Back | Index | Next |
Bu mesele Kur'an'daki değişik çok sayıda ayetle bağlantılıdır. Bu yüzden meseleyi her yönü ile incelemek için ilgili ayeti ele alınca uzun açıklama yapmak gerekir. Bundan dolayı ayrıntılı açıklamayı uygun olan yerine bıraktık. Şimdilik meseleye özet olarak değineceğiz.
Şöyle diyoruz: Bu itirazı ileri sürenlerin şu gerçeği göz önüne almaları gerekir: Peygamberimizin çok sayıda kadınla evlenmesi, sandıkları gibi basit bir mesele değildir. (Ki Peygamber kadınlara aşırı derecede düşkün olduğu için eşlerinin sayısını dokuza çıkardı.) Tersine hayatı boyunca seçtiği her eşi için özel bir tercih gerekçesi vardır. Peygamberimiz (s.a.a) ilk evliliğini Hz. Hatice ile (Allah ondan razı olsun) yaptı. Yirmi küsur yıl boyunca sadece onunla evli kaldı. (Bu süre onun evlendikten sonraki ömrünün üçte ikisidir.) Bu sürenin on üç yılı Peygamber oluşundan sonra ve Mekke'ye hicret etmeden önceki döneme rastlar. Sonra Medine'ye hicret etti ve mesajını yaymaya, dini yüceltmeye başladı. Diğer evliliklerini bundan sonra yaptı. Evlendiği kadınların kimi bakire, kimi dul, kimi genç, kimi yaşlı, kimi kocakarı idi. Ömrünün on yıla yakın bölümü böyle geçti. Sonra nikâhı altındakiler dışında başka bir kadınla evlenmesi yasaklandı.
Bilinen bir şeydir ki, bu özellikleri taşıyan bir davranış biçimini; basit bir kadın sevgisi ile, kadın düşkünlüğü ile, aşırı cinsel oburlukla açıklayıp gerekçelendirmek mümkün değildir. Bu sürecin başı ve sonu böyle bir gerekçeye ters düşer.
Üstelik, insanlara yönelik gözlemlerimizden şüphesiz olarak biliyoruz ki kadın düşkünü, kadın sevgisine meftun ve onlarla buluşmaya can atan erkek, kadının güzeline, alımlısına, çekicisine, gencine tutkun olur. Bu özellikler de Peygamberimizin (s.a.a) bu konudaki uygulamaları ile uyuşmaz. Peygamberimiz bakireden sonra dul kadınla, genç kadından sonra yaşlı kadınla evlilik yaptı. Meselâ yaşlı bir kadın olan Ümmü Seleme ile evlendi. Yine Zeyneb bint-i Cahş ile evlendiğinde Zeyneb'in yaşı elliyi geçkindi. Bu evlilikleri Ayşe ve Ümmü Habibe gibilerle evlendikten sonra yaptı. İşte durum budur.
Ayrıca eşlerine şöyle dedi: "Eğer dünyayı ve dünya güzelliğini istiyorsanız mehirlerinizi vererek size güzellikle yol veririm, yani sizi boşarım. Eğer Allah'ı, Peygamberi ve ahireti tercih ediyorsanız dünyadan uzak durur; süslenmeye güzelleşmeye yanaşmazsınız." Onun eşlerine yönelik bu sözlerini Kur'an'dan öğreniyoruz:
"Ey Peygamber, eşlerine söyle: Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız, gelin size boşanma bedelinizi vereyim ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, Peygamberi ve ahiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi işler yapanlara büyük mükâfat hazırlamıştır." (Ahzâb, 28-29) Görüldüğü gibi bu tavır da kadın güzelliğine düşkün, onlarla buluşmak için can atan bir erkeğin durumunu yansıtmıyor.
O zaman bu meseleyi derinliğine inceleyen insaflı bir araştırmacıya bir tek şey kalıyor. O da Peygamberimizin bisetinin başlangıcından sonuna kadar ki bütün evliliklerini şehvetperestlik, kadın düşkünlüğü ve zevk arama dışında başka faktörlere bağlamaktır.
