Buna göre, şefaat sağ ehlinin günahkârları içindir. "Eğer size yasakladığımız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz." (Nisâ, 31) ayet-i kerimesinin gereğince de, kimin kıyamet gününe kadar affedilmeyen bir günahı kalmışsa, o, kesinlikle büyük günah işleyen kimselerdendir. Çünkü eğer günah, küçük günahlardan olsaydı, hiç kuşkusuz görmezlikten gelinecekti.

Bu açıklamalarımızla şu sonuca varılıyor: Şefaat, sağ ehlinden olup da büyük günah işleyen kimseler için ön görülmüştür. Nitekim Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyen kimseler içindir. Muhsinlere gelince, onlar aleyhine bir yol yoktur..."

Öte yandan, bunların sağ ehli (ashab-ı yemîn) olarak nitelendirilmeleri, sol ehli (ashab-ı şimal) olarak nitelendirilen zümreye karşılıktır. Kimi zaman "ashab-ı meymene" ve "ashab-ı meş'eme" olarak da nitelendirilirler. Bunlar Kur'ân-ı Kerim'in, kıyamet günü amel kitabının sağdan veya sol taraf tan verilmesini esas alarak kullandığı kavramlardır. Yüce Allah şöyle buuruyor: "Her milletin önderini çağırdığımız gün kimlerin kitabı sağından verilirse işte onlar, kitaplarını okurlar ve en ufak bir haksızlığa uğratılmazlar. Şu dünyada kör olan kimse, ahirette de kördür ve yol bakımından daha da sapıktır." (İsrâ, 71-72)

Bu ayet-i kerimeyi incelediğimiz zaman kitabın sağ taraftan verilmesinin hak imama uymayı kitabın sol taraftan verilmesinin de sapıklık önderine tâbi olmayı ifade ettiğini inşallah açıklayacağız. Nitekim yüce Allah, Firavun ile ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Kıyamet günü kavminin önünde gider. İşte onları ateşe soktu." (Hûd, 98) Kısacası, sağ ehli nitelendirmesinin özü, dinin kabul görmesine dönüktür. Nitekim yukarıda değindiğimiz dört niteliğin özünündönük olduğu nokta da budur. Bu hususa iyice dikkat etmelisin.

Ayrıca yüce Allah başka bir yerde de şöyle buyuruyor: "Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat etmezler." (Enbiyâ, 28) Bu ayeti kerimede Allah'ın razı olduğu kimseler hakkında şefaat edileceği kesin biçimde ortaya konmaktadır. "Rahman'ın izin verip sözünden razı olduğu kimseden başka." (Tâhâ, 109) ayet-i kerimesinin aksine burada "razı olma" fiilinin bir amel veya başka bir şeyle bağlantılı olarak kullanılmamış olmasından anlaşılıyor ki maksat, yüce Allah'ın kendilerinden, yani dinlerinden razı olmasıdır, amellerinden değil. Dolayısıyla bu ayet-i kerime de sonuç ve ifade bakımından önceki ayetlerle aynı noktaya dönüktür. Yüce Allah bir ayette de şöyle buyuruyor: "Muttakileri heyet hâlinde Rahman'ın huzuruna topladığımız gün, suçluları da susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün, Rahman'ın huzurunda söz (ahit) a-lmış olanlardan başkaları şefaat edilmeye malik değildir." (Meryem, 85-87) Demek ki, yüce Allah'ın katında söz almış olanlar için şefaat edilebilir. (Buradaki mastar (şefaat), meçhul fiil anlamını ifade eder. Yani, "la yemlikûn'eş-şefaete=şefaate malik

değildirler." anlamındadır.) Çünkü her suçlu, ateşe girmesi kaçınılmaz olan kâfir değildir. Bunun kanıtı da yüce Allah'ın şu sözüdür: "Kim Rabbine suçlu olarak gelirse, onun için cehennem vardır; orada ne ölür, ne de yaşar. Kim de ona salih ameller işleyen bir mümin olarak gelirse, işte onlar için de yüksek dereceler vardır." (Tâhâ, 74-75)

