Back | Index | Next |
"Aralarında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, o hâlde (yalnız) biriyle (evlenin)." Bu ifadenin anlamı, bir kadın ile evlenin, daha fazlasına kalkışmayın demektir. Yüce Allah tek kadınla evlenmeyi, adaleti sağlayamama bilgisine değil, korkusuna bağlıyor. Çünkü nefsin kışkırtma ve aldatmasının açıkça etkili olduğu bu tür konularda çoğunlukla kesin bilgi elde edilmez. O zaman beklenen fayda sağlanamaz.
"veya sahip olduğunuz ile yetinin." Bu ifade ile, cariyeler kastediliyor. Yani eşleri arasında adil davranamayacağından çekinen kimse, tek bir eşle evlenmelidir. Eğer daha çoğunu isterse, cariyelere yönelmelidir. Çünkü erkekler için cariyelerle yatmakla ilgili, eşitliği gözetme kuralı konmamıştır. Buradan şu husus ortaya çıkıyor ki ayetin amacı, cariyelere zulüm ve haksızlık etmeyi caiz sayarak onlara yönelmeyi teşvik etmek değildir. Çünkü Allah zalimleri sevmez ve asla kullarına zulmetmez. Fakat onlar hakkında yatma hususunda eşitliği gözetme şartı aranmadığı için onlarda adaleti uygulamak daha kolaydır. Bu incelik yüzünden, "sahip olduğunuz" ifadesinin zikredilmesi ile, cariye olarak onları almakla yetinmek ve cariye olarak onlarla birleşmek kastedilmiştir. Yoksa dört tanesi veya daha fazlasıyla evlenmek kastedilmemiştir. Çünkü onları nikâhlama konusuna bu surenin yirmi beşinci ayetinde değinilecektir: "İçinizden inanmış hür kadınlarla evlenmeye (malî açıdan) gücü yetmeyen kimse, (siz Müslümanların) sahip olduğunuz inanmış cariyelerinizden evlensin..."
"Adaletten ayrılmamanız için en uygun olan, budur." Ayetin orijinalinde geçen "teûlû" kelimesinin kökü olan "avl" meyletmek, sapmak demektir. Yani bu yol, yasalaştırılmış şekliyle adaletten sapıp onlara haksızlık etmemenizin en kestirme yoludur. Kimileri buradaki "avl" kelimesinin yük ve ağırlık anlamına geldiğini söylüyorlar ki, bu anlam ayete hem kelime, hem içerik bakımından yabancıdır. Şer'î hükmün hikmetini içeren bu cümlenin ayette yer alması, nikâh hükümlerini koymada adalet, doğruluktan sapmama ve hakları çiğnememe esasına dayanıldığını gösteren bir delildir.
"Kadınların mehirlerini (Allah tarafından) bir bağış olarak verin." Ayetin orijinalinde geçen "sadukat" ve aynı şekilde "sadeka" ve "sadak" kelimeleri, mehir demektir. "Nihlet" kelimesi ise, bedel karşılığı olmayan bağış demektir. Ayetteki "sadukat" kelimesinin 'hunne=kadınların' zamirine izafe edilmesi [ve "mehirlerini" denilmesi] şuna delildir: Mehir vermenin gerekliliğine dair hüküm vermek, halk arasındaki evlilik geleneğine dayanır. Bu geleneğe göre, evlenirken kadınlara belirli bir malı veya değeri olan bir şeyi mehir olarak ayırmak gerekir. Bu mehir sanki satın alınan bir malın karşılığı gibidir. Çünkü, halk arasında evlenmek isteyen erkeğin kadına talip olması âdettir. Bu konu ilerdeki ilmî araştırma bölümünde ele alınacaktır. Erkek kadını ister. Tıpkı bir müşterinin eşya alması için bedeliyle satıcıya gitmesi gibi. Her neyse. Bu ayet halk arasındaki bu geleneği onaylıyor.