Peygamberimiz (s.a.a) bu eşlerinden bazıları ile güç kazanmak, destek ve taraftar edinmek için evlendi. Bazıları ile kalpleri kazanmak ve kötülüklerden korunmak için evlendi. Bazı evliliklerini evlendiği kadınların bakımlarını üstlenmek, geçimlerini sağlamak, dulların ve güçsüzlerin yoksulluktan ve perişanlıktan korunmasına müminler arasında çığır açmak için yaptı. Bazı evliliklerini şeriatın bir hükmünü vurgulamak, onu fiilen uygulamak, böylece yanlış bir geleneği kırmak, insanlar arasında yaygın olan batıl bidatları yıkmak için yaptı. Nitekim Zeyneb bint-i Cahş ile olan evliliği böyle bir olaydı. Zeyneb, Zeyd b. Harise'nin eşi idi. Zeyd onu boşadı. Zeyd, Peygamberimizin evlatlığı idi. Araplar, evlatlığın eşini öz evladın eşi gibi kabul ediyor ve baba onunla evlenemezdi. Peygamberimiz bu kanaatin aslı olmadığını göstermek için Zeyneb ile evlendi ve arkasından hakkında birtakım ayetler indi.
Peygamberimiz Hz. Hatice'nin ölümünden sonra ilk önce Sevda b. Zem'a ile evlendi. Eşi ikinci Habeşistan hicretinden sonra ölmüştü. Sevda, mümin bir muhacir idi. Eğer ailesinin yanına dönseydi, birçok mümin erkek ve kadına yaptıkları gibi hemşehrileri ona da işkence yapar, öldürürler ve dininden döndürüp tekrar kâfir yaparlardı.
Peygamberimiz, bir evliliğini de kocası Abdullah b. Cahş'ın Uhud'da öldürülmesinden sonra Zeyneb bint-i Huzeyme ile yaptı. Zeyneb cahiliye döneminin erdemli hanımlarından biri idi. Fakirlere, yoksullara çok yardımlar yaptığı ve onlara şefkatle davrandığı için "yoksulların anası" lakabı ile anılıyordu. Peygamberimiz onunla evlenmekle itibarını korudu.
Peygamberimiz, bir evliliğini de Ümmü Seleme ile yapmıştı. Adı Hind idi. Daha önce Peygamberimizin teyzesinin oğlu ve süt kardeşi Abdullah Ebu Seleme'nin eşi idi. Abdullah, ilk Habeşistan muhacirlerindendi. Ümmü Seleme dindar, faziletli bir hanımdı. Dindarlığı yanında isabetli görüşlü idi. Kocası öldüğünde yaşlı idi, başında yetimler vardı. Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.a) onunla evlendi.
Peygamberimiz, bir evliliğini de Safiye bint-i Huyeyy b. Ahtab ile yaptı. Safiye'nin eşi "Beni Nadır" kabilesinin reisi idi. Kocası Hayber Savaşında öldü. Babası da "Beni Kurayza" kabilesi ile yapılan savaşta öldürülmüştü. Safiye Hayber'de alınan esirler arasında idi. Peygamberimiz onu seçip azat etti ve kendisi ile evlendi. Böylece onu perişanlıktan ve zilletten kurtardı. Bu evlilikle Peygamber Yahudilerle akrabalık bağı kurdu [ve Müslümanlar ile Yahudiler arasındaki ilişkilerin iyileşmesini sağladı].
Peygamberimiz, bir evliliğini de Cuveyriye ile yaptı. Asıl adı Burre idi ve Mustalak oğullarının büyüğü olan Haris'in kızı idi. Bu evlilik Mustalak oğulları ile yapılan savaştan sonra oldu. Müslümanlar bu kabilenin iki yüz ailesini kadınları ve çocukları ile birlikte esir almışlardı. Peygamberimiz Cuveyriye ile evlenince Müslümanlar "Bunlar Peygamberimizin hısımlarıdırlar, onları esir tutmak yakışmaz" diyerek hepsini azat ettiler. Bunun üzerine bütün Mustalak kabilesi iman ederek Müslümanlara katıldı. Büyük bir kitle oluşturuyorlardı. Müslüman olmaları diğer Araplar üzerinde olumlu bir etki bırakmıştı.
