Back | Index | Next |
Bu aksaklıkların ve noksanlıkların düşünce ve bazı yöntemler aracılığı ile telafi edilmesi ise, ne yazık ki mümkün değildir. Çünkü düşünce, hayatın diğer gerekleri gibi tekvinî bir araçtır. Tabiat onu doğal yoldan ve tekvin çığırından çıkan veya sapan unsurları tekrar tabiat çevresine döndürmek için kullanır. Yoksa onun fonksiyonu tabiatın ve yaratılışın çabasını boşa çıkarmak değildir. Eğer böyle olursa, kendisine yönelik kötülüğü savmak için insana vermiş olduğu kılıçla tabiatın kendisi öldürülmüş olur. Eğer tabiatın bir aracı olarak düşünce, tabiatın bir unsurunun bozulmasını desteklemek için kullanılırsa, o zaman bu doğal araç da diğer araçlar gibi bozuk ve fonksiyonundan sapmış hâle gelmiş demektir. Bundan dolayı görüyoruz ki, günümüzün insanı ne zaman toplumunu tehdit eden yaygın bir bozukluğu düşünce gücü ile düzeltirse, ondan daha acı ve dehşetli bir bozuklukla karşı karşıya geliyor ve böylece başındaki belanın yaygınlığı ve kapsamı artıyor.
Evet. Öylelerinden biri şöyle diyebilir: Psikolojik eylemler diye adlandırılan manevî sıfatlar, masallar çağının ve ilkellik döneminin kalıntılarıdır. Bunlar günümüzün gelişmiş insanının hayatı ile uyuşmaz. Bunlar iffet, cömertlik, hayâ, şefkat, doğruluk gibi sıfatlardır. Meselâ iffet, nefsin tabiatını arzuları konusunda sebepsiz yere kayıtlandırmaktır. Cömertlik, insanın mal biriktirmeye yönelik emeğini ve mal kazanma yolunda katlandığı sıkıntıları boşa çıkarmaktır. Üstelik yoksulu, çalışmada tembelliğe ve dilenmek için başkalarına el açma zilletine alıştırmaktır. Hayâ, insanı hakkını istemekten ve içindekileri açıklamaktan alıkoyan bir gemdir. Şefkat kalbi zayıflatır. Doğruluk gündelik hayatla bağdaşmaz. Bu tür sözler doğrudan doğruya sözünü ettiğimiz sapıklığın somut örneklerini oluşturur.
Böyle diyen kimse bilmiyor ki bu erdemler, insan toplumunun vazgeçilmez gereklerindendir. Öyle ki, eğer bu eylemler kökten ortadan kalksalar, insan toplumu artık bir saat bile toplum olarak yaşayamaz. Eğer bu hasletlerin ortadan kalkması, herkesin başkasının özel hakkına, malına ve ırzına saldırması, hiç kimsenin toplumun ihtiyaç duyduğu şeyleri karşılayacak cömertliğe yanaşmaması, hiç kimsenin uymak zorunda olduğu kanunları çiğnemekten tepki almaması, hiç kimsenin çocuklar ve benzerleri gibi acizlikleri kendi kusurlarından kaynaklanmayan âcizlere şefkat göstermemesi ve herkes herkese verdiği haberlerde ve vaatlerinde yalan söylemiş olması düşünülürse, insan toplumu anında dağılır.
Yukarıdaki sözleri söyleyen kimse bilmelidir ki, bu hasletler dünyadan göçmez ve göçmeyecektir. İnsan tabiatı, toplum hâlinde yaşama çağrısını sürdürdükçe bu hasletlere bağlı kalacak, onların hayatta kalmasını koruyacaktır. Bütün mesele, bu hâletlerin tabiatın ve yaratılışın insanı mutlu hayata çağıran mesajı ile uyuşacak şekilde düzenlenmeleri ve dengelenmeleridir. Eğer günümüzün gelişmiş toplumlarında egemen olan hasletler, gerektiği gibi dengelenmiş insanî erdemler olsalardı, toplumu kargaşa ve mahvolma tehlikesi ile karşı karşıya getirmez ve insanları güven, huzur ve mutluluk içinde istikrarlı bir hayata kavuştururdu.
