İNSAN-I KÂMİLİN VARLIK ÂLEMİN­DEKİ YERİ

İslam irfanının önemli meselelerinden biri ve İmam Humeyni’nin de kendisine teveccüh ettiği ve hakkında yüce hakikatleri kendisinden sonra yadigâr bıraktığı konu, insan-ı kâmilin varlık âlemindeki yeridir. İnsanı kâmilin vücudunun varlık âlemindeki zarureti beyan ve marifet ehlinin konu hakkındaki görüşleri açıklandıktan sonra, varlık âleminde insan-ı kâmilin konumunun in­celenmesi gerekir. Zira insan-ı kâmil sahip olduğu vü­cutsal kapsayıcılığından dolayı tüm varlık âleminin kâ­mil bir nüshası hükmündedir ve onu tanımak âlemi ve insanları tanımak demektir.

Ariflerden biri konu hakkında şöyle diyor; “İnsan-ı kâmil bütün âlemlerin ve varlık düzeninin özet bir nüs­hasıdır. Eğer birileri onu iyi tanıyabilirse bütün varlık âlemini tanımıştır. Ama eğer onu tanıyamazsa bütün varlık âlemini tanımaktan mahrum kalmış demektir.”[1]

 Zikredilen şeyler göz önünde bulundurularak insan-ı kâmilin varlık âleminde çok önemli bir konuma sahip olduğunu söyleyebiliriz. İnsan-ı kâmil birçok maarifin ve hazinenin anahtarıdır. Nükteler halinde bunların ba­zılarına değineceğiz.

1- İNSAN-I KÂMİL İLAHİ MEŞİYETİN MAHALLİDİR.

Konu hakkındaki ilk bahis insan-ı kâmilin varlık âleminde ilahi meşiyetin mahalli olmasıdır. Bu konu hakkında marifet ehli ekâbirin ve özellikle İmam Hu­meyni’nin görüşlerini açıklamadan önce Kur’an-ı Ke­rimde Allah’ın meşiyetine işaret etmemiz gerekir. Al­lah-u Teala buyuruyor ki: “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer; onlar için seçme hakkı yoktur. Allah on­la­rın ortak koştuklarından münezzehtir, yüce­dir.”[2] Ayetinin ilahi meşiyet hakkındaki mesajı; hiç bir gücün Allah’ın her hangi bir işi yapmasını engelleye­meyeceği ve O’nu varlık âlemindeki mutlak tasarruftan alıkoya­mayacağıdır. Dolayısıyla Allah-u Teala tekvini ve teşrii olmak üzere iki boyutta meşiyetine uygun ola­rak amel eder. Marifet ehlinin görüşüne göre insan-ı kâmil bu ilahi makamın mazharı ve ilahi meşiyetin ma­hallidir. Büyüklerden biri diyor ki: “İnsan-ı kâmil meşiyet ma­kamının sahibidir. Aslında onun makamı ilahi meşiyet makamıdır ve o ilahi meşiyetin mahallidir. “Rabbin dilediğini yaratır” ayeti ve meşiyet hakkın­daki buna benzer diğer ayetlerin hepsi onun içinde ge­çerlidir. İlahi irade ve meşiyetin mazharı olmak; Hakk Teala’nın bü­tün kemali sıfatlarının zuhur ve tecelli ma­halli olan küllü velayetin sahibi olmak demektir. Dola­yısıyla in­san-ı kâmilin vücudu bütün ilahi hazineleri ve hakikat­leri içinde barındıran bir kap gibidir. Bu isimler varlık âleminin açık hakikatleridir. Bunlar lâfzî isimler değil­dir. Şüphesiz bu makam, ilahi izin ve meşiyetle kâinata tasarrufta bulunma olan tekvini velayeti de kap­sar. Bu makamın sahibi kendisini, bedeninin dışında bile mey­dana getirebilir. Tüm harici varlıklar insan-ı kâmilin azaları, insan-ı kâmil de o varlıkların ruhu me­sabesin­dedir. Zira kâmil insanların tüm o kerametleri ve hari­kulade işleri bu yüzdendir.”[3]  

Yukarıdaki beyanlarda da mülahaza edildiği gibi, ilahi meşiyetin mahalli olan insan-ı kâmil âlemin canıdır ve bütün âlem onun bedeni mesabesindedir. Dolayısıyla insan-ı kâmilin varlık âlemindeki yeri ve konumu ruhun bedendeki yeri ve konumu gibidir. Bu yüzden ilahi meşiyetle varlık âleminde her türlü tasarrufta bulunabi­lir. Bu konu hakkında mana ehlinin irfani ve şühudi su­numlarında birçok mesele vardır ki bunlardan birini ör­nek olarak nakledeceğiz: İnsan-ı kâmil âlemin ruhu ve âlem de onun bedeni mesabesinde olduğu için ruhun, bedeni etkisi altına alıp, sahip olduğu ruhani ve cismani kuvveler vasıtasıyla her türlü tasarrufta bulunduğu gibi insan-ı kâmil de âlemi etkisi altına alıp ilahi isimlerin vasıtasıyla –ki kendisine emanet olarak verilmiş- tasar­rufta bulunabilir. Zira insan-ı kâmilin zamirinde gizli ve vücubi olan tüm hakikatler berzahidir ki cem-i ahadiyet ve vûcub denizinin hakikatleri ile imkân denizinin haki­katleri olan mazharlık hakikati arasında yer alır.

Bu yüzden Hakk Teala kendi halifesi olan insan-ı kâmilin gönül aynasında tecelli eder. O tecelli nurları onun gönül aynasından âleme yansır ve bu feyzin ulaş­masıyla âlem baki kalır. İnsan-ı kâmil âlemde baki kal­dıkça Hakk’ın zati tecellileri ve rahmeti de devam eder ve âlem bu tecelli feyzlerinin devamıyla korunur. Dola­yısıyla insan-ı kâmilin hükmü dışında kalan manalardan hiçbirisi batından zahire yol bulamaz aynı şekilde onun emri olmadan hiçbir şey zahirden batına gelmez.[4]

Ariflerin beyanlarında zikredilen insan-ı kâmilin var­lık âlemindeki yeri ve konumu Masum İmamların (a.s) sözle­rinde de kendisine işaret edilen bir hakikattir. İmam Ali (a.s) bu hakikatlerin birçoğunu beyan eden bir hadisinde şöyle buyuruyor; “Allah bizleri yarattı sonra da in­sanları da bizim için yarattı.”[5]

İmam Ali’nin (a.s) insan-ı kâmil hakkındaki bu nurani sözü ariflerin ilahi meşiyetin mahalli ve benzer ıstılah­larla tanımladıkları hakikati dile getirmektedir. İbni Ebil Hadid Mutezili –Nehc’ül Belağa’nın Şarihi- İmamın (a.s) bu sözünün açıklamasında diyor ki; “Bu çok yüce bir söz­dür. Bütün sözlerden üstündür. Manası bütün manalar­dan üstündür ve iki mefhumu vardır Birincisi biz İmamlarla (a.s) Allah arasında vasıta yoktur ve bizler Hakk ile halk arasındaki vasıtalarız. İkicisi de bu sözün Melekuti mefhumunudur yani; Allah bizleri yarattı sonra da insanları da bizim için yarattı.”[6]

İmam Humeyni ilahi meşiyet konusuna derin ve kap­sayıcı bir beyanla giriş yapmış ve ilahi meşiyeti, irfani meşrep esasınca konuya layık bir şekilde gündeme ge­tirmiştir. Onun gibi meşiyetin ilahi tevhitteki yerini hakkıyla gündeme getirebilen çok az insan vardır. Bu mesele, onun bütün vücudunda ve düşüncelerinde sahip olduğu tevhidin derin tecellisini gösterir.