Peygamberimizin bir başka evliliği de Meymune ile idi. Asıl adı Burre idi. Haris-i Hilaliye'nin kızı idi. İkinci kocası Ebu Ruhm b. Abduluzza'nın ölümü üzerine kendini cariye olarak Peygamberimize (s.a.a) adadı. Peygamberimiz ise ona nikâhlama teklifi yaparak kendisi ile evlendi ve bu hususta ayet indi.
Peygamberimiz, bir başka evliliğini de Ümmü Habibe ile yaptı. İsmi Ramle idi ve Ebu Süfyan'ın kızı ve Ubeydullah b. Cahş'ın eşi idi. İkinci Habeşistan hicretinde eşi kendisi ile birlikte hicret etti. Fakat orada Hıristiyan oldu. Ama babası Ebu Süfyan'ın İslâm'a karşı asker topladığı o günlerde kendisi İslâm'a bağlılığını devam ettirdi. Peygamberimiz (s.a.a) onunla evlenerek onu koruma altına aldı.
Peygamberimiz bir başka evliliğini Ömer'in kızı Hafsa ile yaptı. Eşi Huneys b. Hazzaka Bedir Savaşında öldüğü için dul kalmıştı. Peygamberimiz bir başka evliliğini de Ebu Bekir'in kızı Ayşe ile yapmıştı. Ayşe bakire idi.
Bu özellikleri bu konunun başında ömrünün başlangıcı ve sonuna ilişkin söylediklerimizle birlikte göz önüne alalım. Ayrıca zahitliğini, süsten uzak duruşunu ve eşlerini de böyle olmaya teşvik edişini düşünelim. O zaman yaptığı evliliklerin diğer insanların evlilikleri gibi olmadığını kesinlikle anlarız.
Bunlara bir de kadınlara yönelik iyi davranışlarını, cahiliye çağlarının, ilkellik yüzyıllarının ortadan kaldırdığı haklarını ve kaybettirdiği sosyal haklarını yeniden ihya etmesini eklemek gerekir. Öyle ki, rivayete göre son sözü kadınları erkeklere tavsiye etmek oldu. Şöyle buyurdu: "Namaz, namaz. Elinizin altındaki kölelerinize, güçlerinin yetmeyeceği işler yüklemeyin. Kadınlar hakkında Allah'tan korkun. Onlar sizin elinize düşmüş zavallılardır." (Sire-i Halebi, c.3, s.473)
Eşleri arasında adil davranmak, onlarla iyi geçinmek, gönüllerini hoş tutmak ona mahsus davranışlardandı. (Bu konuda inşallah ilerdeki incelemelerde bazı örnekler dile getirilecektir.) Dörtten çok kadınla evlenebilmek, tıpkı kesintisiz ve iftarsız bir kaç gün arka arkaya oruç tutmak gibi ona mahsus bir hükümdür ve ümmete yasak edilmiştir. İşte bu özellikler ve onların insanlar tarafından açıkça görülmeleri, aleyhinde kampanya yürütmek için sürekli fırsat kollayan düşmanlarını bu mesele yüzünden kendisine karşı çıkmaktan alıkoydu.
7- Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır; ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından, gerek çoğundan (fark etmez; onlar için) belli bir hisse vardır.
8- Miras taksiminde (mirastan payı olmayan fakir) yakınlar, yetimler ve düşkünler hazır bulunursa, bundan onları da rızıklandırın ve onlara güzel söz söyleyin.
9- Kendileri, geriye zayıf çocuklar bırakmış oldukları takdirde, onların durumundan korkacak olanlar, (yetimlere haksızlık etmekten) korkup titresinler. O hâlde Allah'tan korksunlar ve doğru söz söylesinler (doğru bir yöntem izlesinler).
