Back | Index | Next |
Ölüye yakınlık ve uzaklık ölçüsünden, iki sebeple yakın olan kimsenin bir sebeple yakın olan kimseye öncelik taşıması konusu ortaya çıkar. Bunun bir misali, ana-baba tarafından akraba olanların sadece baba tarafından akraba olanlara öncelik taşımasıdır; birinci grubun olmasıyla, ikinci grup miras alamaz. Ancak birinci grubun olması, anne tarafından yakınların miras almasını engellemez.
İkincisi: Vârislerle ilgili olarak bir başka açıdan öncelik taşıyıp taşımama hususunda değerlendirme yapılır. Şöyle ki, bazen paylar bir araya toplanır ve terekenin aslından fazla olması sonucu birbirleriyle çelişirler. Kimisine, çelişme durumunda öncesiyle farklı bir hisse belirlenmiştir. Meselâ, erkeğin kendi eşinden aldığı hisse yarıdır; ancak miras alacak evladın olması onun hakkına engel teşkil eder ve erkeğin hissesi dörtte bire iner. Ölen kimsenin eşi, çocuğu olmadığı durumda dörtte bir, çocuğu olduğu takdirde ise, sekizde bir hisse alır. Annenin miras hakkı üçte birdir. Ancak ölenin çocuğu veya kardeşi olursa, miras hakkı altıda bire iner. Ölenin babası ise, çocuk olsun olmasın altıda bir alır.
Kimisine önceden pay belirlendiği hâlde, çelişme durumunda ne olacağı açıklanmamış ve belli bir hisse belirtilmemiştir. Bir kız ve birkaç kız, bir kız kardeş ve birkaç kız kardeş gibi. Bir kız mirasın yarısını, bir kız kardeş üçte ikisini alır; ancak birden fazla oldukları ve çelişme durumunda hisseleri belirtilmemiştir. Buradan, hisselerin terekeden fazla olduğu durumda birinci kısım vârislerin hissesinde eksilme olmadığı ve düşünülebilecek herhangi bir eksiltmenin sadece çelişme durumunda hisseleri belirtilmeyen vârislerin hisselerine ait olduğu gerçeği anlaşılır.
Üçüncüsü: Bazı zamanlar hisseler geriye bırakılan maldan fazla olur. Kocası, ana-baba bir kız kardeşleri olan bir kadının ölmesi gibi. Çünkü bir yarı ve bir de üçte iki hisse söz konusudur ki bu maldan fazladır. Yine ana-baba, iki kız ve kocası olan biri ölürse, aynı durumla karşılaşılır. Çünkü iki altıda bir, iki üçte iki ve bir dörtte bir hisse söz konusudur.
Bazen de tam aksine, geriye bırakılan mal, hisselerden fazla olur. Ölenin sadece bir kızı veya iki kızı olduğu durumlar gibi. [Kur'an-ı Kerim'de sadece malın yarısı hakkında hüküm vardır; diğer yarısının hükmü belirtilmemiştir.] Bunun benzeri misaller de verilebilir. Kur'an ayetlerini tefsir etme niteliğine sahip Ehl-i Beyt kanalından nakledilen hadislerde şöyle bir açıklama yer almıştır: Hisselerin mala oranla fazla olduğu durumlarda, Kur'an-ı Kerim'de haklarında sadece bir hisse belirtilen kimseler hisselerinden az alırlar. Bunlar, kızlar ve kız kardeşlerdir. Ana-baba ve karı gibi Allah'ın çeşitli durumlara göre çeşitli hisseler belirlediği kimseler hakkında hisseden az alma durumu düşünülemez. Aynı şekilde geriye bırakılan malın hisselere oranla fazla olduğu durumlarda, fazlalık önceki durumda eksik almaya mahkum edilen kimselere verilir. Meselâ eğer ölenin sadece bir kızı ve babası olursa, babası belirlenen hissesine göre altıda bir alır; kızı ise, malın yarısını belirlenen hissesine göre, geriye kalanı ise red unvanıyla alır.