İmam, Seher Duasının giriş bölümünde meşiyet ma­kamı için diyor ki: “Yakın ve daha yakına geldi” aye­tinde mutlak ihtiyaç anlamında olan ve kendisine meşiyet denilen “fetedella” (daha yakınlaştı) kelimesi gelmiştir ki mukaddes feyz, rahmeti vâsie, ism-i azam, mutlak Muhammedi velayet veya yüce makam olarak da tabir edilir. Bu, Âdem ve ondan sonra gelen herkesin altında toplandığı bayraktır. Hazreti Peygamber (s.a.a) bunun hakkında şöyle buyurmuştur; “Ben Peygamberken Âdem henüz su ve çamur karışımıydı.”[7]

Hakeza İmam Humeyni “Allah’ım teyit ettiğin o meşiyetine ant içerek senden istiyorum. Gerçi bütün meşiyetler senin teyidinledir.”pasajının açıklamasında; bütün varlıkların hakkın mazharları ve meşiyetinin taayunları olduğu konusunu gündeme getirmiş ve de­miştir ki: vücudun bütün silsilesi onun mazharları ve meşiyetinin taayunlarıdır. Marifet ehline göre meşiyet ilk sadırdır ve vücudun bütün mertebeleri meşiyetle meydana gelmiştir. Nitekim Usul-i Kâfi adlı kitapta İmam Sadıktan (a.s) şöyle bir hadis nakledilmiştir: “Allah-u Teala meşiyeti kendi nefsiyle yarattı sonra diğer varlıkları o meşiyet vasıtasıyla yarattı”

Bu hadisin içeriğine keza hakikat ehlinin ve sır asha­bının beyan ettikleri hakikatlere dikkat edilirse vücudun bütün mertebelerinde Allah’ın mutlak meşiyetinden başka bir şeyin olmadığı görülür. Bu meşiyet, Hakk Teala’nın hakiki vahdetinin tecellisi olan araz vahdetin kendisidir. Üzerine yazdığımız kâğıt, kendisiyle yazdı­ğımız kalem, beden azaları, bedene emanet olarak veri­len bütün kuvveler, cana kaim olan ve şevkten meydan gelen irade ve bütün her şey ilahi meşiyetin zuhuratın­dandır. Bütün bunların taayunları, itibari ve hayalidir. Şeyh-ul Ekber Muhyiddin Arabî’nin dediği gibi; “Âlem hayal içinde hayaldir ve ilahi meşiyetin zuhurundan başka zuhur yoktur.”

İmam Humeyni bu hakikatleri beyan ettikten sonra, ilahi meşiyetin hakikati ile Hakikat-i Muhammedi’nin ittihadı için diyor ki; “İlahi meşiyetin nüfuzu, yalınlığı ve kapsayıcılığı belli olduktan sonra şu hakikatin derki sizler için rahat olur ki; Allah bütün her şeyi meşiyetle yaratmıştır ve onun fiili onun meşiyetidir. Hatta vücut bile meşiyetle zahir olmuştur ve bu meşiyet de ism-i azamdır. İbn-i Arabî’nin dediği gibi: “Vücut besmele ile zahir olmuştur ve meşiyet, ilahi sema ile yeryüzü ara­sında çekilmiş muhkem bir halattır. Ufuğu meşiyetin ufuğuyla bir olan makam sahibi kimse dünyanın başlan­gıcı ve sonudur. Bu da, Allah’ın ayan mahiyetler üzerin­deki halifesi ve mutlak vahidiyet makamı olan Hakikat-i Muhammedi ve Hakikati Alevidir.”[8]

İmam Humeyni’nin Şerh-i Çıhl Hadis adlı kitabında ilahi meşiyet hakkında çok güzel sözleri vardır, diyor ki: “Bil ki Allah’ın meşiyeti için, hatta ilim, hayat, kudret vb. sıfat ve isimleri için de iki makam vardır.

... Mutlak fiili meşiyet makamının mülkî ve melekutî tüm varlıklar üzerinde kayyumi bir ihatası vardır. Tüm varlıklar bir çeşit onun tecellisi ve mazharıdır. Bu fiilî meşiyet, mazhariyet, kulların meşiyetinin Allah’ın meşiyetinde fani oluşu, hatta kulların ve bütün varlıkla­rın mazhariyeti ve miratiyeti (ayna oluşu) esasınca bu hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur “Ey Âdemoğlu! Sen benim meşiyetimle meşiyet etmektesin. Hatta senin zatın ve zatının kemalleri benim meşiyetimin aynısı­dır. Sen ve kemallerin benim meşiyetimin mahzarı ve taayunusunuz.”[9]

İmam Humeyni’nin sözlerine has üstünlük veren şeyler araştırmacılar için gizli saklı şeyler değildir. Bunlar öncelikle; ilahi meşiyetin, o büyük Melekuti in­sanın irfani görüşlerine binaen açıklanmış olması ikinci olarak da insan-ı kâmilin hakikatinin (Hakikat-i Mu­hammedi ve Alevi) ilahi meşiyetle aynı çizgide olma­sındandır. İrfani eserlerde bile kendisine çok az değini­len bu konular, Ehl-i Beyt (a.s) mektebinin saf irfani mebnasına uygun ve direk Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s) riva­yetlerinden ilham alınarak beyan edilmiştir. İmam Hu­meyni’nin mezkûr konular üzerine yaptığı açıklamalar o yüce Arifin irfandaki yenilikleri sayılır.

2- İNSAN-I KÂMİL HAKKI YANSITAN AYNADIR

Varlık âleminde insan-ı kâmilin yeri hakkında gün­deme gelen diğer bir mesele de, bütün imkân âleminde sadece insan-ı kâmilin Hakk Teala’nın kâmil aynası olabileceği meselesidir. Zira her ne kadar vücudun ha­kikati birçok mazhara sahipse de bunlardan hiç biri Hakk Teala’yı tamamen gösteren ayna olamazlar. Ama şuhuda binaen insan-ı kâmil kesret merhalesine kadar cem-i ahadi makamına sahibi olduğu için Hakk’ın kâmil aynası olabilir. Ariflerden biri konu hakkında şöyle di­yor; “Mana ehline göre Hakikat-i Muhammedi ahadi zatın ilk taayunundan ibaret olduğundan Allah isminin mazharıdır. Allah ismi de Hakk Teala’nın zatının ismi ve bütün isim ve sıfatların kapsayıcısıdır. Zira isimler­den hangi ismi göz önünde bulundurursanız, sıfatlardan bir sıfat itibariyle zattan ibaret olduğunu göreceksiniz. Mesela ilim itibariyle Âlim veya kudret itibariyle kadir vb… Allah ismi ise bütün sıfatlar itibariyle ve Allah’ın azam isminin beyanıyla zattır. Allah-u Ekber cümlesi de bu manadadır. Dolayısıyla Allah ism-i şerifi mertebe ve hakikat açısından bütün isimlerden öncelikli ve tüm isimlere tecelli etmiştir. Bu ismin mazharı olan insan-ı kâmil de Allah’ın diğer tüm mazharlarından öncelikli­dir. Bu yüzden sadece o, kâmil bir şekilde Hakkı göste­ren ayna olabilir.”[10]

Değerli üstat Cevadi Amuli bu hakikatin açıklama­sında diyor ki: “Vacibin kendi zatında ilmi nispetlere uygun zuhurunda tasavvur edilen farklı suretler, bir kaç suretten fazla değildir. Zira zat, tafsil makamında kendi zatında kendisi için yani vahidiyette zahir olduğu zaman zuhuru zatını gösteren zahir veya mazhar hasebiyledir. Eğer o zahir itibariyle kendisi için zuhur ederse, onun tüm vücudunu gösterebilme kudretine sahip bir aynada zuhur eder. Bu tam ve kâmil ayna da insan-ı kâmildir. Gaybın lisanı Hafız-ı Şirazi zuhur makamında zatın zata olan bu tecellisi hakkında şu şiiri söylemiştir;

İyilik nurun ezelde tecelliden dem vurdu.