Şimdi de asıl inceleme konumuza dönerek şöyle diyoruz: Daha önce söylediğimiz gibi, İslâm eşleşmeyi doğal yerine koyarak nikâhı emretti ve zinayı, serbest ilişkiyi yasakladı. Eşleşme ilişkisini de ayrılabilme esasına yani boşanabilme esasına dayandırdı. Ayrıca açıklanacağı üzere bu ilişkiyi genelde özgü kılma ilkesi üzerine kurdu. Yine bu bir araya gelme akdini, çocuk doğurma ve yetiştirme esasına dayandırdı. Nasıl ki Peygamberimiz (s.a.a) meşhur bir hadisinde "Evlenin, üreyin ve çoğalın..." buyuruyor.
2- Erkeğin Dişiye Üstünlüğü
Eğer hayvanlar arası cinsel ilişki konusunu irdelersek, erkeklerin bu alanda dişilere egemen olduklarının belirtilerini görürüz. Bakıyoruz ki, bu hayvanlarda erkek kendini cinsel organın yetkilisi ve dişinin efendisi olarak görüyor. Bu yüzden erkek hayvanların dişi üzerinde çatıştıklarını, kavgaya giriştiklerini görürüz. Ama bunun tersi olmuyor. Yani dişiye bir erkek ilgi gösterince bu yüzden başka bir dişi ona saldırmıyor. Hep bunun tersi görülüyor. Yine insandaki kadın-kız istemeye benzer girişimleri dişiler değil, erkek hayvanlar başlatıyor.
Bunun tek açıklaması şudur: Hayvanlar içgüdüsel olarak erkeklerin bu işte aktif ve egemen, dişilerin ise pasif ve boyun eğici olduğunu anlıyorlar. Bu husus ve erkeklerin, dişilerin isteklerine ve arzularına olumlu karşılık vermeleri hususu, iki farklı şeylerdir. Çünkü bu tutum aşkın ve şehvetin gereklerini gözetmeye, daha çok haz almayı sağlama amacına dayanıyor. Ama sözünü ettiğimiz bir tür üstünlük ve egemenlik, erkekliğe ve tabiatın emrini yerine getirmeye dayanıyor.
Şiddetin ve aktifliğin erkek kesiminde, yumuşaklığın ve pasifliğin dişi kesiminde gerekliliğine bütün milletler az çok inanır. Öyle ki bu inanç, çeşitli dillere yansımıştır. Bunun ifadesi olarak bütün sert, zor boyun eğen nesneler erkek ve yumuşak, kolay denetlenebilen bütün nesneler de dişi olarak adlandırılır. Meselâ Arapça'da keskin demire erkek demir, keskin kılıca erkek kılıç, sert bitki ve yere erkek bitki ve erkek yer denir. Böyle örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Bu durum insan türü için de geçerlidir. Genellikle değişik toplumlarda ve farklı milletlerde görülür. Ama kiminde çok, kiminde az görülebilir.
İslâm, yasama sisteminde bu gerçeği göz önünde bulundurmuştur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğer bir kısmından (akıl ve vücut açısından) üstün kılması... için erkekler kadınların yöneticisidirler." (Nisâ, 34) Bunun sonucu olarak erkek kadını yatağa çağırdığında bu çağrıya mümkün olduğu takdirde olumlu karşılık vermesi gerektiğini vurgulamıştır.
3- Çok Kadınla Evlilik
Çeşitli hayvan türlerinde tek evlilik ve çok evlilik meselesi belirgin değildir. Yuva birliği esasına göre yaşayan hayvanlarda tek eşlilik uygulaması geçerlidir. Çünkü bu tür hayvanlarda erkek yuvayı yönetmekle, yavruları koruyup büyütmekle yeterince meşgul olduğu için başka dişilerle ilgilenmeye fırsat bulamıyor. Yalnız yuva yapımı, yönetimi ve yavruya bakma yükümlülüğü alanındaki şartlar değişince, yani evcilleşme, insan tarafından eğitilme ve sorunlarının üstlenilmesi söz konusu olunca, bu hayvanların erkekleri ve dişileri arasındaki durum değişiyor. Bu durum horozlarda, tavuklarda, güvercinlerde vb. hayvanlarda açıkça görülür.