Ömer b. Hattab, kendi hilafeti döneminde bu hükmü değiştirmiş ve hisselerin mala oranla fazla olduğu durumlarda "avl" yöntemini geçerli kılmıştır.[ Karşılığı olmayan hisse, hisse sahiplerinin hisselerinin hepsinden eşit oranda alınarak tamamlanır.] Ehl-i Sünnet, malın hisselere oranla fazla olduğu durumlarda ilk dönemde "ta'sib" [yani fazlalığı baba tarafı akrabalarına verme] yöntemini uygulamışlardır. İnşallah hadisler bölümünde "avl ve ta'sib" hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
Dördüncüsü: Erkek ve kadınların miras hisseleri üzerinde derin düşünülünce, ana-baba dışında genel olarak kadının hissesinin erkeğe oranla eksik olduğu sonucunu ortaya çıkar. Annenin hissesi, belirlenen asıl hisseye göre bazen babanın hissesinden fazla olur. Belki de annenin babadan fazla veya babayla eşit oranda miras alması, annenin bağ açısından evladıyla daha fazla iç içeliği, hamilelik ve doğum dönemi zorluklarına, büyütme ve terbiyeyle ilgili bütün zahmetlere katlanmış olmasından kaynaklanıyor. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. (Ahkaf, 15) Hiç şüphesiz annenin hissesinin, kadınların erkeğin yarısı kadar olma durumundan onlarla eşit veya daha fazla miras alma durumuna yükselişi, kanun koyucunun onu kollamasını ve daha fazla saygıyı hak ettiğini gösterir.
Erkeğin hissesinin kadının iki katı kadar olmasına gelince, bu hususta erkeğin yaşantıyı idare etmekte kadına oranla sahip olduğu akıl üstünlüğü ve kadınla ilgili gerekli harcamaların onun uhdesine olduğu gerçeği göz önünde bulundurulmuştur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğer bir kısmından üstün kılması ve mallarından harcama yaptıkları için, erkekler kadınların yöneticisidirler. (Nisâ, 34) Bu ayetin orijinalinde geçen "kavvam" kelimesi, yaşamı idare etmek anlamına gelen "kıyam" kelimesinden türemiştir. "Üstün kılmak"tan maksat, erkeğin akıl açısından olan üstünlüğüdür. Çünkü, erkeğin hayatı düşünce ve akıl ağırlıklı iken, kadının hayatı duygu ağırlıklıdır. Malın dizginini ve onunla ilgili bütün yetkileri, üstün akla ve yönetime sahip bir ele vermek, heyecan ve ince duyguların yönettiği bir ele teslim etmekten daha doğru olur. Tanınan bu yetki, şimdiki kuşaktan gelecek kuşağa intikal eden dünyadaki mevcut servetin üçte ikisinin yönetiminin erkeklere, üçte birinin yönetiminin de kadınlara verilmesini gerektirir. Demek ki, toplumun hâlini düzeltecek ve hayatı saadetli kılacak aklın yönetimi, heyecan ve ince duyguların yönetimine ağır basmıştır.
Kadının miras konusunda uğradığı bu eksiklik, yüce Allah'ın kadınlar hakkında adaleti gözetmelerine dair erkeklere yöneltmiş olduğu emirle telafi edilmiştir. Verilen emir gereği, kadınlar erkeklerin elinde bulunan üçte iki hisseye de ortaktırlar. Böylece kadınlar mülkiyetini ellerinde bulundurdukları ve istedikleri şekilde üzerinde tasarrufta bulundukları üçte bir bölümün yanı sıra, erkeklerin elinde bulunan üçte iki bölümün yarısını masraflarının karşılanması için kendilerine ihtisas ederler.
Bu bırakılan şaşırtıcı yasa ve durumun sonucunda erkek ve kadın mülkiyet ve harcama alanında birbirinin tam tersi bir konumda olurlar. Dünyadaki servetin üçte ikisinin mülkiyeti erkeğe ait olurken, ancak üçte bir bölümü ona harcanır. Kadın ise, üçte birinin mülkiyetine sahip iken, üçte iki miktarı ona harcanır. Bu farklılığın gerekçesi ise, bir yandan erkekte akıl gücünün heyecan ve ince duygulara baskın gelmesidir ki koruma, değiştirme, üretme ve kâr edinme şeklinde gerçekleşen malî yönetmenlik, bununla daha fazla örtüşür. Diğer taraftan kadında ince duygular ve heyecanlar akıl gücüne ağır basar ki bu da harcama ve masraf olgusuyla daha fazla örtüşür. İşte bu husus, İslâm'ın miras ve nafakalar hususunda erkekle kadın arasında fark gözetmesinin sırrı ve sebebidir.