Aşk ayan oldu bütün âleme ateş vurdu.

Çehre cilvede bulundu, meleğin aşk gözü yoktu.

Ateşin kendisi oldu gayretten Âdem’e vurdu.

Hülasa; başkaları, cem’i vahidiyetin tamamında zahir olan zatın zuhur makamındaki tecellisine tahammül edemediklerinden, kapsayıcılık ve kabiliyet açısından kâmil olan insan-ı kâmil kendisine tecellide bulunan her şeyi tevazu ve alçak gönüllülükle kabul eder.[11]

İmam Humeyni’de bu konuda şöyle diyor; “Âlemin hakikatleri; ayan ve isimlerin, cem-i ahadiyetle birlikte olmasından ibarettir. Müfredat ise kesret ve tafsil itiba­riyle bu ayan ve isimlerden ibarettir. Dolayısıyla insan-ı kâmil bir taraftan ayan ve isimlerin cem’i ahadiyetine sahiptir ki bu makam açısından hazreti ahadiyetin maz­harı ve bir taraftan da kesret ve tafsil makamına sahiptir ki bu itibarla hazreti vahidiyetin mazharıdır.”[12]

Aynı şekilde başka bir yerde kalp bahsinin insan-ı kâmilin ahadiyet makamıyla olan ittisali hakkında şöyle buyurmuştur; “Kalp bir açıdan vücuttan daha geniştir. Zikredilen bu vücut ise yaygın (münbesit) vücuttur, onun için kalp vücuttan daha geniştir ve mertebenin bi­timidir. Zira onun kalbinin genişliği ahadiyete ittisal makamı olan yakınlık (edna) makamına kadardır.”[13]

İnsan-ı kâmil bir taraftan Hakkı gösteren ayna bir ta­raftan da Nesefi’nin İnsan-ı kâmil kitabında dediği gibi âlemi gösteren kadehtir. İmam Humeyni bu yüzden var­lık âleminde insan-ı kâmilin konumunu açıklayarak şöyle diyor; “İnsan vücudu kapsayıcıdır ve âlemin bütün isim ve ayanlarını kapsar. İnsan, varlığın bütün haki­katlerinin şuhud aynası olabilir. Böyle olunca da o kendi gözleriyle dünyayı ve dünyalıları seyrettiği gibi Allah-u Teala da onun vücut penceresinden âlemi müşahede eder.”[14]

Dolayısıyla insan-ı kâmil belirtildiği gibi, Hakk’ın kendi zatını müşahede ettiği aynadır. Aynı şekilde varlık âleminin bütün hakikatlerinin şuhud aynasıdır.

3- İLAHİ HİLAFETİN İNSAN-I KÂMİLDE ZUHURU

İrfanda geniş bir şekilde incelenen ve İmam Hu­meyni’nin eserlerinde de kendisine değinilen insan-ı kâmilin varlık âlemindeki yeri hakkında yazılanlar dı­şında bir de insan-ı kâmilin ilahi hilafet makamı konusu vardır. Bütün varlıklar arasında sadece insan-ı kâmil ilahi hilafet makamına ulaşmayı başarmıştır. Marifet ehli ekâbir bu konuya da vurgu yaparak ilahi hilafetin insan-ı kâmilde zuhur ettiğini gündeme getirmişlerdir. Bu cümleden Hasanzade Amuli şöyle diyor; “Hilafet varlık âleminin bütün mertebelerinin toplamıdır. Kuşku­suz bu makam bütün isimlerin zuhu­runu kabul etmek için insanı ilahi ayna kılmıştır. Bu mertebe, insan-ı kâ­mil için bilfiil diğer varlıklar içinse bilkuvve olarak var­dır. O herkesin etrafında döndüğü bir kutuptur… Kutup ise her zaman ve asırda bir kişiden fazla değildir. Bu zamanda bu makamın sahibi -ruhu­muz kendisine feda olsun- Muhammed (s.a.a) Ehl-i Beytinin (a.s) kaimi olan Mehdi’dir (a.f.).”[15]

Marifet ehlinin beyanına dayanarak varlık âlemindeki ilahi halifenin, kutbun rolünü ifa ettiğini belirtmemiz gerekir. Bu İmam Ali’nin (a.s) Nehc’ül Belağa’daki Melekuti sözlerinde de kendisini göstermektedir. İmam Ali (a.s) buyu­ruyor ki: “Ben değirmen taşının miliyim. Benim etra­fında döner ve ben yerimde sabitim. Eğer ben ye­rimden ayrılırsam rayından çıkar, değirmen taşının altındaki sofra sallanır (içindekiler etrafa saçılır) ”[16]

Aynı şekilde Şıkşıkiye hutbesinde buyuruyor ki: “Oysa ben hilafete nispetle değirmen taşının mili gi­biydim. Sel benden akar ve hiçbir kuş uçtuğum yere uçamazdı.”[17]

İmam Ali’nin (a.s) bu sözlerinde, insan-ı kâmilin tekvini, teşrii, batıni ve zahiri hilafet konumu güzel bir şekilde açıklanmıştır. Yaratılış değirmeninin kendi etrafında döndüğünü ve bu mihverin olmaması durumunda âlem ve insanlık değirmeninin ıstıraba duçar olacağını ve ha­reket etmekten geri kalacağını bildirmiştir. Alevi vela­yet âşıklarından biri, İmamın bu nurani kelamındaki maarif ve hakikatlerin şerhinde diyor ki: İmamın (a.s) bu ke­lamı hazreti kutbun vücuduna, vücudun kendisine, nihai şerefe, izzetin yüce tepelerine, zamanın ve Hakk’ın veç­hine sahip olmaya işaret etmektedir. Dolayısıyla o, bü­tün âlemlerin etrafında döndüğü ve bütün kemal yolu­nun yolcularının kendisine doğru hareket ettiği bir ku­tuptur. Zira velayetin âlemdeki varlığı Hakk’ın âlem­deki varlığı gibidir. Çünkü velayet; ilahi sırların mazharı olan ve rabbani fiilleri üstlenen ism-i azamdan ibarettir. Aynı şekilde velayet; nübüvvet pergelinin kendisi etra­fında döndüğü noktadır. Bu yüzden varlık âleminin kendisi vasıtasıyla birbirine bağlandığı Alevi velayet, her varlığın hakikati ve vücut dairesinin batınıdır. Buna binaen ibni Ebil Hadid, Hazreti Ali (a.s) hakkında diyor ki: “İmam Ali (a.s) ilahi işleri üstlenmişti. Bu yüzden onun merbubiyetinden şüphe eden ve ilah olduğunu düşü­nenler kendilerini mazur görüyorlar. Sen ey âlemin ya­ratılma sebebi! Çok yakında haşir günü geldiği zaman herkes seni çağıracak ve senden şefaat dileyecektir!