Demek ki, "salih amel işleyen mümin"in dışında kalan suçludur. Bu noktada mümin olmaması ile iman edip de salih amel işlememesi arasında bir fark yoktur. Buna göre hak din üzerinde olup da salih amel işlememiş suçlular da vardır. İşte Allah katında söz almış olanlar bunlardır. Yüce Allah'ın şu sözü de buna işaret etmektedir: "Ey Âdem oğulları, ben size söz (ahit) almadım mı: Şeytana tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana kulluk sunun,

doğru yol budur, diye?" (Yâsîn, 60-61) Şu hâlde, "Bana kulluk sunun" ifadesi, emir anlamında ahittir, "doğru yol budur" ifadesi de, emirlere sarılmak anlamında ahittir. Çünkü doğru yol, mutluluğa ve kurtuluşa iletici kılavuzluğu da kapsamaktadır.

Öyleyse sözü edilen kimseler, kötü amellerinden dolayı ateşe giren müminlerdir. Sonra şefaat aracılığı ile bu ateşten kurtulurlar. Yüce Allah'ın şu sözünde de bu anlama dönük işaret vardır: "Dediler ki: 'Sayılı birkaç gün dışında bize asla ateş dokunmayacaktır.' De ki: Allah'tan bir söz (ahit) mü aldınız?" (Bakara, 80) Bu ayetler de yukarıdaki ayetlerin vurguladıkları amaca yöneliktirler. Buraya kadar sunduğumuz ayetlerin hepsi şefaate konu olanların, yani kıyamet günü kendileri için şefaatte bulunulacak kimselerin hak dini benimsemekle beraber büyük günah işleyen kimseler olduğunu kanıtlamaktadır. Bunlar, dinleri Allah tarafından hoşnutlukla karşılanan kimselerdirler.

4- Kimler Şefaat Edebilecek?

 Daha önce şefaatin "tekvinî" ve "teşriî" olmak üzere iki kısım olduğunu öğrenmiş bulunuyorsun. Tekvinî şefaati şöyle tanımlamak mümkündür: Evrende yer alan tüm sebepler Allah katında şefaatçi konumundadırlar. Çünkü Allah ile varlıklar arasında aracılık işlevini görmektedirler. Teşriî şefaat ise, yükümlülük ve ceza âleminde geçerlidir. Bu tür şefaatin bir kısmı, dünyada Allah tarafından bağışlanmayı, ona yakınlaşmayı gerektiren şeylerdir. Bu tür şeyler de Allah ile kulları arasında aracılık yapan şefaatçilerdir.

Bunlardan biri tövbedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kes-meyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü o, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Rabbinize dönün." (Zümer, 53-54) Şirk dahil tüm günahları kapsayacak şekilde tövbenin etkinlik alanı geniş tutuluyor.

Bir şefaatçi de imandır. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Peygamberine inanın ki... günahlarınız bağışlansın." (Hadîd, 28) Bütün salih ameller de şefaatçi konumundadırlar: "Allah, inanıp salih ameller işleyenlere vaat etmiştir: Bağışlama ve büyük ödül on-laradır." (Mâide, 9) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor ulu Allah: "Ey inananlar, Allah'tan korkun, O'na doğru (götürecek) vesile arayın." (Mâide, 35) Bu hususa işaret eden birçok ayet vardır. Kur'ân-ı Kerim de bir şefaatçidir: Bu ayet-i kerime bunu göstermektedir: "Onunla Allah, rızasının peşinden gidenleri esenlik yollarına iletir ve onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dosdoğru bir yola iletir." (Mâide, 16) Salih amelle bağlantısı bulunan her şey, mescitler, mübarek mekânlar ve kutsal günler de şefaatçi konumundadırlar.  Nebi ve resuller de ümmetleri için bağışlanma dilerken bu misyonu yerine getirirler. Yüce Allah'ın şu sözü buna yönelik mesajlar içermektedir: "Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelselerdi, Allah'tan, günahlarını bağışlamasını isteselerdi ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı." (Nisâ, 64) Müminler için  bağışlanma dileyen melekler de öyle. Onlarla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Arşı taşıyanlar ve O'nun çevresinde bulunanlar, Rablerini överek tesbih ederler, O'na inanırlar