Buna göre, yüce Allah'ın "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğer bir kısmından üstün kılması..." ayetinde vurguladığı üstünlükte, erkeğin doğası gereği akıl gücünün fazla oluşu ve bu hususta kadına olan üstünlüğünün ölçü alındığını söylemek daha uygundur. Bu hususta erkeğin sert ve zorluklarda daha dayanıklı ve güçlü bir vücut yapısına sahip olması ölçü alınmamıştır. Erkeklerin sert oluşları, onları kadından ayıran yapısal bir özelliktir ve insanın oluşturduğu toplumda bu özelliği savunma, koruma, çetin işler, zorluk ve kederlere göğüs germe, korkunç ve hoşlanılmayan durumlarda kendini yitirmeme gibi hususlarda birtakım büyük sonuçlar izler. Bunlar, tabiatıyla kadınların üstlenemeyeceği kaçınılmaz yaşantı durumlarıdır.
Ancak bununla birlikte, kadınlar da aklın karşıtı olan ve toplumsal hayatta kaçınılmaz ve zorunlu olan ince duygu ve heyecanlarla donatılmışlardır. Bu niteliğin önemli sonuçları, sevgi, ünsiyet, gönüllere rahatlık kazandırma, acıma, şefkat, nesli çoğaltmanın zorluklarına katlanma, hamilelik ve doğum dönemine ait zorluklara göğüs germe, büyütme, terbiye ve eğitimi üstlenme, ayrıca ev işleri sorumluluğu gibi hususlarda kendini gösterir. Yumuşaklık ve acıma olmaksızın sadece sertlik ve kabalıkla, şehvet içgüdüsü olmaksızın sadece öfke içgüdüsüyle insanın durumu ve aynı şekilde iticilik olmaksızın sadece çekicilikle dünyanın durumu düzene girmez.
Kısacası, erkek ve kadın hakkında adalet üzere kurulu iki donatım şeklidir bu. Erkek ve kadın grubundan oluşan karışık insan toplumunda hayatın iki kefesi, bu iki hususla eşitlik kazanır. Allah'ın kelamında sapma ve hükmünde haksızlık düşünülemez; Allah, bunlardan yüce ve münezzehtir. "Yoksa, Allah ve Resulünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar." (bk. Nûr, 50) "Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez." (bk. Kehf, 49)"Hepiniz birbirinizdensiniz." (Âl- İmrân, 195) buyuran işte yüce Allah'tır. "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğer bir kısmından üstün kılması..." ifadesinde de işte bu birbirinden olma gerçeğine işaret edilmiştir.
Başka bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sizi topraktan yaratması, O'nun delillerindendir. Sonra siz, her tarafa yayılan insanlar oluverdiniz. Kendileriyle sükûn bulmanız için size kendinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O'nun delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır." (Rum, 20-21) Bu iki ayetteki şaşırtıcı açıklama üzerinde bir düşünelim. Yüce Allah insanı yayılmakla nitelemiştir. (Ayette erkekle kadının birbirinin karşısında gündeme getirilmeleri, birinci ayette insandan erkeğin kastedildiğine ilişkin bir ipucudur.) Yayılmak, geçimi sağlamak için çalışmak demektir. Güce ve zora başvurarak hayatın gereklerini elde etme girişimlerinin hepsi buna dayanır. Birbirine galip gelme yönündeki çabalarda, savaşlarda ve yağmalamalarda da güdülen amaç, aynı şeydir. Eğer insan için sadece bu tür bir yayılma düşünülecek olsaydı, insan fertleri biri saldıran diğeri ise kaçan olmak üzere iki gruba bölünürdü.
