Back | Index | Next |
İmam Sadık'tan (a.s) "İçlerinden birine ölüm gelip çatıncaya kadar kötülükleri yapıp "Ben şimdi tövbe ettim" diyenler... için tövbe yoktur." ayeti hakkında sorulunca, "Bu ahiret belirtilerini görmek durumundadır." söyledi.
Ben derim ki: İlk rivayet, İmam Sadık'a (a.s) isnat edilmiş olarak el-Kâfi adlı eserde yer aldığı gibi, Ehl-i Sünnet kanallarından da rivayet edilmiştir. Bu anlamda başka rivayetler de vardır. İkinci rivayet, hem ayeti, hem de ölüm gelip çatınca yapılan tövbenin kabul edilmediğine ilişkin rivayetleri açıklıyor. Ölümün eşiğine gelmenin ölümün farkına varmak ve ahiret belirtilerini gözlemlemek anlamına geldiğini belirtiyor ki, o anda yapılacak tövbe geçerli olamaz. Ama durumun farkına varmayan kimseye gelince, onun tövbesinin kabul edilmesine engel yoktur. Bu anlamda bazı rivayetler aşağıda gelecektir.
Tefsir-ul Ayyâşî'de, Zürare kanalıyla İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "İnsanın nefesi -eli ile gırtlağını göstererek- şuraya geldiğinde, âlimin (öleceğini bilenin) tövbesi geçerli olmaz. Ama cahil tövbe edebilir." (c.1, s.228, h:64)
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Ahmed ve Buhari'nin kendi tarihlerinde tahriç ettiklerine, Hâkim ve İbn-i Mürdeveyh'in naklettiklerine göre, Ebuzer Peygamberimizin (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Yüce Allah, perde düşmedikçe kulunun tövbesini kabul eder veya kulunu affeder." Peygamberimize 'Perdenin düşmesi ne demektir?' diye sorulunca; 'Adam müşrik olduğu hâlde can verir' diye cevap verdi." (c.2, s.131)
Yine ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde İbn-i Cerir'in Hasan'dan şöyle bir rivayet tahriç ettiği nakledilmiştir: Hasan "Peygamberimizin şöyle buyurduğu bana ulaştı:" demiştir. "İblis Âdem'in içinin boş olduğunu görünce 'senin ululuğuna yemin ederim ki, canı bedeninde olduğu sürece onun içinden çıkmayacağım' dedi. Yüce Allah da "Yüceliğim hakkı için canı bedeninde olduğu sürece kendisi ile tövbenin arasına girmeyeceğim" buyurdu." (c.2, s.130)
el-Kâfi adlı eserde Ali Ahmesî kanalıyla İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Vallahi günahlardan ancak onları itiraf eden kurtulur." Ahmesî İmamın şöyle dediğini de ekler: "Pişmanlık tövbe olarak yeterlidir." (c.2, s.426)
Yine el-Kâfi adlı eserde İbn-i Veheb'e ulaşan iki kanaldan onun İmam Sadık'tan (a.s) şu buyruğu duyduğu nakledilir: "Kul, geri dönülmez bir kararlılıkla yürekten tövbe ettiği zaman Allah onu sever ve günahları üzerine örtü çeker." İmama "Allah'ın günahlar üzerine örtü örtmesi nasıl olur?" diye sorulunca sözlerine şöyle devam etti: "Yüce Allah o kulun yanı başındaki iki meleğe yazdıklarını unutturur. Arkasından adamın vücudunun organlarına ve yer parçalarına 'bu adamın günahlarını saklı tutun' diye vahyeder. Böylece Allah'ın huzuruna vardığında günahlarını ortaya dökecek hiçbir şahit bulunmaz." (c.2, s.430 ve 436)