ve müminler için bağışlanma dilerler." (Mü'min, 7) Bir diğer ayette de şöyle buyurur ulu Allah: "Melekler, Rablerini hamt ile tesbih ederler; yerdekiler için de bağışlanma dilerler. İyi bil ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (Şûrâ, 5) Kendilerine ve mümin kardeşlerine bağışlanma dileyen müminler de şefaatçilik işlevini görürler. Yüce Allah onların bu tavrını onların diliyle şöyle anlatır: "Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim mevlâmızsın!" (Bakara, 286)

Teşriî şefaatin bir kısmı da, bildiğin anlamı ile kıyamet günü gerçekleşecek olan şefaattir. Kıyamet günü şefaat edeceklerin başında peygamberler gelir. Yüce Allah buna şu şekilde değinmektedir: "Rahman çocuk edindi, dediler. O, yücedir. Hayır onlar ikram edilmiş kullardır... Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat etmezler." (Enbiyâ, 26-28) Ayette sözü edilen kullardan biri de bir peygamber olan Meryem Oğlu İsa'dır. Yüce Allah bir başka ayette

 de şöyle buyuruyor: "O'ndan başka yalvardıkları şeyler, şefaat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır." (Zuhruf, 86) Bu iki ayet, meleklerin de şefaat edebileceklerini göstermektedir. Çünkü müşrikler onların Allah'ın kızları olduklarını ileri sürüyorlardı. Şefaat yetkisine sahip olanlardan biri de meleklerdir: "Göklerde nice melekler var ki, onların şefaati hiçbir işe yaramaz. Meğer Allah' ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun." (Necm, 26) Bir diğer ayette de yüce Allah şöyle buyuruyor: "O gün Rahman'ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez. Onların önlerindekini ve arkalarındakini bilir." (Tâhâ, 109-110) Şu ayet-i kerimeden anlaşıldığı kadarıyla kıyamet günü şahitler de şefaat edeceklerdir: "Ondan başka yalvardıkları şeyler, şefaat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka  şahitlik edenler bunun dışındadır." (Zuhruf, 86) Hakka şahitlik etmiş olmaları sayesinde şefaat yetkisine sahip olmuşlardır. Şu hâlde her şahit, şahitlik yetkisine sahip bir şefaatçidir. Ancak bu  şahitlik, Fatiha suresinin tefsirinde değindiğimiz ve "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız." (Bakara, 143) ayet-i kerimesini ele alırken değineceğimiz gibi amellere tanıklık anlamındaki "şehadet"tir, savaşta şehit düşme anlamındaki "şehadet" değil.

Bu ifadeden, müminlerin de şefaatte bulunacakları anlaşılmaktadır. Çünkü yüce Allah, onların kıyamet günü şahitlere katılacaklarını haber vermiştir: "Allah'a ve Resulüne inananlar, Rableri yanında sıddîkler ve şahitlerdir." (Hadîd, 19) İleride bu ayeti ele alırken daha geniş açıklamalarda bulunacağız.

5- Şefaat Neyle İlgilidir?

 Şefaatin bir kısmının, sebepler âleminde varoluşla ilgili tüm sebepleri kapsamına alan "tekvinî"; bir kısmının da sevap ve azapla ilgili "teşriî şefaat" olduğunu öğrendin. Teşriî şefaatin bir kısmı, şirkten tut, daha aşağı düzeydekilere kadar tüm günahların cezalarıyla ilgilidir. Kıyamet gününden önce (dünyada) tövbe ve imanın şefaati böyledir. Bir kısmı da, bazı salih ameller gibi, kimi günahların sonuçlarıyla ilgilidir. Üzerinde tartışılan şefaat türü ise, peygamberlerin ve başkalarının kıyamet günü, hesaplaşmadan sonra azabı hakkedenlerden cezalarının kaldırılması için bulanacakları şefaat girişimidir.