Ancak yüce Allah, kadınları yaratıp onları erkeklerin sükûn bulmasını sağlayacak şeyle donattı ve eşler arasına sevgi ve merhamet yerleştirdi. Böylece kadınlar güzellik, ince hareketler, sevgi ve muhabbetle erkekleri kendilerine çekerler. Kısacası, kadınlar insan toplumunun ilk rükünleri ve asıl etkenleridirler.
Bu yüzden İslâm dini evlilikten ibaret olan ev topluluğunu bu hususta ana temel olarak görmüş ve yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, en takvalı olanınızdır." (Hucurât, 13) Bu ayette ilk önce erkek ve kadının evlenmesine ve bunun sonucunda insan soyunun devam etmesine değinilmiş ve daha sonra milletler ve kabilelerden oluşan büyük insan toplumu ona dayandırılmıştır.
Bu ayetin son cümlesinden "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğer bir kısmından üstün kılması..." ifadesindeki üstünlükten İslâm'da gerçek üstünlük ölçüsü bilinen keramet ve yüceliğin kastedilmediği anlaşılır. İslâm'da yücelik ve keramete, Allah'a yaklaşma ile ulaşılabilir ancak. Söz konusu üstünlükten, toplumun durumunun en iyi bir şekilde düzene girmesini sağlayacak ve dünyevî hayat yani geçim mekanizmasını en güzel bir şekilde düzene sokacak şeyle donatılma hususunda erkeğe verilen üstünlüktür. İslâm, maddî hayat dışında yararlanılmayan insanın cismiyle ilgili sahip olduğu fazlalıklara önem vermez. Bunları sadece kendisiyle Allah katında olana varılacak araçlar olarak görür.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şu sonuç ortaya çıkar: Erkeklere, akıl açısından kadınlara oranla üstünlük tanınmıştır. Bu üstünlük, miras ve benzeri konularda kadınlarla farklılığı gerektirir. Ancak buradaki üstünlük, fazlalık anlamındadır. İslâm'ın önemsediği keramet ve yücelik anlamına gelen üstünlük ise, kimde olduğuna bakılmaksızın takva ve Allah'tan korkmaktır.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Abd b. Hamid, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn-i Mace, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebu Hatem ve Beyhaki -Sünen adlı eserinde- Cabir b. Abdullah kanalıyla şöyle rivayet ederler: "Ben hastayken Rasulullah (s.a.a) ve Ebu Bekir "Beni Seleme" kabilesinden bir grupla yürüyerek görüşüme geldiler. Rasulullah (s.a.a) beni baygın bir durumda görünce su istediler. Abdest alıp o sudan benim üzerime serptiler. Hemen ardından kendime geldim ve "Malım hakkında ne yapmamı emredersin ey Allah'ın elçisi?" dedim. Bunun üzerine şu ayet indi: "Allah, size evlatlarınız hakkında (şunu) tavsiye eder: Erkeğin payı iki kızın payı kadardır." (Nisâ, 11)