Yine el-Kâfi adlı eserde Muhammed b. Müslim, İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Ey Muhammed b. Müslim, mümin günahlarından tövbe edince o günahları affedilir. O hâlde mümin tövbeden ve aftan sonra işe yeniden başlasın. Vallahi, bu imtiyaz sadece müminler içindir." Ben "Eğer adam tövbeden ve af dilemeden sonra tekrar günah işlemeye döner ve yine tövbe ederse" diye sordum. İmam şöyle dedi: "Ey Muhammed b. Müslim, hiç mümin kul günahından pişman olarak Allah'tan af diler ve tövbe eder de Allah tövbesini kabul etmez mi?" Ben "Eğer adam bu işi defalarca tekrarlarsa, yani birçok kere günah işleyip sonra tövbe eder, af dilerse nasıl?" diye sordum. İmam bana şu cevabı verdi: "Mümin ne zaman af dilemeye ve tövbeye dönerse, Allah da ona afla yönelir. Allah affedici ve merhametlidir, tövbeyi kabul eder ve günahları bağışlar. Sakın müminlerin Allah'ın rahmetinden ümit kesmelerine sebep olma." (c.2, s.434)
Tefsir-ul Ayyâşî'de yer aldığına göre Ebu Amr Zubeyri, İmam Sa-dık'ın (a.s) "Hiç şüphesiz tövbe ederek iman edip iyi ameller işleyenlere, sonra da doğru yoldan ayrılmayanlara karşı affediciyim." (Tâhâ, 82) ayeti hakkında şöyle dediğini naklediyor: "Bu ayetin bir tefsiri var. Bu tefsir, Allah'ın ancak ayetin bu tefsirine bağlı olarak O'nun huzuruna gelen kulun amelini kabul edeceğine delâlet eder. Allah'ın müminlere şart koştuğu ve "Allah'ın kabulünü üzerine aldığı tövbe ancak, bilgisizlikle kötülük yapanlar... içindir." buyurduğu sözünden şunu kastetmiştir: Kul, her günah işlediğinde eğer yaptığı günahı bilse bile cahildir. Çünkü kendini Rabbine isyan etme tehlikesine atmıştır. Yüce Allah, Hz. Yusuf'un kardeşlerine söylediği sözleri naklederek "Cahillik döneminizde Yusuf'a ve kardeşine neler yaptığınızı hatırlıyor musunuz?" (Yûsuf, 89) buyurarak Yusuf'un kardeşlerine cahillik damgası vuruyor. Çünkü onlar kendilerini Allah'a isyan etme tehlikesine atmışlardı." (c.1, s.228, h:62)
Ben derim ki: Bu rivayetin metninde karışıklık var. Anlaşıldığı kadarıyla, ilk cümleden şu kastedilmiştir: "Kulun ameli, ancak ona bağlı kaldığı takdirde, onunla çelişecek bir duruma düşmemesi şartı ile kabul edilir. O hâlde, tövbe ancak günahlardan vazgeçirici olduğu takdirde kabul edilir. İsterse bu vazgeçiricilik bir an için geçerli olsun. [Buna göre hadisin ilk bölümünün anlamı şöyle olur: "...Bu tefsir, Allah'ın ancak ayetin bu tefsirine ve müminlere amel konusunda koştuğu şarta bağlı olarak O'nun huzuruna gelen kulun amelini kabul eder.]
İmamın "Allah'ın kabulünü üzerine aldığı tövbe..." diye başlayan ayetle ilgili sözleri öncekilerden ayrı sözlerdir. Bu sözlerin amacı ayetteki "bilgisizlikle" kaydının açıklama amaçlı bir kayıt olduğunu, daha önce belirttiğimiz iki tefsirden birine göre her günahta cehalet olduğunu bildirmektir. Mecma-ul Beyan tefsirinde rivayetin bu son bölümü İmam Sadık'a (a.s) isnat edilerek nakledilmiştir.
19- Ey inananlar! Kadınların mallarını zorla miras almanız size helâl değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğiniz mihrin bir kısmını ele geçirmek için kadınlara baskı yapmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, (bilin ki) bir şeyden hoşlanmayabilirsiniz de, Allah onda birçok hayır koymuş olabilir.
20- Eğer bir eşinizi bırakıp yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklü miktarda mal (mehir) vermiş olsanız bile, ondan hiçbir şeyi geri almayın. İftira atarak ve apaçık bir günah işleyerek onu geri alır mısınız?
21- Onu nasıl geri alırsınız, oysaki sizler birbirinizle kaynaşmıştınız ve onlar sizden çok sağlam bir söz almışlardı.