Konumuzun üçüncü bölümünde bu tür şefaatin, hak dini benimseyen ve dini inancı Allah tarafından hoşnutlukla karşılanan büyük günah işleyen kimselerle ilgili olduğunu öğrendin.

 6- Şefaat Ne Zaman Fayda Verir?

   Bununla da kesinleşmiş bir cezanın yürürlükten kaldırılmasına yol açan şefaati kastediyoruz. Yüce Allah'ın şu sözü bunu kanıtlar mahiyettedir: "Her nefis kendi kazandığı ile rehin alınmıştır. Yalnız sağ ehli hariç. Onlar cennetler içinde, suçlulardan sorarlar: Sizi şu yakıcı ateşe ne sürükledi?" (Müddessir, 38-42) Daha önce de söylediğimiz gibi bu ayet-i kerimeler kimin şefaatin kapsamına girdiğini ve kimin de bu kapsamın dışında kaldığını vurgulamaamacına yöneliktirler.  Ancak bu ayetler, şefaatin ancak günahlara karşılık rehin alınma, cezalandırılma ve ateş zindanına atılma cezasından kurtulma hususunda yararlı olacağını vurgulamaktadırlar. Ama bunlardan önceki kıya-met gününün dehşet verici ortamı ve akıllara durgunluk veren gelişmeler için şefaatin bir yarar sağlayacağına dair bir delil yoktur. Hatta ayet-i kerimelerin, şefaatin sırf ateşte rehin kalmaktan kurtulma açısından fayda sağlayacağı şeklinde bir sınırlandırmayı ifade ettiği de söylenebilir.

Ayrıca bu ayet-i kerimelerden, işaret edilen diyaloğun, cennet ehlinin cennete ve ateş ehlinin de cehenneme yerleştirilmelerinden ve şefaatin birtakım suçluları kapsamına alıp  hennemden kurtarmasından sonra gerçekleşmiş olmasını istifade edebiliriz. Çünkü "cennetler içinde" ifadesi, oraya yerleştirilmiş olduklarını gösterir. "Sizi ateşe sürükleyen nedir?" ifadesi de bunu gösterir. Çünkü sürükleme de, bir tür sokmadır, ama her sokma değildir. Toplama, bir araya getirme ve düzene koyma anlamı vardır bunda. Bu da yerleşmeyi gösterir. "Onlara fayda vermez." ifadesi de öyle. Çünkü ayetin orijinalinde kullanılan ve olumsuzluğu ifade  eden "ma" edatı, şimdiki zamana yönelik bir olumsuzluğa delâlet eder. Bu mesele üzerinde iyice düşünmelisin.

       Berzah âlemi, Peygamber efendimiz (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarının ölüm ve kabir sorgusu sırasında hazır bulunup, zorluklar karşısında kişiye yardımcı olmaları meselesine gelince; "Andolsun, kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce ona inanacak olmasın." (Nisâ, 159) ayetini incelerken de değineceğimiz gibi, bunun Allah katındaki şefaatle bir ilgisi yoktur. Bunlar yüce Allah'ın izniyle onlara bahşedilmiş bulunan tasarruf ve yetkilerdir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "A'râf üzerinde hepsini yüzlerindeki işaretleriyle tanıyan erkekler vardır. Cennet halkına "Selâm üzerinize olsun." diye seslenirler. Bunlar henüz oraya girmemişlerdir, fakat girmeyi çok istemektedirler... A'râf ehli, yüzlerindeki işaretleriyle tanıdıkları bir takım adamlara seslenerek derler ki: "Ne topluluğunuz, ne de büyüklük taslamanız, size hiçbir yarar sağlamadı. Allah onları hiçbir rahmete erdirmeyecek, diye yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıydı? Girin cennete, artık size ne korku vardır, ne de siz üzüleceksiniz." (A'râf, 46-49) Şu ayet-i kerime de bir bakıma aynı anlamı vurgulamaktadır:

 "Her milletin imamını çağırdığımız gün kimlerin kitabı sağından verilirse..." (İsrâ, 71) Buna göre imamın davet hareketinde ve kitabın verilmesinde aracılık yapması, bahşedilmiş bir yetkidir. Artık bu meseleyi iyice düşünmen gerekir.