İnsanlarda çok kadınla evlenmek Mısır, Hintliler, Çinliler, Farslar hatta Romalılar ve eski Yunanlılar gibi çok sayıda millette geçerli olan bir gelenekti. Bu milletler çoğu kere evlerindeki tek eşlerine tenha kalmamaları için hizmetçi eklerlerdi. Hatta Yahudiler ve Araplar gibi bazı milletlerde bu iş belirli sayıda son bulmazdı. Onların kimi erkekleri bazen on, yirmi ve daha çok sayıda kadınla evlenirlerdi. Meselâ söylendiğine göre Kral Süleyman yüzlerce kadınla evlenmişti.
Çok eşlilik, çoğunlukla kabilelerde ve onlar gibi yaşayan köylerde ve dağlık yörelerde görülürdü. Çünkü bu tür yerleşim birimlerinde aile reislerinin kalabalık sayıda insana şiddetle ihtiyacı olurdu. Böyle yerlerde yaşayan ailelerin reisleri çok evlilik yaparak çok doğum yaptırarak çok erkek evlat sahibi olmak isterlerdi. Böylece hem yaşama tarzlarının gereği olan savunma işini kolaylaştırırlar, hem de çok sayıdaki çocuklarından kavimlerinde lider olabilmenin bir aracı olarak yararlanırlardı. Üstelik çok evlilik onlara hısımlık yolu ile çok sayıda akraba kazandırırdı.
Bazı ilim adamları kabilelerde ve köylerde çok evliliğin temel faktörü olarak bu yerleşim birimlerinde yük taşımak, çobanlık, su taşımak, avcılık, yemek pişirmek, dokumacılık gibi çok sayıda iş türünün varlığını kabul ederler. Bu genelde doğrudur. Fakat bu tür yerlerde yaşayan insanların manevî niteliklerini irdelediğimizde bu işlerin onlar için ikinci derecede önem taşıdığını görürüz. Bizim söylediğimiz faktörün bedeviler için öncelikli ve doğrudan amaç olduğu görülür. Ayrıca eskiden çok sayıda oğul sahibi olmak iddiasının ve evlat edinmenin aralarında yaygın olması bu amacın uzantılarındandır.
Üstelik bu milletlerde çok eşlilik geleneğinin geçerli olmasının bir başka temel faktörü de vardı. Bu faktör kadınların ihmal edilmeyecek oranda erkeklerden çok olmaları idi. Çünkü kabile hayatı yaşayan bu milletlerde savaşlar, saldırılar, ölümler ve kırımlar çok ve sürekli idi. Bu ölümler erkekleri yok ederek kadınların sayısını yüksek oranlara çıkartırdı. Bu fazlalık o kadar büyük olurdu ki, çok eşlilik olmadan doğal ihtiyacı giderme imkanı olmazdı. Bu faktörü de göz ardı etmemek gerekir.
İslâm tek kadınla evlenmeyi yasallaştırdı. Birden çok evliliğe dörde kadar izin verdi. Ama bu izni eşler arasında adaleti gerçekleştirme şartına bağladı. Bunun yanı sıra çok eşliliğin beraberinde getireceği bütün sakıncaların giderilmesini istedi. Bu sakıncalara ilerde değineceğiz. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kadınların lehine de aleyhlerindeki maruf hakka denk bir hak vardır." (Bakara, 228)
Çok evlilik hükmüne karşı bazı itirazlar yapılmıştır:
1- Bu gelenek toplumda kötü etkiler bırakır. Çünkü kadınların kalplerindeki duyguları zedeler, ümitlerini kırar, içlerindeki sevgi ateşini söndürür, sonuçta sevgi duygusu, intikam duygusuna dönüşür. Bu yüzden ev işlerini ihmal ederler. Çocuk yetiştirme görevini ağırdan alırlar. Kendilerine yapılan kötülüğün aynısı ile erkeklere karşılık verirler. Bunun sonucunda zina, fuhuş, mala ve ırza karşı ihanet yaygınlaşır. Toplum kısa sürede çökmekle karşı karşıya kalır.
2- Çok evlilik herkesin gözlemlediği tabiat eylemine ters düşer. Çünkü milletlerden ve kuşaklardan elde edilen istatistik veriler, kadın ve erkek kesiminin sayıca yaklaşık olarak eşit olduğunu ortaya koyuyor. Buna göre tabiatın öngördüğü düzen bir erkeğe bir kadının düşmesidir. Bunun tersi tabiatın amacına ters düşer.
3- Çok evlilik yasası erkekleri azgınlığa ve şehvet düşkünlüğüne teşvik eder ve bu, içgüdünün toplumda güçlenmesini sağlar.