22- Geçmişte olanlar hariç, babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin. Çünkü bu, bir fuhuş, nefret gerektiren bir kötülük ve çirkin bir yoldur.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Bu ayetlerde kadınlar konusu tekrar ele alınarak onlarla ilgili başka bazı meselelere değiniliyor. Bunun yanı sıra "Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, (bilin ki) bir şeyden hoşlanmayabilirsiniz de, Allah onda birçok hayır koymuş olabilir." ifadesi de bu ayetler arasında yer alıyor ki söz konusu ifade, kadının sosyal hayattaki yerine ilişkin Kur'an kaynaklı bir temel ilkedir.
"Ey inananlar! Kadınların mallarını zorla miras almanız size helâl değildir."
Tarihten ve rivayetlerden edindiğimiz bilgiye göre cahiliye dönemi Arapları, ölen kimsenin mirasçıların anası olmayan dul eşini miras malının bir parçası sayarlar ve onu miras malı ile birlikte miras olarak alırlardı. Mirasçılardan biri bu dul kadının yüzüne bir elbise örterek ona vâris olurdu. Arkasından eğer isterse, mehir vermeden miras yolu ile onunla evlenirdi. Eğer evlenmek istemez ise, onu yanında alıkordu. İsterse onu başkası ile evlendirir, mihrinden yararlanırdı. İsterse baskı ile evlenmesini engelleyerek kendisini ölünceye kadar yanında tutar ve eğer varsa malına mirasçı olurdu.
Gerçi ayet, zahirinden anlaşıldığı kadarıyla cahiliye döneminde geçerli olan bu geleneği yasaklıyor. Yani kadınların miras malı gibi sayıldıkları ve az önce sözünü ettiğimiz gelenekten bahsediyoruz. O hâlde bazı tefsir bilginlerinin söylediğine göre, ayet bu kötü geleneği men etmek için inmiştir. Yalnız cümlenin sonunda yer alan "zorla" kaydı, bu kayıt ister açıklama amaçlı, ister ihtirazî [kastedilmeyen hususları dışlayıcı kayıt] kabul edilsin, bu tefsir tarzı ile uyuşmaz.
Çünkü eğer bu kayıt açıklama amaçlı ise, bu miras kabul edilme geleneği her zaman kadınların istememesine rağmen gerçekleşir anlamını verir ki, bunun böyle olmadığı açıktır. [Bazı kadınlar, kocasının vârislerine olan ilgi vb. sebeplerden dolayı, eşinin evinden ayrılmayı istemeyebilirler.] Eğer bu kayıt ihtirazî ise, şu anlama gelir: Eğer kadın istemediği hâlde miras malı gibi işlem görüyorsa, bu gelenek yasaktır; ama eğer kadının rızası ile olursa yasak değildir. Oysa durum böyle de değildir; ayetten bu kastedilmemiştir.
Evet; söz konusu dul kadınlara miras yolu ile el konunca, mallarına göz dikildiği için evliliklerine engel olma eylemi, her zaman veya çoğunlukla onların isteklerine rağmen gerçekleşir. Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre bu ayet, kadınların istememelerine rağmen onlardan miras almaktan nehyetme amacını taşıyor. Bu dul kadınların miras yolu ile nikâhlanmalarına gelince, bu gelenek "Babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyiniz..." ayeti ile yasaklanıyor. Onları başkaları ile evlendirip mehirlerine el koyma geleneğini ise "Kadınlara kendi kazandıklarından bir nasip vardır." (Nisâ, 32) ayeti ile bu anlamı veren diğer ayetler yasaklıyor. "...kendi haklarında maruf bir şekilde yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur." (Bakara, 234) ayeti ise, bu işlemlerin hepsinin yasak olduğuna delâlet eder.
"...Kadınlara baskı yapmayın." cümlesinde sözü edilen baskı, kadının malına el koyma amacıyla evlilik yapmasını engelleyici baskıdan başka bir şeydir. Çünkü bu ayette yer alan "verdiğinizin bir kısmını ele geçirmek için" ifadesi gösteriyor ki buradaki maksat, baskı yapan koca tarafından vaktiyle verilmiş olan mihrin bir bölümünü geri almaktır; yoksa kadının bu mehir yolu dışında başka yoldan malik olduğu mala el koymak değildir. Kısacası bu ayet kadının kendilerinin değil, mallarının miras yolu ile alınmasını yasaklıyor. Dolayısıyla ayette mirasın kadınlara izafe edilmiş olması ya "emval=mallar" kelimesi takdir edilerek gerçekleşmiştir veya bu ifade aklî bir mecazdır.
"Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğiniz mihrin bir kısmını ele geçirmek için kadınlara baskı yapmayın." Ayetin orijinalinde geçen "la te'zulûhunne" ifadesi, ya ayette geçen "terisû=miras almanız" fiiline matuftur ki, takdirî açılımı şöyle olur: "Vela en te'zulûhunne" [Dolayısıyla ayetin anlamı şöyle olur: ...Kadınların mallarını zorla miras almanız ve onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için baskı yapmanız size helâl değildir.] Veya bu ifade "la yehillu lekum=size helâl olmaz" ifadesine matuf bir yasak ve nehiydir. Çünkü "la yehillu=helâl olmaz" ifadesi de yasak anlamını taşıyor. Ayetteki "te'zulûhunne" kelimesinin kökü olan "azl" engel olma, baskı yapma, sıkıştırma anlamına gelir. Yine ayette geçen "fahişe", çok çirkin yol demektir ve daha çok zina anlamında kullanılır.
Ayette geçen "mubeyyine" kelimesi, "mutebeyyine" yani apaçık anlamına gelir. [Ayette "mubeyyine" kelimesinin geçişli anlamı kastedilmemiştir.] Nitekim Nahiv ilmi bilgini Sibeveyh'den "bane" kelimesinden if'al, tef'il, tefe'ul ve istif'al kalıplarına uyarlanmış türevlerin hem geçişli (aydınlatmak, apaçık kılmak) hem de geçişsiz (aydın ve apaçık olmak) anlamda kullanıldığı nakledilmiştir. Araplar, "Eban'eş- şey'u, istebane, beyyene ve tebeyyene" derler ve onunla konunun aydınlığa kavuştuğunu kastederler ve yine "Ebentu'ş-şey'e, istebentuhu, beyyentuhu ve tebeyyentuhu" derler ve onunla "konuyu aydınlattım" anlamını kastederler.
Ayet, nikâh bağını çözüp sıkıntıdan kurtulabilmeleri için mihrin bir bölümünü geri vermeye mecbur olsunlar diye kadınlara herhangi bir biçimde baskı yapılmasını yasaklıyor. Dolayısıyla kocanın bu maksatla eşine baskı yapması haramdır. Yalnız eğer kadın, apaçık bir edepsizlik yapmışsa, o zaman kocası eşine mihrin bir bölümünü geri vererek onu boşaması maksadı ile baskı yapabilir. Bu ayet ile mihrin bir bölümünü geri almaya ilişkin şu ayet arasında çelişki yoktur: "Kadınlara verdiğiniz şeyin bir bölümünü geri almanız size helâl değildir. Ama eğer erkek ve kadın, Allah'ın koyduğu sınırları gözetemeyeceklerinden korkarlarsa o başka. Eğer kadın ile kocanın, Allah'ın koyduğu sınırları gözetemeyeceklerinden korkarsanız, bu durumda kadının boşanmak için kocasına fidye vermesinde her iki taraf için de bir günah yoktur." (Bakara, 229) Bu iki ayet arasında çelişki değil, sınırlama vardır. Bu ayet, Bakara suresindeki ayeti edepsizlik yapma durumuyla sınırlıyor. Bakara suresinde sözü edilen mihrin bir kısmını geri verme işlemi, karı-koca arasında karşılıklı rıza ile gerçekleşmesi durumuna aittir. Dolayısıyla o ayete bu ayet aracılığıyla sınır getirilemez.
"Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, (bilin ki) bir şeyden hoşlanmayabilirsiniz de, Allah onda birçok hayır koymuş olabilir."
Ayetin orijinalinde geçen "maruf" deyimi toplumda yaşayan insanların bildikleri, yadırgamadıkları, habersiz olmadıkları tarz demektir. Geçinme emrinin maruf=iyilik deyimi ile kayıtlanmış olması bunun, kadınlarla geçinmenin bu emre muhatap olanların bildikleri bir tarzda geçinme anlamında olduğunu belirtmek içindir.