    Sonuç olarak ortaya şu çıkıyor: Şefaat, kıyamet günündeki en son durakta gerçekleşiyor. Bu sayedeki bağışlanma sonucu bazı kimseler ateşe girmekten alıkonulurlar. Ya da ateşe girenlerin bir kısmı oradan çıkarılırlar. Hiç kuşkusuz bütün bunlar rahmetin geniş kapsamlılığı veya kullara yönelik ilâhî lütfun zuhuru sayesinde gerçekleşirler.

b) ŞEFAATLE İLGİLİ BİR FELSEFÎ ARAŞTIRMA

Aklî kanıtlar, gerçi Şeyh İbn-i Sina'nın dediği gibi, sonuç elde  etme için gerekli olan öncüllere ulaşmadığı için ahiretle ilgili olarak Kitap ve sünnette yer alan ayrıntıları vermek noktasında yetersizdirler; ama insanın ileride ruhunun bedeninden ayrılmasından sonra, haklarında kanıt ileri sürülen mutluluk ve bedbahtlık yollarında ulaşacağı aklî ve misali mükemmellikleri ortaya koyabilirler. Çünkü her şeyden önce insanın yaptığı her iş, onun için ruhsal bir atmosfer ve mutluluk veya bedbahtlıkla ilgili bir durum meydana getirir. Mutluluk derken, bir insan olarak kendisi için iyi olan şeyleri kastediyoruz. Bedbahtlık derken de, bunun aksini kastediyoruz. Bu durumlar yavaş yavaş tekrarlanmak suretiyle köklü ve karakteristik bir özellik kazanırlar. Daha sonra bunlardan ruh için mutlu veya bedbaht bir şekil oluşur. Bu da ruhu bekleyen şekil ve biçimlerin temelini oluşturur. Eğer ruhun alacağı biçim mutluluk nitelikli ise, bunun yansıması varoluşsal karakterde olur ve yeni biçimi ile ve bu yeni biçimi kabullenecek madde konumunda olan ruh ile uyum içinde olur. Eğer kişinin ruhunun karakteristik özelliği bedbahtlık ise, yansıması yokluk nitelikli olur. Tahlil sonucu yitirmişliğe ve kötülüğe dönük bir mahiyet sergiler.

Mutlu ruh, insan olması hasebiyle eserlerinden zevk alır. Fiilen mutlu insan olması itibariyle de eserlerinden lezzet alır. Bedbaht ruhun eserleri, fiilleri ruha şekil veren unsurlar olmaları bakımından ruhla uyum içinde olsalar bile, insana insan olması itibariyle  ıstırap verirler. Bu durum, mutluluk ve bedbahtlık noktasında kâmilleşen ruh-lar için geçerlidir. Kişilik ve salih amel itibariyle mutlu insan ile kişilik ve kötü amel itibariyle bedbaht insanı kastediyorum. Mutluluğu ve bedbahtlığı açısından eksik olan ruha gelince; bu durumda insan, kişilik olarak mutlu, ama amel olarak bedbaht olur. Şöyle ki, insanın kişiliği özünde hak ve değişmez bir inanç sistemine inanma mutluluğuna erişir, ruhunda, seçim yetkisine sahip bulunduğu dünya hayatından edindiği günahlardan ve kötülüklerden kaynaklanan aşağılık ve bedbaht unsurlar bulunursa, bunlar, onun kişiliğiyle uyuşmadığı için sürekli olamazlar. Aklî kanıtlar, zorlamanın sürekli olmayacağını ortaya koymuştur.  Dolayısıyla bu olumsuz unsurlara bulaşmış ruh, bu unsurlardan etkilenmişliği oranında ya berzah âleminde ya da kıyamet günü onlardan arınır. Aynı durum, kimi mutluluk unsurlarına bulaşmış bedbaht ruh için de geçerlidir. Bedbaht ruh açısından bu mutluluk unsurları geçicidirler, hızlı veya yavaş bir süreçte ondan ayrılırlar.