4- Çok eşlilik yasası toplumda kadının değerini erkek karşısında dörtte bire düşürür. Bu da miras ve şahitlik gibi konularda iki kadını bir erkeğe eşit sayan İslâm anlayışına göre bile haksız bir değerlendirmedir. Bu anlayış bir erkeğin dört kadınla değil, iki kadınla evlenmesini caiz görmeyi gerektirir. Buna göre dört kadınla evlenmeyi caiz saymak, her hâlükarda gerekçesiz olarak adaletten sapmaktır.
Bu itirazlar ya Hıristiyanlar tarafından veya toplumda kadınlar ile erkeklerin eşit haklara sahip olduğunu savunan ve bu konuda Hıristiyanların görüşlerini onaylayan uygarlar tarafından ileri sürülmüştür.
İlk sorunun cevabı, daha önceki incelemelerde birçok kez verildi. O cevap şudur: İslâm, toplumun yapısını duygular üzerine değil, akla dayalı bir hayat üzerine kurdu. İslâm'a göre toplumsal geleneklerde duyguların körüklemelerine, heyecanların sürüklemelerine değil, aklın gösterdiklerine uyulur.
Bu tercihte heyecanları ve ince duyguları öldürmek, ilâhî yetenekleri ve tabiî içgüdüleri ortadan kaldırmak yoktur. Manevî sıfatların, heyecanların, iç duyguların, eğitimin ve âdetlerin değişmesi ile nicelik ve nitelik bakımından değişecekleri psikolojik araştırmaların ortaya koyduğu kesin bir gerçektir. Tıpkı bunun gibi, Meselâ doğuda beğenilen birçok edep kuralı ve gelenek batılılar tarafından hor görülür. Bunun tersi de doğrudur. Her millet bazı edep kuralları ve gelenekler bakımından başka bir milletten mutlaka farklıdır.
İslâm'daki dinî terbiye, kadına bu tür uygulamalardan duyguları zedelenmeyecek bir kişilik kazandırır. Evet. Yüzyıllardan beri tek eşliliğe alışmış, nesiller boyunca bu telkinle yetişmiş olan batılı kadının ruhunda çok eşliliğe karşıt bir nefsanî duygu kökleşmiştir. Bunun delillerinden biri, günümüzün uygar(!) milletlerinde erkekler ile kadınlar arasında yayılan feci cinsel başıboşluktur.
Onların erkekleri canlarının her çektiği ile ve onları arzulayan her kadınla kendilerini tatmin etmiyorlar mı? Akraba ve akraba olmayan, bakire ve bakire olmayan, evli ve evli olmayan ayırımı yapıyorlar mı? İnsan şöyle bir bakınca onların binde birinin bile zinaya bulaşmadığını göremiyor.
Bu konuda kadınlar da erkekler de aynıdır. Erkekler bununla da yetinmeyerek erkek erkeğe cinsel ilişkiye girişiyorlar. Öyle ki çok az erkek bu pis ilişkiye bulaşmamıştır. İş o raddeye vardı ki, yaklaşık bir yıl kadar önce erkek erkeğe cinsel ilişkiyi serbest hâle getirmek amacı ile İngiliz Parlamentosuna bir kanun tasarısı sunuldu. Ancak bu tasarı, söz konusu kötü alışkanlık kanunsuz olarak aralarında yaygınlaştıktan sonra gerçekleşti. Kadınlara, özellikle bakirelere ve kocasız genç kadınlara gelince, onların durumu erkeklerinkinden daha garip ve daha iğrençtir.
Gerçekten şaşılacak bir durumdur! Bütün bu iğrençlikleri kocalarında gören batılı kadınlar acaba nasıl üzülmezler, sıkıntıya düşmezler, kalpleri kırılmaz, duyguları zedelenmez? Bir erkek düşünün, bir kızla evleniyor ve gerdek gecesi bakıyor ki eşi kız değil, dulmuş ve beraber olduğu erkeklerin sayısı da birle, iki ile sınırlı değil. Böyle bir erkeğin duyguları ve heyecanları nasıl zedelenmiyor. Tersine bu erkek, arkadaşları arasında hanımefendinin erkeklerin ilgisini üzerinde yoğunlaştırmış olmasından ve onlarca, yüzlerce erkeğin onunla yatabilmek için birbirleri ile yarıştıklarından iftihar ediyor! Bunun tek anlamı şudur: Bu iğrençlikler, aralarında tekrarlanmış ve cinsel başıboşluk nefislerinde yer tutmuş. Öyle ki yadırganmayan köklü bir alışkanlık hâline geldiği için heyecanlar ve duygular ona karşı gelmiyor, vicdanlar ondan tiksinmiyor. Bu durum şunu gösteriyor: Mevcut gelenekler duyguları ve heyecanları kendileriyle uyum sağlamaya ve kendilerine ters düşmemeye yönlendirirler.