10- Şüphesiz, haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler ancak, karınlarını ateşle doldururlar ve yakın bir zamanda alevlenmiş ateşte yanacaklardır.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Zemin hazırlayıcı bazı ön açıklamalardan sonra bu ayetler ile miras hükümlerinin ortaya konmasına başlanıyor. İlkönce miras hükümleri ile ilgili yasa niteliğinde genel mahiyette bir açıklama yapılıyor. Bunun sebebi ise, doğum ve akrabalık sabit olduktan sonra bazı akrabaların ve yakınların sürekli biçimde mirastan mahrum tutulamayacağını belirtmektir. Meselâ küçük yaştaki mirasçıların ve kadınların mirastan uzak tutulamayacakları vurgulanıyor. Buna ek olarak yetimlerin mirastan mahrum edilmesine ilişkin sakındırmaya yer veriliyor. Çünkü yetimi mirastan mahrum etmek, diğer mirasçıların onların mallarını haksızlıkla yemeleri sonucunu verir ki, yüce Allah bunu şiddetle yasaklıyor. Bunların yanı sıra ölünün mirası bölüşülürken orada bulunan ancak miras hakkına sahip olmayan akrabalara, yetimlere ve yoksullara bir şeylerin ikram edilmesine değiniliyor.
"Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır..." Ayetin orijinalinde geçen "nasib" kelimesi, pay ve hisse anlamına gelir. Kelimenin kökü, "ayakta tutmak" anlamına gelen "nasb" kelimesidir. Hisseye bu adın verilmesi, bölüşülen her payın, diğerine karışmaması için ayrılıp bir köşeye bırakılması itibarıyladır. Yine ayette geçen "tereke" ölünün arkasından kalan malı demektir. Sanki ölü onu bırakıyor ve ondan ayrılıyor. Dolayısıyla bu kelimenin bu anlamda kullanılması, istiare türü bir kullanımdır; ancak git gide bu anlamda kullanılması normalleşmiştir.
Yine ayetteki "ekrebûn" kelimesi, yakın akrabalar demektir. "Ekri-ba" ve "ululkurba" kelimeleri yerine bu kelimenin tercih edilmesi, bir şekilde mirasta ölçünün ölüye yakınlık derecesi olduğunu göstermeye delâlet etmesi içindir. Bu konu "Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz." (Nisâ, 11) ayeti incelenirken ele alınacaktır. Yine ayette geçen "farz" kelimesi katı bir şeyi kesmek, parçalarını birbirinden ayırmaktır. Dolayısıyla vacip anlamında kullanılır. Çünkü yerine getirilmesi ve ona boyun eğilmesi, tereddüde yer verilmeden belirlenmiş ve kesinlik kazanmıştır. 'Nasib-en mefruz' ise, kesinleşmiş, belirlenmiş pay demektir.
Bu ayette küllî bir hüküm veriliyor. Yükümlülerin zihinlerinde alışılmış olmayan yeni bir sistem ortaya konuyor. Çünkü İslâm'daki biçimi ile miras hükümleri, daha önce benzeri görülmemiş bir nitelik taşır. Daha önceki âdetlere ve geleneklere göre bazı mirasçılar mirastan mahrum edilirdi. Bu âdet insanlar arasında ikinci bir tabiat gibi kökleştiği için bunun tersine hükümler işitildiği zaman nefisler kabarır ve yalancı duygular harekete geçer.
İslâm buna hazırlık için ilk aşamada müminler arasında Allah için sevmeyi ve müminler arasında din için fedakârlığı pekiştirdi. Müminler arasında kardeşlik bağları kurdu. Sonra kardeşleri birbirine mirasçı yaparak eski miras geleneğini yürürlükten kaldırdı. Böylece müminlerin eski sisteme bağlılıkları gevşetildi, bu konudaki taassuptan sıyrılmaları sağlandı. Arkasından din güçlenip pekişince ululerham'ın (yakın akrabaların) mirasçı olabilmelerini yasallaştırdı. Bunu yaptığı zaman bu düzenlemeyi gayet olumlu biçimde kabul edecek sayıda mümin cemaat oluşmuştu.