Öyleyse İmam Ali (a.s) velayetin kutbu olduğu gibi, hida­yetin noktası, başlangıcın ve bitimin ilk faslıdır. Cahiller ve inatçılar her ne kadar bu hakikati inkâr etse de bütün hakikat ehli bu meseleyi kabul etmişlerdir.

İmam’ın (a.s); “Sel benden akar ve hiçbir kuş uçtu­ğum yere uçamazdı” sözü şu derin nükte ve şerif sırrı beyan eder; ben, bütün varlıkların kendisinden meydana gel­diği ve bütün kâinatın kendisi için yaratıldığı nokta­nın batınıyım.[18]Yani ben makam ve mevki açısından bü­tün varlıkların İmamıyım.

Bu mukaddeminin beyanından sonra marifet ehli kimselerin bakış açısıyla insan-ı kâmilin hilafeti konusu aşağıdaki şekilde beyan edilir:

A- İnsan-ı kâmil, Hakk Teala’nın bütün isim ve sı­fatlarının mazharı olduğu için öyle bir makama sahiptir ki imkani varlıklardan hiç varlık onunla aynı konuma sahip olamayacağı gibi kâinattaki hiçbir şey de onunla eşit olamaz. Zira Allah-u Teala her ne kadar zati zuhur­ları makamında kahir-i vahdete ve mutekesir zuhurla­rında has taayunlara sahipse de onun bu kahir-i vahde­tinde kesret olmadığı gibi fiili kesreti de vahdetsizdir. Bu yüzden vahdet ve tafsil suretinde bu iki makamda zuhur eden zat, bütün zati isimlerin ve fiillerin hakika­tine ve bütün tafsili mazharlara ve icmali vahdete sahip kâmil bir mazharı talep eder. Bu mazhar da insanlar ve âlem için ilahi hilafeti üstlenen insan-ı kâmildir.[19]

B- Hikmet ve marifetin bazı büyüklerine göre has mülahazalardan dolayı bütün insanların ilahi hilafetten nasipleri vardır. İster eksik insan olsun ister kâmil insan olsun herkes kendi vücut kapasitesine göre Hakk’ın sı­fatlarının mazharıdır. Bu, Kur’an-ı Kerimde de belirtil­miştir: “Sizi yeryüzünün halifeleri kılan odur”[20]

Ama yüce hilafet sadece insan-ı kâmile hastır. Eksik insanlar Allah’ın cemal sıfatlarını sadece bazı zaman­larda güzel yazı, resim ve bu gibi sanatsal eserlerle yan­sıtabilirler. Bu da o ferdin yaratıcılığında zuhur eden kendi türünde ilahi hilafetin bir tecellisidir. [21] 

Hilafet konusunda önemli olan şey şudur; ilahi des­turlar, zati vahdet ile kesretin birbirine üstün olmaması ve hakiki vahdet ve tafsili isimlerin Hakk’ın mazharı olabilmesi için mutedil bir surete gereksinim duyar. Kübra adaletin sahibi olan o mutedil suret, varlığın bü­tün mertebelerini kapsayan insan-ı kâmilin kendisidir. O, bir taraftan ulûhiyet âleminin dairesinde ve onun fev­kinde olan vahidiyetle irtibat halindeyken diğer taraftan da madde âlemine bağlıdır.

İnsan-ı kâmil birinci açıdan suudi ve nuzuli kavsi geçmiş ve “Kâbe kavseyn (iki yay aralığı) ya da ev edna (hatta daha yakın) oldu”[22] ayetinin mısdakı ve nihai kurb makamının sahibidir. Diğer bir açıdan da; “Ben de sizin gibi bir beşerim”[23] ayetinin mısdakı olur ve madde âleminde diğer insanlarla birlikte yer, ge­zer ve kulluğuyla övünür. Bu beyanla, insanın ilahi hila­feti hakkında sorulabilecek şu soruların cevabı da ve­rilmiş oldu; neden ilahi hilafet sorumluluğu Meleklere veril­memiştir? Neden onlar ilahi hilafetten, âlemden ve in­sanlığın hidayetinden sorumlu olmamıştır?

Büyük ariflerin bu konu hakkındaki cevapları farklı­dır; öncelikle, hikmette tinsel akıllar ve irfanda Esmaullah[24] diye adlandırılan Melekler, Hakk’ın kâmil mazharları olma salahiyetine sahip değillerdir. Onların ayan-ı sabiteleri vücut âlemlerinde seyr etme iktizasın­dan arîdir. Aynı şekilde bunların Hakk Teala’ya olan yakınlıkları tafsili hakikatlerin keşfi için insanın sahip olduğu yakınlık kadar değildir. Bununla birlikte insan­ları kâmil bir şekilde kemale doğru davet etmek için be­şerin yol göstericisi kendi cinsinden olmalıdır. İkincisi, bütün insanların tinsel akıllar ve Melekler âlemiyle irti­bata geçecek güç ve yetenekleri yoktur. Melekleri insan şeklinde görmek herkes için mümkün değildir. Şebusteri Gülşen-i Raz adlı kitabında bu konu hakkında diyor ki:

Melekler her ne kadar dergâha yakınlarsa da

Benim Allah’la birlikte olma makamına ulaşamaz­lar.

Gülşen-i Raz adlı kitabın şarihlerinden birisi bu bey­tin izahında şöyle diyor; “Çünkü kurb, onu icad eden ile icad edilen şey arasındaki vasıtaların ortadan kalkması­dır. Dolayısıyla varlıkların silsilesi hasebiyle akıllar, ne­fisler, ruhlar ve kuvveler her ne kadar ilahi dergâhın ay­nasına sahip olsalar da içinde bulundukları yalınlık ve soyutluk cihetinde insan-ı kâmile has olan fenafillâh makamına ulaşamazlar. Bu yüzden insan-ı kâmil Mukarreb Meleklerden daha kâmildir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur; “Benim için Allah ile öyle bir vakit vardır ki hiçbir Mukarreb Melek ve Mürsel nebi beni orada derk edemez.” Ama kemalin nihai seyri olan zat makamına, akıl, ilim ve şuurun sureti olan Mukarreb Melek bile erişemez Bı­rakın meleği mürsel nebi olan ben Muhammed bile bu makama sığmam. Zira Muhammed taayundur ve hiç­bir taayun o makamı derk edemez.”[25]

Muhyiddin Arabî, insan-ı kâmilin hilafeti ve neden hilafetin gökyüzünde değil de yeryüzünde tahakkuk bulması gerektiği hakkında şöyle diyor; “Allah, insanı­nın liyakati oranında zahir olabilecek ve özelliklerinin taşınabileceği isimlerini anmıştır. Nitekim Peygamberin (s.a.a); “Allah Âdemi kendi suretiyle yarattı” hadisini bazı müfessirler bu anlama yormuşlardır.