Ben derim ki: Birçok kez açıkladığımız gibi, bir ayetle ilgili olarak birkaç nüzul sebebinin nakledilmesinin ve hepsinin nüzul sebebi olmasının sakıncası yoktur. İnen ayetin belirli bir nüzul sebebine sınırlı olmamasında hiçbir sakınca olmadığı gibi birkaç olayın ayetin iniş dönemine rastlamasının ve ayetin içeriğinin hepsiyle örtüşmesinde de sakınca yoktur. Dolayısıyla Cabir'in malın bölünmesiyle ilgili bir yükümlülüğü olmadığı hâlde ayetle ona cevap verilmesinin yersiz olduğuna dayanılarak hadisin "Malım hakkında ne yapmamı emredersin ey Allah'ın elçisi?" dedim. Bunun üzerine şu ayet indi..." bölümünün hadisin doğruluğuna gölge düşürdüğü söylenemez. Aynı eserde Abd b. Hamid ve Hâkim'e dayanarak Cabir'den nakledilen şu rivayet daha şaşırtıcıdır: "Ben hasta iken Rasulullah durumumu öğrenmek için beni görmeye geldi. Ben ona "Malımı çocuklarım arasında nasıl böleyim" diye sordum. Bana cevap vermedi ve "Allah, size evlatlarınız hakkında (şunu) tavsiye eder..." ayeti indi." (c.2, s.125)
Aynı eserde İbn-i Cerir ve İbn-i Ebu Hatem, Süddi'den şöyle rivayet ederler: "Cahiliye dönemi insanları, kız çocuklarına, güçsüz ve zayıf olan erkek çocuklarına miras hakkı tanımazlardı. Savaşma gücüne sahip olanlar dışında hiçbir erkek babasından miras alamazdı. Şair Hassan'ın kardeşi Abdurrahman ölüp kendisinden Ümmü Kuhhe adında bir eşi ve beş kızı kalınca, diğer vârisler gelip onun bıraktığı malı alıp götürdüler. Ümmü Kuhha durumu Peygambere (s.a.a) götürdü. Bunun üzerine Allah, şu ayeti indirdi: "Çocuklar ikiden fazla kız olurlarsa, ölünün geriye bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kız olursa, yarısı onundur." Daha sonra Peygamber Efendimiz Ümmü Kuhha ile ilgili olarak şu bölümü okudu: "Çocuğunuz yoksa, bıraktığınızın dörtte biri onlarındır (eşlerinizindir); çocuğunuz varsa, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır." (c.2, s.125)
Yine aynı eserde, önceki rivayette adı geçenler, İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Allah'ın erkek ve kız çocuğu ve ana-baba ile ilgili miras hisselerini belirlediği feraiz yani hisselerle ilgili ayet inince, halkın hepsi veya bazısı bundan hoşlanmayıp şöyle dediler: 'Ölenin eşine dörtte bir veya sekizde bir ve bir kıza yarı hak mı tanıyorsun? Küçük çocuğa da miras verilir mi? Oysa bunların hiçbirisi düşmanla savaşamaz ve ganimet elde edemez.' Cahiliye döneminde bu geleneği uygularlardı. Mirası sadece düşmanla savaşabilen kimselere verirler ve bu hususta sırasıyla büyük olana öncelik tanırlardı." (c.2, s.125)
Ben derim ki: Ölünün savaşabilecek büyük oğlu olmadığında mirası baba tarafından yakın olanlara vermek demek olan ta'sib olayı da buradan kaynaklanmıştır. Ehl-i Sünnet, hisseler mirası kapsamadığı ve mal hisselere oranla fazla olduğu durumda bu yöntemi uygulamışlardır. Ehl-i Sünnet kanalıyla nakledilen hadislerde bu hususa değinen rivayetlere rastlamak mümkündür. Ancak Ehl-i Beyt (Hepsine selam olsun) kanalıyla ta'sibin doğru olmadığını ifade eden birçok hadis nakledilmiştir. Bu hadislerde, hisselerden fazla kalan miktarın malın hisselerden az olduğu durumda eksik almaya mahkum edilen kimseye verilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Onlar da çocuklar, baba-ana bir veya sadece baba bir kardeşlerdir. Bazı durumlarda da, fazlalık babaya verilir. Önce de açıkladığımız gibi, ayetlerden anlaşılan da budur.