Bu giriş nitelikli açıklamamızdan anlaşılıyor ki, bu ayetin geldiği nokta açıkça ifade etme ve her türlü tereddüdü ve şüpheyi ortadan kaldırma noktasıdır. Bu maksatla "Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır." ayetiyle genel kuralı ortaya koyuyor. Buna göre hüküm mutlaktır. Hiçbir durumla, sıfatla veya başka bir şeyle asla kayıtlı değildir. Tıpkı bunun gibi hükmün konusu olan erkekler kelimesi de geneldir, hiçbir bitişik kelime ile sınırlandırılmış değildir. Buna göre küçükler de büyükler gibi pay sahibidirler.
Yüce Allah arkasından "Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır." buyuruyor. Bu ifade de bir önceki cümle gibi geneldir, hiçbir sınırlama gölgesi taşımaz. Buna göre hiçbir sınırlama ve kayıtlama olmaksızın bütün kadınları içerir. "Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından..." ifadesinde zamir kullanılabileceği hâlde böyle yapılmayıp açık ifade tarzının seçilmesi, sarih ifadenin ve belirginleştirmenin hakkını tam olarak vermek içindir. Sonra "Gerek azından, gerek çoğundan (fark etmez)." denmekle hem açıklık amacı pekiştiriliyor, hem de miras payında azlık ve küçüklük yüzünden göz yummaya yer verilmemesi gerektiği vurgulanıyor. Sonunda "nasîb-en mefrûzen=onlar için belli bir hisse vardır." deniliyor. Bu, önceki "nasîb" kelimesinden hâldir, nasib pay anlamına gelse bile, onda mastar anlamı yatıyor. Bu ifade vurgulamayı pekiştirme ve belirginleştirmeyi artırma amacı taşır. Maksat miras paylarının kesin ve belirli olduklarını, karışıklığı ve belirsizliği kabul etmediklerini belirtmektir.
Bu ayet miras hükmünün, Peygamberimizin mirasını da içerecek şekilde genel olduğuna ve yine miras paylaşımında ta'sib yönteminin, yani paylarda eksilmeyi bütün paylara eşit şekilde dağıtım yapmanın doğru olmadığına delil gösterilmiştir.
"Miras taksiminde (mirastan payı olmayan fakir) yakınlar, yetimler ve düşkünler hazır bulunursa..." Ayetten anlaşıldığına göre pay sahibi olmayan kimselerin bölüşüm sırasında hazır bulunmaları demek, bazı tefsircilerin dedikleri gibi ölünün vasiyeti sırasında hazır bulunmaları değil, mirasçıların mirası bölüşmeye başladıkları sırada hazır bulunmaları demektir. Bu açıktır.
Buna göre buradaki akrabalardan maksat bu akrabaların fakir olanlarıdır. Onların yetimlerle ve yoksullarla bir arada sayılmaları da bunu gösterir. Ayrıca "bundan onları da rızıklandırın ve onlara güzel söz söyleyin." ifadesinin üslûbundan anlaşılan da budur. Bu üslûpta merhamet ve yumuşaklık çağrısı vardır. Buna göre bu ifadedeki hitap, ölünün velilerine ve mirasçılara yöneliktir.
Ayette sözü edilen 'rızk verme' zorunluluk mu, yoksa mendupluk mu ifade ettiği tartışma konusu olmuştur. Bu mesele bu kitabın çerçevesi dışında kalan bir fıkıh konusudur. Ayrıca bu ayet muhkem midir, yoksa miras ayeti ile neshedilmiş midir konusu da tartışılmıştır. Oysa bu iki ayet arasında çelişki yoktur. Çünkü miras ayeti mirasçıların paylarını belirlerken bu ayet başkaları hakkında farz veya mendup olan başka ve belirsiz ödemeye işaret ediyor. Buna göre ortada neshin gerekçesi yok. Özellikle bu verilecek malın, verilmesi, mendup kabul edilirse. Zaten ayetin zahirinden az çok bu ihtimal ortaya çıkıyor.
"Kendileri, geriye zayıf çocuklar bırakmış oldukları takdirde, onların durumundan korkacak olanlar..." Ayette geçen "velyahşe" kelimesinin kökü olan "haşyet" kelimesi, olmasından korkulan şeyin kalpte bıraktığı etkidir. Kelimede saygı ve yüceltme anlamı da vardır. [Korkulacak şey büyük bilinir.] Ayette geçen "sedid" kelimesinin aslı olan "sedad" söz hakkında kullanıldığında sözün doğru ve dürüst olması anlamına gelir.