Erkeklerin bildikleri ve aralarında tanıdıkları iyi geçinme şudur: Her biri topluma katkıda bulunan bir temel parçadır. Bu parça, tür arasında genel dayanışmayı sağlamak amacıyla kurulan insan toplumunun oluşumunda diğer parçalarla eşit konumdadır. Bu süreçte herkesin üzerinde yükümlülük vardır. Herkes elinden gelen gayreti göstererek toplumun ihtiyaç duyduğu alanlarda çalışmalıdır. Elde ettiği şeyin gerekli olan miktarını kendisi için ayırmalı ve sahip olduğu fazlalıkları topluma vermeli ve muhtaç olduğu şeyleri ondan almalıdır. Öyleyse eğer toplumun herhangi bir parçasına bunun dışında bir tutum takınılırsa -ki bu ancak o parçanın bağımsızlığı ortadan kaldırılarak baskı altına alınmasıyla olur- o zaman bu parça, kendisinden yararlanılan fakat karşılığında kendisinin hiçbir yarar sağlamadığı bağımlı bir unsur hâline gelir ki bu bir istisna olur.
Oysa yüce Allah, kadın-erkek bütün insanların aynı insan kökünün dalları, aynı beşerî tabiatın elementleri olduğunu açıklamıştır. Toplum; oluşumu bakımından buna olduğu gibi, aynı ve eşit şekilde öbürüne de muhtaçtır. Nitekim yüce Allah "Hepiniz birbirinizdensiniz." (Nisâ, 25) buyuruyor. Bu durum her iki cinsin farklı özelliklere sahip olması ile çelişmez. Meselâ, erkekler genelde şiddet ve güç özelliğine sahipken, kadınlar doğal olarak incelik ve duygusallık özelliklerine sahiptirler. Çünkü insan tabiatı gerek doğal, gerekse sosyal hayatında hem şiddetin ve gücün ortaya çıkmasına, hem de sevginin ve merhametin yaygınlığına muhtaçtır. Her iki tür özellik, insan toplumunda genel çekim ve itim işleminin mazharlarıdır.
Dolayısıyla toplumda her iki zümre ağırlık ve etki bakımından dengededir. Nitekim erkek zümresinin fertleri bu oluşmuş yapı içinde ağırlık ve etki bakımından eşittirler; oysa güçlülük-zayıflık, bilgelik-cahillik, zekilik-aptallık, küçüklük-büyüklük, yönetenlik-yönetilenlik, hizmet edilenlik-hizmet edenlik, şereflilik-şerefsizlik gibi doğal ve sosyal niteliklerde birbirlerinden farklıdırlar.
İşte bu hüküm, hiç şaşmadan fıtrat geleneği üzere hareket eden dengeli toplumun anlayışından kaynaklanan hükümdür. İslâm da toplumun belini doğrultmuş, kamburunu gidermiştir. Dolayısıyla İslâm toplumunda iyi geçinme hususunda eşitlilik hükmünün geçerliliği kaçınılmazdır. Bizim sosyal özgürlük, kadınlar tıpkı erkekler gibi özgürdürler dediğimiz, işte budur. Bunun mahiyeti şudur: İnsan, insan olması hasebi ile düşünce ve irade sahibidir. Bağımsız iradesi ile kendisine faydalı olanı, zararlı olana tercih edebilme hakkına sahiptir. Sonra topluma girince de -toplumun mutluluğu ile çatışmadığı sürece- serbest biçimde istediği tercihleri yapabilir. Bunun için ne bir engellemeye uğrar, ne de iradesi dışında başkalarına bağımlı olur.