Yukarıdaki itirazların sahipleri çok evliliğin kadınların ev işlerini ihmal etmelerine, çocuk bakımını ağırdan almalarına, zinanın ve ihanetin yaygınlaşmasına yol açacağını ileri sürüyorlar. Oysa yaşanan tecrübeler, bunun tersini ortaya koyuyor.
Bu hüküm İslâm'ın ilk döneminde uygulandığı hâlde hiçbir tarih uzmanı o dönemde bu uygulama sebebi ile toplumda bir duraklama, bir aksaklık meydana geldiğini iddia edemez. Hatta durum tam tersine olmuştur.
Üstelik, İslâm toplumunda ve diğer toplumlarda ilk eşin üzerine kendileri ile evlenilen kadınlara, yani ikinci, üçüncü ve dördüncü eşlere bir bakalım. Onlarla yapılan evlilikler kendilerinin rızaları ve istekleri ile oluyor. Onlar da o toplumun kadınlarıdır. Erkekler onları başka toplumlardan cariye olarak almadılar. Onları evlenmek için başka dünyadan getirmediler. Tersine onların kendileri çeşitli sosyal sebeplere bağlı olarak bu tür evliliği istediler. Demek ki, kadın tabiatı çok evliliğe karşı değildir.
Bu işlem onlar için kalp kırıcı da değildir. Böylesine bir kırgınlık oluyorsa, bu ilk eş olmanın gereklerinden veya arızî sonuçlarından biridir. Yani tek başına kocasına sahip olan kadın, üzerine ve evine başka bir kadının gelmesini istemez. Kocasının bundan yüz çevireceğinden, başka bir kadının buna reis kesilmesinden, çocuklar arasında anlaşmazlık çıkacağından ya da bu tür başka gerekçe ile birden çok evliliği istemez.
Demek ki ilk eş, eğer çok evliliğe razı olmuyor ve kırılıyorsa bunun kaynağı, erkeğine tek başına sahip olmak arzusu gibi arızı bir durumdur, yoksa doğal bir içgüdü tepkisi değildir.
İkinci itirazın cevabına gelince, tabiatın erkek ve kadın sayısını eşit tuttuğunu dayanak olarak kabul etmek bir kaç yönden yanıltıcıdır.
1- Bunlardan biri şudur: Evlilik meselesi sadece bu söylenen faktöre dayanmaz. Evliliği etkileyen başka faktörler ve şartlar vardır. Her şeyden önce, evlenmeye ilişkin fikrî olgunluk ve hazırlanma, kadınlarda erkeklerden daha çabuk, daha erken yaşlarda meydana gelir. Özellikle sıcak iklimin egemen olduğu bölgelerde dokuz yaşını dolduran kızlar evlenmeye elverişli hâle gelirken, erkekler çoğunlukla on altı yaşından önce evlenmeye hazır olmazlar. (İslâm, bu yaşı evlenme yaşının başlangıcı olarak kabul etmiştir.)
Bunun delillerinden biri uygar milletlerin genç kızları arasında görülen uygulamadır. Bu kızların arasında kanuni bulûğ yaşına kadar bakire kalanlar çok azdır. Bunun tek açıklaması şudur: Tabiat bu genç kızları erkek akranlarından önce evliliğe hazırlamıştır.
Bu özelliğin gereği olarak herhangi bir kavmin on altı yıllık doğumlarını ele alalım ve bu kavimde kadınlar ile erkelerin sayısını eşit farz edelim. Bu kavimde evlenecek yaştaki erkekler, erkeklerin normal bulûğ çağı olan on altı yaşında doğanlar olurken evlenecek kadınlar yedi yıl boyunca doğanlar olur.