Diğeri de Allah’ın yeryüzünde insanı kendi halifesi karar kılmasıdır. Zira yeryüzü gökteki âlemin aksine değişim ve oluşum halindedir. Dolayısıyla yeryüzünün sahip olduğu vasıflar ve hükümler insan için de geçerli­dir. Bu cihetten Allah’ın bütün isimlerinin hükümleri insanda zahir olur. Bundan dolayı Allah halifesinin gökyüzü ve cennette değil de yeryüzünde olmasına ka­rar verdi.”[26]

İmam Humeyni bu konu hakkında Şerh-e Manzu­meye yazdığı haşiyelerinde insanın tekâmül seyrini açıklamakla zikredilen sorunun cevabını vermeye ça­lışmıştır. Ona göre Allah Melekleri belli bir ma­kamda karar kılmıştır ve oradan yukarı çıkamazlar. Zira ilahi hilafet elbisesi onlara uygun değildir. Ama insan-ı kâmil bunların tersine hiçbir makamda durmaz ve kemalin olası yüksekliklerine çıkma yeteneğine sa­hiptir. Bu yüzden ilahi hilafetin altın elbisesi onun öl­çülerine göre dikilmiştir.

İmam Humeyni bu meseleyi gündeme getirerek diyor ki: “Hiçbir makamda durmayan, kemali harekette suudi ve nuzuli kavsi geçen insan-ı kâmildir. O öyle bir seyr yeteneğine sahiptir ki senin derk edemeyeceğin bir ma­kama ulaşabilir. Meleklerin belli bir makama sahip ol­maları da bu yüzdendir. Seyri için hiçbir makam ve sınır olmayan tek varlık insan-ı kâmildir.”[27]

Dolayısıyla Hakikat-i Muhammedi kendi batını itiba­riyle, imkani hakikatlerin batın mürebbisidir. Vücudun zahiri itibariyle, zuhurun azameti her şeyde isimle bir­likte zahirdir. Bu yüzden o tümel hakikat, bütün maz­harların Rabbidir. Onun için; “O evveldir, ahirdir, za­hirdir ve batındır. O, her şeyi bilendir”[28] sözü ye­rinde bir sözdür.

Hakk Teala imkani mazharlarda o Hazretin; Mu­hammedi, evliya ve tabiiler ayan-ı sabitesi ile tecelli eder. Nitekim Masum İmamlardan (a.s) nakledilmiştir ki: “Bizim vesilemizle Allah tanındı ve bizim vesile­mizle Allah’a ibadet ediliyor!” İsm-i azam, daha doğrusu zahirin ve mazharın ittihadının itibarıyla ism-i azamın kendisi olan kimse, ayan-ı sabitesi ile bütün varlıkların medet umduğu kimsedir. O, vücut feyzinin azameti ve Hakk’ın tecelli yoludur.

Âdem senin ikbalinle var oldu

 Sulbünde senin gibi birisi olduğu için kendisine secde edildi

Dolayısıyla bütün âlemler- cisimler ve ruhlar- onun zuhur ve tecellileridirler. İslam Peygamberi de; “Al­lah’ın yarattığı ilk şey nurdur” hadisiyle bu manaya işaret etmiştir.

Başka bir ibareyle, son Peygamber (s.a.a) Allah’ın zatının tecellisinin mazharı diğer Peygamberler ise Allah’ın isimlerinin tecellilerinin mazharlarıdır. Zatın hakikati ise taayunun mebdesi ve Hakk’ın bütün isim ve sıfatla­rının zuhurudur. Resulü Ekrem’den (s.a.a) önceki bütün Peygamberlerin ve vasilerin vücut mertebeleri, O hazretin zatının mertebelerinden, vasıflarından ve furuundandır.

Nurundan velayet gölgesini yaydı.

Maşrık mağriple eşit oldu.[29]

Vücuttan sadır olan ve onun vasıtasıyla yalın vücu­dun taayun bulup kesret sahibi olduğu ilk taayun, Mu­hammedi Hilafet makamıdır. İsm-i azam da Hakikat-i Muhammedi’nin batın suretidir. Dolayısıyla mutlak gayb âleminden olan Peygamberlerin hilafet ve vela­yetlerinin hakikati ve mebdeleri, hilafetin, velayetin ve bütün mertebelerin zuhur nedeni ve mebdesi ism-i azam ve Hakikat-i Muhammedi’nin batınıdır. Bu yüz­den bü­tün Peygamberler Hakk’ın halifeleri ve vekilleri­dirler. Onların hilafetleri Muhammedi Hilafet olmadan tahak­kuk bulmaz. Zira Peygamberler arasında ism-i azamın kâmil mazharı son Peygamber (s.a.a) ve vasiler ara­sında ise ism-i azamın kâmil mazharı İmam Ali (a.s) ve on­dan sonra gelen diğer Masum İmamlardır (a.s). [30] 

Marifet ehli ekâbirden biri, insan-ı kâmilin hilafetinin kendisinden şekil bulduğu ilk taayun hakkında şöyle di­yor; “ilk taayunla meydana gelen tümel hakikat, ilmi ve ayni kemaller hasebiyle ilk akıl, hazreti vahidiyet, İmam-ı mübin, ruh-u azam, nur, hakikatul hakayik (ha­kikatlerin hakikati), hazreti ulûhiyet, arş, halifetullah, berzah-ı cem-i, merat-u Hakk (Hakk’ın aynası), kalem-i ala, heba ve buna benzer farklı isimlerle adlandırılmış­tır.”[31]

İbn-i Arabî de bu konu hakkında diyor ki: “Heba’nın yaratılışının başlangıcı (Heba’nın hakikati yaygın vü­cuttur) ve oradaki ilk varlık Hakikat-i Muhammedi’dir. Zira O, bütün varlık âleminin emri altında olduğu Al­lah’ın halifesidir. Nitekim Allah âlemi yaratmayı irade ettiği zaman o mukaddes iradeden Heba olarak anılan hakikat meydana geldi. İlk akıl olarak tabir edilen Haki­kat-i Muhammedi’den başka hiçbir varlığın, vücudu ka­bul etme cihetinde Hebada zeminesi olmaz. Dolayısıyla Hakikat-i Muhammedi âlemin yaratılışının başlangıcı ve ilk varlıktır. Hakikat-i Muhammedi’ye en yakın kişi ise bütün nebilerin sırrı ve âlemin İmamı Ali bin Ebu Ta­liptir (a.s).”[32]

   Bu büyük arifin sözlerinde çok önemli iki hakikatin beyan edildiği tahkik ehli için gizli değildir; birincisi; İslam Peygamberinden (s.a.a) sonra en üstün ve en faziletli varlık müminlerin emiri Hz. Ali’dir (a.s). İkincisi ise; İmam Ali’nin (a.s), Allah’ın bütün Peygamberlerinin sırrı ve batını olması ve bütün bunların onun hakikatinin zuhuru olma­sıdır. Onun velayeti tüm mazharlarda tecelli etmiştir. Bütün varlık âlemleri Alevi velayetin iradesi altındadır. Bu yüzden meşhur filozof İbni Sina Miracname adlı eserinde o Hazreti: “Hikmet dairesinin merkezi, hakika­tin göğü ve akıl hazinesi” olarak isimlendirmektedir.[33]