Bu durum, daha önce belirtildiği gibi, zümrelerden birinin veya bir zümrenin bazı fertlerinin bazı imtiyazlara sahip olmaları veya bazı imtiyazlardan mahrum olmaları ile çelişmez. Meselâ İslâm'a göre yargı, hükümet etme, cihat ve kadınların geçimini üstlenme gibi görevlerin erkeklere mahsus olmaları ve yine buluğa ermemiş çocukların itiraflarının geçersizliği, alış-veriş sözleşmelerinin itibarsızlığı ve hiçbir yükümle muhatap sayılmamaları gibi... Bunların tümü toplumda farklı ağırlığı olan zümrelerin ve fertlerin bu farklılıklarına bağlı olarak muhatap oldukları özel hükümlerdir. Ama bunun öncesinde hepsi insan olma açısından toplumda eşit ağırlığa sahiptirler. Bu eşit ağırlığın temel dayanağı herkesin düşünce ve irade sahibi olmasıdır.
Bu farklı özelliklerin varlığı sırf İslâm şeriatına mahsus değildir. Bu farklı özelliklere bütün medeni kanunlarda, bütün toplumsal geleneklerde, hatta ilkel toplumların geleneklerinde az ya da çok rastlanır. Yalnız farklı olurlar. Bütün bu nitelikleri bir arada ifade eden söz, anlatıldığı üzere "Onlarla iyi geçinin" ayetidir.
"Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız (bilin ki,) bir şeyden hoşlanmayabilirsiniz de, Allah onda birçok hayır koymuş olabilir." Bu ayet, bilinen bir şeyi şüpheli ve muhtemel bir şey şeklinde anlatma yöntemine örnek oluşturur. Bu üslûp, muhatabın taassup duygusunu uyandırmaktan kaçınmak için kullanılır. Şu ayette olduğu gibi: "Müşriklere 'Göklerden inen ve yerden çıkan rızkları size sunan kimdir?' diye sor. Sonra de ki, 'Allah sunuyor. Öyleyse biz veya siz, ikimizden biri doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindedir.' De ki: 'Ne bizim suçlarımız size sorulacak ve ne sizin yaptıklarınız bize sorulacaktır." (Sebe, 24-25)
O günlerde, yani Kur'an'ın indiği dönemde toplum, kadını gerçek yerine koymuyor, onun katkı sahibi bir temel parça olarak topluma girmesini istemiyordu. Hatta o günün egemen toplumları kadın konusunda ikiye ayrılıyorlardı. Kadını ya toplum dışı, varlığından yaralanılacak, arızî ve asalak bir varlık kabul ediyorlardı veya onu çocuklar ve deliler gibi insanlık nitelikleri bakımından eksik bir varlık sayıyorlardı. Üstelik bu eksik varlık hiçbir zaman insanlık düzeyine çıkamayacağı için sürekli bağımlılık ve egemenlik altında yaşamalı idi. Yüce Allah'ın "eğer onlardan hoşlanmıyorsanız" diye buyurarak hoşlanmamayı onları nikâhlamakla değil de doğrudan doğruya kendileri ile irtibatlandırması, o günün toplumundaki bu anlayışa işaret etmek için olabilir.
"Eğer bir eşinizi bırakıp yerine başka bir eş almak isterseniz..." Ayetin orijinalinde geçen "istibdal" kelimesi, kelimenin "istif'al" kalıbına uyarlanmış şekli ve "bedel istemek" demektir. Ayet içindeki anlamı "bir eşi başka bir eşin yerine koymak" olabilir. Ya da tazmin [kelimeye artı bir anlam yüklemek] kabilinden bedeli olsun diye bir kadının yerine başka bir kadını koymak gibi bir anlama geliyor. Bu yüzden hem "eredtum=isterseniz" deniyor, hem de isteme ve dileme anlamı içeren "istibdal" kelimesi kullanılıyor. Buna göre bu ifadenin anlamı "eğer istibdal yolu ile (bedeli olsun diye) bir eşin yerine başka bir eş koymak isterseniz" biçimindedir.
Ayetin orijinalinde geçen "buhtan" kelimesi, insanı şaşırtan, hayrete düşüren şey demektir. Daha çok yalan söz için kullanılır. Oysa bu kelime aslında mastardır ve ayette mihrin bir bölümünü alma fiili ile ilgili olarak kullanılmıştır. Bu kelime, "ismen" kelimesi gibi "te'huzû-ne=alma" fiilinin hâlidir. Ayetteki "alır mısınız?" şeklindeki soru olumsuzlama ve inkar amaçlı sorudur [yani siz bu işi yapmazsının denmek isteniyor].
Back | Index | Next |