Bu ayetle "Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır." ayeti arasında belirli bir bağlantının olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü genel olması ciheti ile küçük yaştaki yetimlerin miraslarını da içerir. O zaman küçük yaştaki vârisleri mirastan mahrum etme yolunu tutanlara yönelik bir tehdit amacı taşır. O takdirde "doğru söz söylesinler" ifadesi, mirastan mahrum etme tutum ve uygulamasından, yetimlere ve küçük yaştaki mirasçılara haksızlık etmekten uzak durmayı telkin eden kinayeli bir ifadedir. Söz deyip de bununla eylemi kastetmek Kur'an dilinde yaygın bir üslûptur. Çünkü söz ile eylem arasında ayrılmaz bir bütünlük vardır. Nitekim yüce Allah başka bir ayette "İnsanlara güzel söz söyleyin." (Bakara, 83) buyuruyor. Burada sözün yumuşaklık, güzellik gibi sıfatlarla değil de doğruluk ile sıfatlandırılmış olması da bu yorumu teyit eder. Çünkü sözün doğru olması demek, onun inanmaya ve ona göre hareket etmeye elverişli olmasıdır, yoksa insan onurunu ve şerefini korumaya elverişli olması değildir. [Nitekim bu, yumuşak ve maruf sözde geçerlidir.]
Her neyse, "Kendileri, geriye zayıf çocuklar bırakmış oldukları takdirde, onların durumundan korkacak olanlar..." ifadesi, bakımlarını üstlenerek zillete ve perişanlığa düşmelerini önleyecek velileri olmayan zayıf çocuklara merhamet ve şefkat etmeye yönlendirici temsili bir ifadedir. Ayetteki korkutma ve tehdit, sadece gerçekten güçsüz durumda çocukları olanlara mahsus değildir. Bunun delili "eğer geriye zayıf çocuklar bırakmış olsalar" ifadesindeki "lev=eğer" edatının yer alması ve ayette 'güçsüz çocuklarını bıraksalar' denmemiş olmasıdır. Tersine bu ifade durumu anlatan bir temsil, bir varsayım niteliğindedir. Maksat şudur: O kimseler ki, sıfatları arasında şu nitelikler vardır. Yani ana-babaları ölmüş yetimlere yönelik kalplerinde merhamet ve şefkat olanlar ve şu şu sıfatları taşıyanlar, işte onlar gerçek insanlardır, özellikle Allah'ın edebi ile edeplenmiş, O'nun ahlâkı ile ahlâklanmış Müslümanlardır. Bu ifade anlam bakımından şu demektir: İnsanlar yetimler konusunda çekinsinler, Allah'tan korksunlar. Çünkü bu yetimler üzerlerinde titrenmesi, durumları ile ilgilenilmesi ve kendilerine haksızlık edilmemesi bakımından kendi yetimleri gibidir. Bu ifade bizim 'Kim zilletten ve aşağılanmaktan korkuyor ise, çalışmakla meşgul olsun' dememiz gibidir ki herkes bu duruma düşmekten korkar.
Ayette insanlara merhamet ve şefkat göstermek değil, bunun yerine korkmak, Allah'tan çekinmek emrediliyor. Bunun tek sebebi, bu ifadenin tehdit amaçlı olmasıdır. Başkalarının yetimlerinin başlarına gelen haklarının çiğnenmesi ve mallarının haksız biçimde yenmesi gibi hâllerin öldükten sonra kendi yetimlerinin başlarına da geleceği, başkalarının yetimlerine yaptıkları haksızlıkların, arkada bırakacakları yetimlere geçeceği hatırlatılıyor.
"O hâlde Allah'tan korksunlar ve doğru söz söylesinler (doğru bir yöntem izlesinler)." Daha önce söylediğimiz gibi ayetin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla buradaki sözden maksat fiilî uygulamadır. Ama görüş anlamında olması da mümkündür.
Back | Index | Next |