C- İmam Humeyni, İnsan-ı kâmil hakkındaki birçok konuda olduğu gibi hilafet konusunu da geniş bir şe­kilde ele almıştır. Onun farklı irfani eserinde insan-ı kâmil hakkında derin ve kapsayıcı konular gündeme getirilmiştir ki bunlardan bazılarına değinilecektir. İmam Humeyni, insan-ı kâmilin hilafeti hakkında şöyle buyuruyor; “Allah-u Teala’nın (O her gün yeni bir te­cellidedir) isminin gereksinimi olarak her an kendisine has bir haleti vardır ve insan-ı kâmile olan tecellisi dı­şında bütün vücuduyla tecellide bulunması imkânsızdır. Zira varlık âlemindeki her varlık gibi; müdebbir Me­lekler, tümel nefisler, tanık Melekler, tinsel akıllar âlemi ve bunların diğer mertebelerinin her biri Allah’ın ken­dilerine o isimle tecelli ettiği özel bir ismin mazharıdır. Bu varlıkların her biri için aşamayacakları belli bir ma­kam vardır. Ama insan-i yesrib ve nebevi şehir, hiçbir makamda durmaz. Bu yüzden Hakk’ın Kübra hilafetine layık ve Alevi mutlak velayetin hâsılı olmuştur. Kuşku­suz en kâmil merhale ve en üstün insani mertebe olan kesret, vahdet, tafsil ve cem makamlarında istikrar ve bütün âlemlerin korunmasının hakikati, sülük ehli kim­seler için müyesser değildir. Bu sadece İslam Peygamberi (s.a.a) ve onun meşalesinden marifet nuru alıp onun zat ve sıfat meşalesinde canlarını aydınlatan ilahi evliyalar için mümkündür.”[34]

İmam Humeyni Hamd süresinin tefsirinde şöyle di­yor; “İsmin hakikati, gayb ve gaybların gaybı ve sır ve sırların sırrından sonra gelen makamdır. Zuhur ve zu­hurların zuhuru makamı da isim gibi Hakk’ın alameti ve mukaddes zatta fenadır. Dolayısıyla vahdet ufuğuna daha yakın ve kesret âlemine daha uzak olan her isim, isim olma cihetinden daha kâmildir. En mükemmel isim, tüm kesretlerden özelikle de ilmi kesretlerden müberra olan isimdir. Bu da zatta en mukaddes feyz makamı olan Ahmed-i ahadi gaybın tecellisidir. Bundan sonra ise Allah-u Azamın yüce ismine tecelli gelir ki…”[35]

İmam Humeyni’ye göre insan-ı kâmilin hilafeti, ahadi gaybi hüviyetin ve kübra hilafetin tecellisidir. Yani ahadi gaybi hüviyet öyle bir gaipte gark olmuştur ki hiçbir ismi ve cismi yoktur. Bu, mana ehlinin ıstıla­hında “Anka-i muğrib” ismiyle anılır. Hafız bunun için diyor ki;

Anka kimsenin avı olmaz, tuzağını kaldır

Ki orada her zaman tuzağın elinde hava olur.

Dolayısıyla bu hiçbir arifin marufu ve hiçbir Abidin mabudu olmaz. Nerde kaldı ki daha aşağı seviyedeki insanlar bunu derk etsinler. Nitekim eşref-i mahlûkat Efendimiz (s.a.a); “Seni hakkıyla tanıyamaz ve sana layı­kıyla ibadet edemeyiz” diye buyuruyorlar. Bundan dolayı gaybi hüviyet için, onun tarafından isimleri izhar edecek, nurunu yansıtacak ve isimler aynasında hüküm sürecek bir halife gerekir. Bu ilahi kutsi halifenin bir tarafı asla zuhur etmeyen gaybi hüviyete dönüktür. Di­ğer tarafı da vahidiyet mertebesinde kendisinden bazı tecellilerin zahir olduğu isimler ve sıfatlar âlemine dö­nüktür.

Bu kübra hilafette ifaze olunan ilk şeyin; ism-i azam, yani bütün isim ve sıfatların toplamı olan Allah ismi ol­duğunu unutmamalıyız. Aynı şekilde bu noktayı da göz önünde bulundurmamız gerekir ki bu hilafet en bü­yük ilahi mertebe ve en kerim ilahi makamdır. İmam Hu­meyni, insan-ı kâmilin hilafeti hakkında bu zarif ve derin maarifi beyan ettikten sonra diyor ki: ““Bu hilafet, Mu­hammedi hilafetin ruhu, terbiye edicisi, aslı ve kay­nağı­dır. Bundan dolayı bütün âlemlerde de hilafet baş­lamış­tır. Hakikat-i Muhammedi’nin terbiye edicisi olan bu kübra hilafet ism-i azamda bütün zuhurlarıyla zahir ol­muştur. Dolayısıyla ism-i azam olan Allah, hilafetin aslı ve kökenidir. Hilafetin kendisi onun zuhurudur. Ben üstadımız olan kâmil arif Mirza Muhammed Ali Şah Abadi Isfahani huzuruna varıp kendisine ilahi vahyin niteliğini sorduğumda şöyle buyurdu: “Muhakkak ki biz onu kadir gecesinde indirdik” ayetteki zamir gaybi hakikate işaret etmektedir ki Kadir gecesinin ha­kikati, Muhammedi vücutta nazil olmuştur.[36]

İmam Humeyni’nin bu sözünden, fikri ve irfani su­numlarından ve irfani eserlerinde özellikle Misbahul Hidayet ila Hilafeti vel Velayet adlı eserinde belli bazı nükteler göze çarpmaktadır. O, İlk olarak vücudun ha­kikatini her türlü bağlılıktan münezzeh kılmaya çalışmış ve tevhidi mükemmel bir şekilde açıklamıştır. İkinci olarak ise; insan-ı kâmilin hilafet meselesini derinleme­sine incelemiş ve bu hakikatin kaynağının ve yerinin neresi olduğunu göstermeye çalışmıştır.

İmam Humeyni’nin görüşlerini beyan ederken iki önemli unsur göz önünde bulundurulmalıdır:

1- Mana ehli ekâbire göre Hakk Teala zatı itibariyle her türlü taayundan münezzehtir ve zati tahakkukun gaybi hüviyetinde, evvel, son, vahidiyet, ahadiyet, zuhu­run vasıfları… gibi bütün hükümlerin –ahadiyetin za­tında olmayan- tahakkukları vardır. Vücudun mertebele­rinde tahakkuk bulan her şey gaybta ve zat örtüsü al­tında gizlidir. Gaybın tecelligahının şahidi kendisi için tecelli ettiği zaman ilk tecelli ile beraber vahdet sıfatı zahir olur. Bu sıfat; bütün faillerin ve kabul edicilerin aslı, esası, kökü ve mayasıdır. Gaybın zatına izafe ol­ması cihetinden de “ahad” olarak anılır ki gayb maka­mının ilk vasfıdır. Bu sıfat, zuhur ve zatın tecellisine bağlı olduğu için de “vahid” olarak adlandırılır ki vücut feyzi de bu ismin nahiyesinde zahir olur.

2-İsimlerin kemalinin hakikati olan Hakk’ın zuhuru, insan-ı kâmilin ayan-ı sabitesi dışında tahakkuk bulmaz. Bu hakikat (insan-ı kâmil) cüz’ü, küllü ve ilahi gaybın kilidinin isimlerini kapsar. Bu beyanımızla, İmam Hu­meyni’nin dile getirdiği vücudun hakikatinin bütün bağlılıklardan münezzeh olduğu hakeza ahadi ve vahidi taayunlar, Hakk’ın tecellisi, küllü cam-i ismi ve Mu­hammedi küllü mazhar görüşü, belli oldu.

Mana ehli ekâbirden birisi insan-ı kâmilin hilafeti meselesinde diyor ki: “ İslam Peygamberinin (s.a.a) Risalet ve Nübüvveti, Risalet ve Nübüvvetin bitimidir. Onun vü­cudu bütün âlem için rahmettir. Dolayısıyla şeriatının daimi ve kıyamet gününe kadar geçerli olması gerekir. Netice itibariyle onun Risalet ve Hilafet madeni, ilahi ilmin hazinesiyle irtibat halinde olmalıdır ki tüm âlem­den, insanların ayan-ı sabitesinden, onların zati gereksi­nimlerinden ve hükümlerinden haberdar olabilsin ve onları hidayet edebilmek için isteklerine uygun hüccet getirebilsin. Zira bir şeye kudretin yetmesi, o şey hak­kında ilim ve bilgi sahibi olmayı da gerektirir. Bu yüz­den Peygamber (s.a.a) âlemin kutbudur ve kutup da bir kişiden fazla olamaz.