Yine aynı eserde, Hâkim ve Beyhaki, İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Hisselerle ilgili olarak avl yöntemini ilk kez Ömer uyguladı; o miras düzenini bozdu ve bu yöntemi savunarak şöyle dedi: "Allah'a andolsun! Sizinle ne yapacağımı bilmiyorum. Allah'a andolsun! Allah hanginize öncelik tanımış ve hanginizi tehir etmiş bilmiyorum. Bu değersiz malı eşit hisselere ayırmaktan daha iyi bir yöntem bulamıyorum." İbn-i Abbas daha sonra şunları ekledi: "Allah'a andolsun! Eğer o Allah'ın öne geçirdiğini öne geçirir ve tehir ettiğini de tehir etmiş olsaydı, asla hisselerde eksiklik meydana gelmezdi." İbn-i Abbas'a "Allah hangi hisseye öncelik tanımıştır?" şeklinde bir soru yöneltilince şu cevabı verdi: "Allah'ın bir hisseden ancak ayrı belirli bir hisseye indirgediği şahısların hissesi, O'nun öncelik tanıdığı hissedir. Belirlenen hisseden düşüş kaydedince, kendisine ayrı bir hisse belirlenmeyen ve sadece geriye kalanı miras alan kimsenin hissesi, Allah'ın tehir ettiği hissedir. Öncelik tanınan kimsenin misali, karı-koca ve annedir. Tehir edilen kimse ise, kız kardeşler ve kızlardır. Dolayısıyla hem Allah'ın kendisine öncelik tanıdığı, hem de tehir ettiği kimseler vâris olurlarsa, Allah'ın öncelik tanıdığı kimseyle başlanılır ve ilk önce eksiksiz olarak onun hakkı verilir. Geriye bir şey kalırsa, diğerlerine verilir; bir şey kalmazsa, onlara hiçbir şey verilmez." (c.2, s.127)
Yine aynı eserde, Said b. Mansur, İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Çölün kumlarının sayısını bilen Allah'ın, malı yarı, üçte bir ve dörtte bir şeklinde böldüğünü biliyor musunuz? Yani, malı iki yarı, üç tane üçte bir ve dört tane dörtte bir kılmıştır." (c.2, s.127)
Yine aynı eserde, Said b. Mansur, Ata'dan şöyle rivayet eder: "İbn-i Abbas'a 'Halk ne benim ne de senin sözünü dinliyorlar. Ben ve sen öldükten sonra, insanlar hiçbir mirası senin dediğin üzere bölmezler' dedim. O bana şöyle dedi: "İnsanlar toplanıp gelsinler de hep birlikte elimizi Kabe'nin rüknü üzerine bırakalım. Daha sonra dua edelim ve Allah'ın lânetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım. Allah'ın hükmü onların söylediği gibi değildir." (c.2, s.127)
Bu içerik ileride açıklanacağı üzere Şia kanallarıyla da İbn-i Abbas'tan aktarılmıştır.
el-Kâfi adlı eserde, Zühri'den o da Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe'den şöyle bir rivayet aktarılır: "İbn-i Abbas'la birlikte oturmuştuk. Mirastaki hisselerin söz konusu olması istenildi. Bunun üzerine İbn-i Abbas şöyle dedi: 'Yüce Allah pak ve münezzehtir. Çölün kumlarının sayısını bilen Allah miras malını yarı, yarı ve üçte bir olarak böldüğünü biliyor musunuz? İki yarı malda düşünülür. Peki üçte bir nerede kaldı?' Zufer b. Avs-i Basri cevapta: 'Ey Eba Abbas, hisselerde ilk olarak avl yöntemini kim uyguladı?' dedi. İbn-i Abbas, şöyle cevap verdi: İlk olarak bunu Ömer b. Hattab uyguladı. O karışık birtakım hisseleri fark edince, mirastaki bölme düzenini bozdu ve şöyle dedi: 'Allah'a andolsun! Allah hanginize öncelik tanımış ve hanginizi tehir etmiş bilmiyorum. Bu değersiz malı eşit hisselere ayırmaktan ve fazlalığı her hak sahibinin hakkına artırmaktan daha kolay bir yöntem bulamıyorum.' Böylece o, mirastaki hisselere avl yöntemini sokmuş oldu.
Allah'a andolsun! Eğer o Allah'ın öne geçirdiğini öne geçirir ve tehir ettiğini de tehir etmiş olsaydı, asla hisselerde eksiklik meydana gelmezdi." Zufer b. Avs, "Allah hangi hisseye öncelik tanımış ve hangisini tehir etmiştir?" şeklinde bir soru yöneltince, İbn-i Abbas şu cevabı verdi: "Allah'ın bir hisseden ancak ayrı belirli bir hisseye indirgediği şahısların hissesi, O'nun öncelik tanıdığı hissedir. Allah'ın tehir ettiği hisseye gelince; belirlenen hisseden düşüş kaydedince, kendisine ayrı bir hisse belirlenmeyen ve sadece geriye kalanı miras alan kimsenin hissesidir; işte Allah'ın tehir ettiği hisse budur.
Back | Index | Next |