Dünya hayatında mutluluk veya bedbahtlık operasyonunu tamamlamadan zayıf ve eksik bir şekilde bedenden ayrılan ruhların durumu, yüce Allah'ın buyruğuna kalmıştır. Sevap ve azapla cezalandırmaya ilişkin kanıtlar bunu öngörmektedir. Bu, amel ve sonuçlarının kaçınılmazlığından kaynaklanan bir zorunluluktur. Çünkü göreceli ve uyduruk bağların sonunda gerçek ve varoluşsal bağlara dönüşmeleri gerekmektedir. Bu nükteyi ganimet bil.

Ayrıca, kesin olarak kanıtlanmıştır ki, varoluş açısından kemale ulaşmak, kemal, eksiklik, şiddet ve zaaf dereceleri oranında farklılık arzetmektedir. Buna, özellikle soyut aydınlıkla ilgili olarak "teşkik" denir. Buna göre, kemal mertebesinin başlangıcına ve sonuna yakınlık ve uzaklık açısından ruhların değişik dereceleri vardır. İlerleme sürecinde veya başladığı noktaya yeniden dönme hareketinde de bu, böyledir. Dolayısıyla bazı ruhlar diğer bazısına oranla daha üstün düzeydedirler. Bu, failî illetlerin ve feyiz araçlarının temel karakteristik özelliğidir. Buna göre, peygamberlerin (selâm üzerlerine olsun) ruhları gibi, tam ve kâmil ruhlar, özellikle de kemal derecesinin en üst düzeyine ulaşanı, zayıf ruhların, kişilikleriyle uyuşmayan aşağılık ve bedbahtlık niteliklerini gidermede aracılık yaparak etkin rol oynarlar. İşte günahkârlara özgü şefaat budur.

c) SOSYOLOJİK AÇIDAN ŞEFAAT

Sosyoloji kurallarına göre, bir toplum ancak, aralarında otoritesi  kabul edilmiş bir yasal sistem aracılığı ile hayatını koruyup varlığını sürdürebilir. Bu sistem toplumun durumuna göre biçimlenmeli, fertlerin amel ve işleri üzerinde otoriter bir konumda olmalıdır. Ayrıca bu yasal sistem, mevcut koşulların elverdiği ölçüde toplumu oluşturan fertlerin karakterlerinden ve toplumun doğuştan getirdiği özelliklerinden kaynaklanmalıdır. Toplumu oluşturan katmanların her biri, sistemin kendi durumunu yansıtması ve toplumsal statüsüne uygunluğu oranında sistemin rehberliği altında yaşamını sürdürür. Böylece toplum son derece özenli ve duyarlı hareketle yol alır. Bütün unsurların kaynaşması ve farklı unsurlarının olumlu  etkileşimleri sonucu sosyal adalet gerçekleşir. Bu ise, toplumun maddî kalkınmasının ihtiyaç duyduğu maddî çıkar ve yararların yanı sıra, doğru sözlülük, ahde vefa ve hayırseverlik gibi toplumsal hayatın gerektirdiği manevî mükemmelliklere, güzel ve üstün ahlâka dayanır.

Konulmuş yasa ve hükümlerin itibarî olması nedeniyle de, ceza sistemi ile ilgili olarak başka kanunlar koymak suretiyle önceki kanun ve hükümlerin etkinliğini sağlamak gerekir. Toplumun kimi ihtiraslı fertlerinin diğer fertlerin haklarını çiğnemelerini önlemek için böyle bir girişimde bulunmak bir zorunluluktur. Bu yüzden, hükümet (hangi hükümet şekli olursa olsun) cezaî uygulamaları yürütme gücüne ve etkinliğine sahip olduğu oranda toplumsal gelişim süreci sekteye uğramaz, hedeflediği sonuca doğru yol alan birey, yolundan sapmaz. Hükümet zayıfladığı zaman, topluma kargaşa egemen olur. Toplum gelişim sürecinden sapar. Dolayısıyla toplumun özüne yerleştirilmesi gereken öğretilerden biri, topluma ceza sisteminin telkini ve bireylere bu sisteme yönelik inancın aşılanmasıdır. Dolayısıyla, aracılık, rüşvet ve toplum açısından ölümcül yıkımlara yol açan türlü dolaplarla, bir şekilde cezadan kurtulmanın, isyan ve muhalefetin sorumluluğundan sıyrılmanın mümkün olduğu şeklindeki bir anlayışın kafalardan silinmesi gerekir.