Diğer bir konu da onun şeriatının korunması ve sür­dürülmesi için o hazretin bütün ilahi görevlerini üstle­necek bir halifenin olmasıdır. Dolayısıyla halifenin de Peygamberin (s.a.a) sahip olduğu ilim ve kudrete sahip olabil­mesi için ilmi, risaletin ilminden alınmış olmalıdır. Peygamberden (s.a.a) görevi devralan onun halifesi hükmündedir. Bu yüzden o da âlemin kutbudur ve bir zamanda farklı kutuplar olamaz. İlahi hilafet -halifeyi, zahiri ve batıni halife diye ikiye ayıran- bazı ariflerin[37] veya –halifeyi en âlim ve en akıllı diye iki ayıran- bazı filozofların[38] tasav­vurlarının aksine ayırım kabul etmez. Zira halife tekvini ve teşrii işlerde kendi selefi gibi mihver ve kutuptur ve kutup da asla birden fazla olamaz.”[39]

İbni Arabî’nin; İslam Peygamberi (s.a.a) kendisinden son­raki halifeyi belirtmemiştir diye öne sürdüğü iddiaya İmam Humeyni şu şekilde cevap vermiştir: “Manevi hilafet; ayan ve esma âleminden haberdar olmakla bera­ber hakikatlerin manevi keşfidir ki bunun için teşrii bir beyanın olmasına gerek yoktur. Ama zahiri hilafetin, nübüvvetin gereksinimi ve risaletin isimler dairesinin içinde olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, be­yanı farzdır. Bu yüzden Resulü Ekrem (s.a.a) bunu açıklamış­tır. Zira zahiri hilafet nübüvvet gibi ilahi bir makamdır ve halkın bilmediği bir şeydir. Dolayısıyla bunun halka açıklanması gerekli ve farzdır. Dostun canına and olsun ki halifeyi belli etmek ve atamak Peygamber (s.a.a) için en bü­yük görevdi ve bu tehlikeli konuyu görmemezlikten ge­lip açıklamamak ümmetin bozulmasına, nübüvvetin ve şeriatın eserlerinin yok olmasına neden olurdu. Çok kötü olan bu iş normal bir insan için bile kabul edile­mezken İslam Peygamberine (s.a.a) nasıl nispet verilebilir?”[40]

İmam Humeyni’nin görüşleri onun yüce irfani meş­rebi üzerine bina edilmiştir. O diyor ki: “Peygamberin (s.a.a) mertebesi ve konumu onun her durumda ilahi sınırları korumasını gerektirirdi. Onun halifesi olacak kimse de ilahi kemallerin ve vücudi sıfatların mazharı olmalıdır.” İmam Humeyni “Misbahul hidayet ila elhilafeti vel ve­layet” adlı risalede bu konu hakkında şöyle diyor: “Peygamberin (s.a.a) her neşet ve âlemlerdeki şan ve makamı ilahi hududları koruması, ilahi hadden çıkmalarına izin vermemesi, o hududların tabiatının gereksinimlerini önlemesidir. Yani mutlak özgürlüktür. Zira tabiatın ge­reksinimlerinin zuhurunun tamamen engellenmesi hik­met sınırlarını aşmak tabiatta “kasr” dır. Dolayısıyla Peygamber (s.a.a) iki isimle (hakem-adl) zuhur eden, tabii du­rumdan çıkmanın önüne alan ve itidale davet eden kim­sedir… Onun halifesi de onun ve sıfatlarının mazharı olmalıdır. Bu, Kâfi ve Tevhid kitaplarında zikredilen İmam Âli’nin(a.s) hadisinin hakikatlerinden biridir. İmam Ali (a.s) buyuruyor ki: “Ulu’l emri, iyiliği emretmek, ada­let ve ihsan ile tanıyınız.”[41]


[1] Molla sadra, Mefatih-ul Gayb, s. 620

[2] Kasas, 67

[3] Hasanzade Amuli, İnsan-ı kâmil ez Didgahe Nehc’ül Belağa, s. 220

[4] Nakd-el Nusus fi Şerhi Nakşel Fusus, s. 89; Molla Muhsin-i Feyzi Kaşani, Kelimate Meknune min Ulume Ehli Hikmet ve Marifet, s. 120

[5] Nehc’ül Belağa, 28. Mektup.

[6] Nehc’ül Belağa, 28. Mektup.

[7] İmam Humeyni, Şerhe Duaye Seher, s. 31

[8] İmam Humeyni, Şerhe Duaye Seher, s. 110

[9] İmam Humeyni, Çehl Hadis, Hadis 35, s.597

[10] Muhammed Lahici, Mefatih-ûl İcaz fi Şerhi Gülşen-i Raz, s. 23

[11] Cevat Amuli, Tahriri Temdih-ul Kavaid, s. 443

[12] İmam Humeyni, Talikat ala Fusus-ul Hikem, s. 68

[13] İmam Humeyni, Talikat ala Fusus ve el-Misbah, s. 168

[14] Age. Fesse Âdem, s. 60

ahadiyet ve vahidiyet ıstılahları ile mutasavvıfların sözlerinde yer alan ve bu tahkikte ele alınan vücudun mertebelerini ilgilendiren tabirlerden bazılarının açıklanması lazım ve zaruridir.

1- Tüm isim ve sıfatları parçalar halinde mülahaza edilen vücudun hakikati şeysizlik şartıyla (be şarte la şey) göz önünde bulundurulursa, bu ahadiyet mertebesi “cem ul cem” makamı, hakikatlerin hakikati ve amma olarak yâd edilir. Bu mertebede isim ve sıfatlar bir bütün olarak vücudun hakikatiyle birlikte mülahaza edilmez. (Burada isim ve sıfatlardan kasıt bunların mefhumlarıdır yoksa hakikatleri vücuttur. Dolayısıyla şey şartı onun nefsiyle olmuştur. Zira vücudun hakikati hayat, ilim, kudret, irade, aşk, nur vb… ibarettir. Bu yüzden bütün bu sıfatlar bütün varlıklarda vardır ve bütün varlıklar mebdelerine nispeten hayat, şuur, irade, aşk… sahibidirler. Allah-u Teala da buyuruyor ki: “Gökte ve yerde bulunanlar Allah’ı tesbih eder” başka bir yerde de buyuruyor ki: “O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.” Bu ayetlerdeki tesbih eksikliklerden münezzeh olmaktır.)

2-Vücudun hakikati isim ve sıfatlarla birlikte şey şartı ile (be şarte şey) göz önünde bulundurulursa buna ilahi mertebe, hazret, vahidiyet ve cem makamı denilir. Bu mertebe isimlerin mazharı olan ayanı sabiteye feyz ulaştırır. Yani ilmi hakikatleri onların yeteneğine uygun olarak dış âlemde kemallerine ulaştırdığından buna rububiyet makamı da denilmektedir.

3- Eğer vücudun hakikati şey şartı olmaksızın (la be şart) göz önünde bulundurulursa, yani vücut ve yokluk kendisiyle mülahaza edilmezse buna “bütün varlıklarda olan hüviyet” denir.