Erkekler için olgunluk yaşı olan yirmi beş yıl süresinde doğanları göz önüne alırsak, evlenecek yaştaki erkeklerde on yıllık bir birikim meydana gelirken kadınlarda on beş yıllık bir birikim meydana gelir. Eğer bu rakamların ortalama oranını alırsak, tabiat eyleminin sonucu olarak her erkeğe iki kadın düşer.
İkinci olarak; eldeki istatistik verilere göre, kadınlar erkeklerden daha uzun ömürlü oluyor. Bunun gerektirdiği sonuca göre ölüm yaşı, çok sayıdaki kadının karşılığında erkek bırakmıyor.[9]
Üçüncü olarak; gebe bırakma ve doğurtma özelliği erkeklerde kadınlardan daha uzun sürelidir. Kadınlarda çoğunlukla elli yaşında hamile kalma özelliği sona eriyor. Oysa erkeklerde hamile bırakma özelliği, uzun yıllar varlığını sürdürüyor. Bu kabiliyet kimi zaman erkeklerin doğal ömrü olan yüz yaşın bütünü boyunca devam ediyor. Bu durumda erkeğin yaklaşık seksen yıl olan doğurtabilme süresi, kadının yaklaşık kırk yıl süren doğurganlık yaşının iki katı oluyor.
Bu gerekçe bir önceki gerekçeye eklenince şu sonuç çıkıyor: Tabiat ve yaratılış, erkeğe birden çok kadınla evlenmeyi serbest bırakıyor. Tabiatın, bir taraftan doğurtma gücünün şartlarını hazırlaması, diğer taraftan da çocuk edinmeyi engellemesi anlamsızdır. Böyle bir şey, mevcut sebep ve neden geleneği ile bağdaşmaz.
Dördüncü olarak; savaş, öldürmeler vb. gibi toplumun fertlerini yok eden olaylar karşılaştırılmaz oranda erkekleri kadınlardan daha çok yok ediyor. Daha önce belirttiğimiz gibi bu gerçek, kabilelerde çok eşliliğin yaygın oluşunun en güçlü faktörlerindendi. Bu olayların dul ve kocasız bıraktığı kadınlar, kaçınılmaz olarak ya çok eşliliği kabul edecekler veya zina edecekler yahut da bünyelerinde varolan cinsel gücü işlevsiz ve tatminsiz bırakacaklar.
Bu satırların yazılmasından bir kaç ay önce Batı Almanya'dan gelen bir haber bu gerçeği teyit ediyor. Haber şudur: Kocasız kadınlar derneği, erkeksizliğin kendilerine verdiği sıkıntıyı dile getirerek hükümetlerinden kendilerine İslâm'daki çok eşliliği uygulama serbestisi tanınmasını istediler. İsteyen erkeğin birden çok kadınla evlenebilmesini ve bu yolla cinsel mahrumiyet probleminin çözülmesini talep ettiler. Fakat hükümetleri bu isteğe olumlu cevap vermedi. Alman Kilisesi de bu öneriyi kabul etmedi. Böylece Kilise, zinanın yayılmasına ve bu yüzden neslin bozulmasına razı oldu.
2- Bu konudaki ikinci nokta şudur: Söylediğimiz gerçekleri göz ardı ederek tabiatın erkek ve kadın sayısını genelde eşit tuttuğu şeklindeki delile sarılmak, toplumdaki her erkeğin sayısı dörde kadar varan kadınla evleneceği farz edilirse yerinde olur. Fakat tabiat bütün erkeklere bu imkanı tanımıyor. Bu uygulamadan doğal olarak erkeklerin tümü değil, bazıları yararlanabiliyor. İslâm çok eşliliği farz ve vacip biçiminde yasallaştırmış değildir. İslâm bu uygulamayı eşleri arasında adaleti sağlayabileceğine güvenen erkeklere mubah kabul etti. Bu hükmün sıkıntı veya kargaşa getirmediğinin en açık delili, bu geleneğin gerek Müslümanlar arasındaki uygulanışı sırasında ve gerekse bunu benimseyen diğer milletlerin hayatında kadın kıtlığı veya yokluğu gibi bir sıkıntıya yol açmamış olmasıdır. Tersine çok eşliliğin yasaklandığı ülkelerde binlerce kadın kocadan ve aile yuvasından mahrum kalarak zina ile yetinmişlerdir.
Back | Index | Next |