Bu yüzden, Hıristiyanlık dinindeki, Hz. Mesih'in bütün insanların günahlarına keffaret olmak üzere çarmıha gerildiği şeklindeki inanç sapması, bu dine yönelik en büyük eleştirilerden birine gerekçe oluşturmaktadır. Hıristiyanlar bu inanç sapmasına güvenerek kıyamet günü yargılanmaktan kurtulacaklarına inanmaktadırlar. Bu hâliyle din, insanlık için bir yıkımdır. Medeniyeti geriye götürücü rol oynar. İnsanı vahşîliğe, barbarlığa, kan emiciliğe yöneltir.  İnsanı geriletir. Nitekim Hıristiyanlık dinine yönelik eleştirilerden biri de, onun bu özelliğidir. İstatistikler en çok yalan söyleyen, başkalarına karşı adalet ilkesini en fazla çiğneyenlerin, dinlerine bağlı Hıristiyanlar olduğunu gösteriyor.  Bunun nedeni, onların dini inançlarının özünden kaynaklanan söz konusu anlayıştır. Kıyamet günü şefaat sonucu işledikleri cinayetlerden kurtulacaklarına inanmalarıdır. Bu yüzden başkalarına karşı işledikleri suçları, haksızlıkları önemsemezler. Ama başkaları, onlar gibi fıtrat dejenerasyonuna uğramadıkları için, karakterleri ve öz yaratılışlarının duyarlılığıyla insanlığa ve uygarlığa ters düşen şeylerin geriliğine, aykırılığına ve iğrençliğine hükmederler.

Hıristiyanların bu sapık anlayışları yüzünden bazı araştırmacılar, Kur'ân'da sözü edilen ve sünnette de tevatür düzeyinde rivayetlerle gerçekleşeceği vurgulanan şefaatle ilgili olarak İslâm'da yer alan nasları yorumlama eğilimini göstermişlerdir.

Ancak İslâm'da onların açıklamaya çalıştıkları gibi bir şefaat anlayışı söz konusu değildir. İslâm'daki şefaat anlayışı, onların iddia ettikleri gibi bir etkinliğe de sahip değildir. Bu yüzden araştırmacılar, dinî bilgileri iyice araştırmalıdırlar, İslâm'ın toplumsal yapıya uyguladığı ilkeleri sağlıklı biçimde incelemelidirler. Sağlıklı bir toplum ve faziletli bir uygarlık için, İslâm'ın öngördüğü ilke ve yasaların uygulanış biçimini etüt etmelidirler. O zaman vaat edilen şefaatin ne olduğunu, İslam'ın getirdiği öğretiler arasında nasıl bir konum ve statüye sahip olduğunu öğrenirler.Öncelikle şunu bilirler: Kur'ân-ı Kerim'de dile getirilen şefaatin özü şu gerçektir: Müminler kıyamet günü sonsuza dek ateşte kalmazlar. Ancak hoşnut kalınmış bir imana sahip ve hak bir dine mensup olarak Rablerinin huzuruna çıkmaları şarttır. Bu, Kur'ân-ı  Kerim'in şartlı olarak sunduğu bir vaattir. Ardından imanın; kalıcılığı açısından günahlar, özellikle büyük günahlar ve özellikle de bu günahların alışkanlık hâline getirilmesi gibi büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu vurgulamaktadır.