4- Eğer vücudun hakikati ilmi suretlerin sübut şartıyla göz önünde bulundurulursa buna mutlak batın isim, evvel, Âlim ve ayanı sabitenin terbiye edicisi denir.

5- Eğer bundan bütün her şeyin şartı kast edilirse buna, Rahmani ismin mertebesi, Levh-i kaza, ümmül kitap ve alla kalem olan akl-ı evvelin terbiye edicisi denir.

6-Eğer cüzziyat külliyattan gizli kalmadan, külliyat sabit mufassalanın cüzziyatı ile ele alınırsa buna Rahim isminin mertebesi, Rabb ve tümel nefs denilir ki bu, levhi mahfuz ve kitabı mübin olarak da adlandırılan levh-i kaderdir.

7- Eğer vücudun hakikati değişen cüzziyatların mufassala suretlerinin şartıyla mülahaza edilirse buna mahiye isminin mertebesi, müspet, muhii, mümeyit ve tümel cisimde muntabıa nefsin terbiye edicisi denilir. Levh-i mahv ve ispat olarak da tabir edilir.

8- Eğer vücut cismani ve ruhani nev’i suretlerini kabul etme şartıyla mülahaza edilirse buna tümel hiyolani Rabb olan kabil isminin mertebesi denilir. Bazen buna gizli kitap da denilir.

9- Vücut, tesiri kabul etme şartıyla mülahaza edilirse buna fail isminin mertebesi denilir ve mucid, halık ve tümel tabiatın rabbi olarak yâd edilir.

10- Vücut, tinsel ruhani suretlerin hâsıl olması şartıyla mülahaza edilirse buna Âlim ismin mertebesi, mufessil, müdebbir, natık nefisler ve akılların Rabbi denilir. (Filozofların tinsel akıl dedikleri şeyi marifet ehli ruh olarak adlandırır. Bu yüzden ilk akla Ruh-ül Kuddus derler. Filozofların kendisine natık tinsel nefis dedikleri şeye marifet ehli kalp der ki külliyatı, geniş bir şekilde içinde barındırır ve kalp de huzuri ilimle kendisini müşahede eder. Filozofların kendisine nefis dedikleri şeye marifet ehli hayvani muntabıa nefis derler.)

11- Eğer vücudun hakikati, gaybi hissi suretlerin şartıyla göz önünde bulundurulursa buna musavver isminin mertebesi, mutlak ve mukayyit hayal âleminin terbiye edicisi denilir.

12- Eğer vücudun hakikati şahadet âlemi ve hissi suretlerin şartıyla mülahaza edilirse buna mutlak zahir isminin mertebesi ve mülk âleminin Rabbi denilir. (Hasanzade Amuli, Telike ber Şerhe Manzume, Kısmet-i Hikmet, c. 2, s. 339)

İnsanı kâmilin mertebesi; bütün ilahi mertebelerin toplamı olup, tümel akıl, tümel ve tikel nefis ve vücudun ilk mertebesine kadar tabiatın bütün katmanlarından ibarettir. İlahi mertebeye benzeyen bu mertebeye ammayi mertebe de denilmektedir. İnsanı kâmilin mertebesi ile ilahi mertebenin farkı rububiyet ve merbubiyettedir. Bu yüzden insan-ı kâmile Halifetullah da denilmektedir. (Mukaddeme-i Kayseri ber Fusus-ûl Hikem, s. 11)

Hikmet ve felsefede insan-ı kâmil faal aklın ve mustefad aklın ufuklarına kadar yukarı çıkartılır. Hâlbuki arif kendi yüce konumunda faal aklı insan-ı kâmilin tecellilerinden bir tecelli ve onun özelliklerinden birisi olarak görür. Bu yüzden arifler ve filozoflar arasında insan-ı kâmilin makam ve mertebesinin özellikleri hakkında ihtilaf vardır. Filozoflar insan-ı kâmilin mertebesini ilk akıl mertebesiyle eşit bilirler. Yani Muhammedi insan-ı kâmilin nihai istikmal seyri ve vücudu ilk akıl mertebesidir. Bazı arifler ise o hakikatin nihai seyrini vahidiyet, isimler ve sıfatlar mertebesi şeklinde bilirler. Zira bu fani hakikat hazreti ilimde var olduğu için isim ve sıfatlar mertebesine ulaşmış ve Allah isminin mazharı olmuştur. Diğer varlıklar da bu hakikatin mazharlarıdır. Ama mana ehlinin büyükleri; Hakikat-i Muhammedi makamını ve mertebesini “ev edna” yani ilk taayun ve Hakk’ın halifesi makamı bililer. (Cevat Amuli, Tahriri Temhid-ul Kavaid, s 718. Celalettin Aştiyani, Şerhe Mukaddeme Kayseri ber Fusus-ûl Hikem, faslı evvel, s. 223) 

[15] Hasanzade Amuli, Hezaru Yek Nokte, Nokte-i 26.

[16] Nehc’ül belağa, 119. Hutbe.

[17] Nehc’ül belağa, 3. Hutbe.

[18] Hafız Recep Bersi, Meşarik-ul Envarul yakin, s 44; Allame Hasanzade Amuli, İnsan ve Kur’an, s. 171

[19] Cevat Amuli, Tahriri Temhidul Kavaid, s. 551

[20] Enam 165, Fatır 39

[21] Molla Feyz-e Kaşani, Kelimate Meknune min Ulumi Ehli Hikmet ve Marifet, s. 122

[22] Necm, 9

[23] Fusilet, 6

[24] Hasanzade Amuli, hezaru yek nokte, nokte 535; ayn. Ala şerhe manzume, C 3, s 702.

[25] Muhammed Feyyaz Lahici, Mefatihul İcaz fi Şerhi Gülşen-i Raz, s. 94

[26] Muhyiddin Arabî, Futuhat-ı Mekkiye, c. 1, s. 124

[27] Haşiye İmam Humeyni ber şerhe manzume, s. 414

[28] Hadid 3.

[29] Mahmut Şebusteri, Şerhe Gülşen-i Raz, s. 742.

[30] Seyit Celalettin Aştiyani, Şerhe Mukaddeme-i Kayseri, s. 708–717

[31] Seyit Haydar Amuli, Nakdul Nukud fi Marifet-il Vücut, s. 688. Zemime-i Cami-ul Esrar ve Menbe-ul Envar.

[32] Muhyiddin Arabî, Futuhat-ı Mekkiye, c.1, s. 130. Seyit Celalettin Aştiyani, Şerhi Mukaddeme-i Kayseri ber Fusus-ûl Hikem, s 721. Hezaru Yek Nokte, Nokte-i 732, s 590; Misbah-ul Uns, s. 175

[33] İbni Sina, Miracname, s. 94

[34] İmam Humeyni, Şerhe Duay-i Seher, s. 332

[35] Age. Tefsiri Sure-i Hamd, s. 21

[36] Misbahul Hidaye, S 17

[37] İbni Arabî, Futuhat-ı Mekkiye, c. 2, s. 6. Alaudevle, Be Nakl ez Terayikul Hekaik, c. 1, s. 523.

[38] İbni Sina, İlahiyatı Şifa, makale 10, fasl 3, s 404

[39] Muhammed Rıza Komşeyi, Risalet-ûn fi Hilafeti Kurba.

[40] İmam Humeyni, Talikatı ala el Fusus-ûl Hikem, Fesse Davud, s. 197

[41] Misbahul Hidaye, S 41