Kısacası mümin sürekli bir yok oluş uçurmunun kenarında bulunmaktadır. Kurtuluş ümidi ile yok oluş korkusu bundan kaynaklanır. Müminin ruhu ümit ve korku arasındaki bir denge çizgisinde yol alır. Kurtuluşu arzulayarak ve yok oluştan korkarak Rabbine kulluk sunar. Tüm hayatı boyunca dengeli bir tutumla orta bir yol izler. Ne büsbütün ümitsizliğe ve ne de yanıltıcı ve tembelleştirici bir güven duygusuna kapılır.


 İkincisi: İslâm dini maddî ve manevî nitelikli toplumsal yasalar koymuştur. Bu yasalar fert ve toplumun her türlü hareket ve davranı-şını kuşatıcı niteliktedir. Sonra koyduğu her yasa maddesi için uygun bir sorumluluk ve cezâi yükümlülük öngörmüştür. Diyet, had ve tazir-den tutun toplumsal ayrıcalıklardan yoksun bırakmaya, kınamaya, yermeye ve takbih etmeye kadar birtakım cezalar koymuştur. Sonra bu sistemini ayakta tutmak amacı ile ululemr (emir sahipleri) yönetiminin kurulmasını öngörmüştür. İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama ilkesine dayalı olarak tam bir otoritenin kurulmasını gerektirmiştir. Sonra buna, dini davet ruhuyla canlılık kazandırmıştır.

Bu davetin mahiyeti, ahirette gerçekleşecek ceza ile korkutma ve sevapla da müjdelemedir. İslâm, böylece eğitim sistemini dünya ve ahiret hayatına ilişkin ilkelerin bireylere aşılanması esasına dayandırmıştır. İslâm'ın prensipleriyle yerleştirdiği anlayışı budur. Peygamber efendimiz (s.a.a) bunu getirmiş ve onun dönemi ile, onun dönemini izleyen dönemdeki pratik uygulama bunu doğrulamıştır. Nihayet Emevî saltanatı döneminde yöneticiler bu anlayışla oynamış, zorbalıkları ve hükümlerle oynamaları sonucu bu anlayışı tanınmaz hâle getirmişler. Emevîler bununla da yetinmemiş şeriatın öngördüğü hadleri yürürlükten kaldırıp, dinsel siyaseti geçersiz kılmışlar ve bu sapma çizgisi günümüze kadar sürüp gelmiş. Bunun sonucu olarak da batıda özgürlük bayrakları yükseltilince batı medeniyeti, İslâm âlemine karşı kesin bir üstünlük sağladı. Müslümanlar arasında din namına, sadece bir yemek kabının dibindeki kırıntılar gibi bireysel uygulamalar kaldı. Müslümanlar arasında yaygınlık kazanan dinsel siyasetin zayıflığı ve geri kalmışlık, Müslümanların üstün niteliklerini ve ayırıcı özelliklerini yitirmelerine, ahlak ve davranış biçimleri alanında kelimenin tam anlamıyla bir çöküş yaşamalarına, şehevî arzuların ve eğlencelerin köreltici dünyasında kaybolmalarına, fuhuş ve kötü alışkanlıklara dalmalarına yol açtı. Bunun sonucu dinin öngördüğü her yasağı çiğnemeye cüret ettiler, haramları tanımaz oldular. Herhangi bir dine mensup olmayanların bile tiksindiği iğrençlikleri işlediler. Dine karşı çıkan bir insanın bile aklına gelmeyecek bozulmalar bulaştı kimi dini öğretilere. Oysa dinin prensiplerinin tek ve değişmez amacı, insanın dünya ve ahiret mutluluğudur. Hiç kuşkusuz yardım Allah'tandır. Sözü edilen istatistikler de, üzerlerinde güçlü bir otorite, içlerinde güçlü bir koruyucu bulunmayan dindar kesim ile, toplumsal eğitim ve öğretim almış, toplumsal çıkarlarını bilen dinsiz kesim üzerinde gerçekleştirildiği için bilimsel açıdan hiçbir değer ifade etmezler.