Her hâlde kadının rızası ile bile olsa erkeğin mehir üzerinde asla tasarrufta bulunamayacağı vehmi vardır ki, bu cümlenin hemen arkasından "Fakat onlar gönül hoşluğu ile onun bir kısmını size bağışlarlarsa, onu afiyetle yiyin." buyrulmuştur. Bu arada mihrin bir bölümünü yiyebilmenin gönüllü olarak bağışlama şartına bağlanması, hükmün aslını içeren cümleyi tekit ettiği gibi bu hükmün (yiyin) teklifi [gerekliliği ifade eden] bir hüküm değil, vaz'î bir hüküm olduğunu da gösteriyor.
Ayetteki "henien" kelimesinin kökü olan "hena'" kelimesi, kolay sindirme ve bünyenin kabul etmesi anlamını taşır ve yiyecekler için kullanılır. Bir de buna benzer ve 'reyy' kökünden türemiş 'meriy' kelimesi vardır. 'Heniy' kelimesi nasıl yiyecekler için kullanılıyorsa 'meriy' kelimesi de içecekler için kullanılır. Yalnız 'hena' kelimesi hem yiyecekler hem de içecekler için birlikte kullanılabilir. Fakat 'henien, merien' denince 'henien' yiyeceklere, 'merien' de içeceklere mahsus olur.
"Allah'ın sizin için geçim kaynağı ve yaşayış vesilesi kıldığı mallarınızı beyinsiz (yetimlere) vermeyin..." Ayetin asıl metninde geçen "sufeha" kelimesinin kökü olan "sefeh" kelimesi, akıl hafifliği demektir. Öyle sanıyorum ki asıl anlamı, hafif olması normal olmayan şeylerin hafifliğidir. Buna örnek olarak "ez-zimam-us sefih=sefih dizgin" yani çok dalgalanan dizgin deyimi vardır. Ayrıca kötü dokunmuş anlamına gelmek üzere "sevb-un sefih=sefih elbise" denir. Fakat sonraları daha çok nefis hafifliği anlamında kullanılmıştır ve maksatlara göre anlam farklılığı göstermiştir. Meselâ dünya işlerinde ağırlıklı görüşü olmayanlara 'sefih' dendiği gibi fasıklar ve dinî kuralları umursamayanlara da "sefih" denmiştir. Buna benzer ayrı kullanımları da vardır.
Ayetin zahirinden anlaşılan şudur: Beyinsizlerin eline fazla mal verilmesi, onlara geçimleri için gerektirdiğinden fazla kaynak aktarılması yasaklanıyor. Ancak bu ayetin velilerin yönetimi ve değerlendirmesi altında bulunan yetim mallarından söz edilen bir bağlamda ele alınmış olması, buradaki beyinsizlerden yetim aptalların kastedildiğine ve ayrıca "mallarınız" ifadesi ile aslında beyinsizlerin malları kastedildiğine dair belirleyici ipucudur. Bu malın velilere izafe edilmesi bir tür ilgi gerekçesi iledir. "O malların geliriyle onları besleyin, giydirin." ifadesi de bunu gösterir. Ancak eğer ayetin yetim olmayan diğer beyinsizlerin durumunu açıklamasına kesin gözle bakılırsa, o hâlde " beyinsizler" ifadesinin yetim olan ve olmayan bütün aptalları kapsamına aldığını söylemek gerekir; ama ilk ihtimal daha güçlüdür.
Her neyse, eğer beyinsizlerden aklı ermez yetimler kastedildiğini söylersek, o hâlde "mallarınız" ifadesinden "yetimlerin malları" kastedilmiş olur. Kendilerine hitap edilen velilere izafe edilmiş olması ise, şu hususu vurgulamak içindir ki aslında dünyadaki malın ve servetin tümü, dünyadakilerin hepsine aittir. Bir kısım malın toplumdaki bazı fertlere tahsis edilmesi ve bir başka malın başka fertlerin eline verilmesinin sebebi, mülkiyetin ve mal tahsisinin temel dayanağı olan kamu yararıdır. İnsanların bu gerçeğin bilincinde olmaları, tümü ile bir toplum olduklarını ve malların bütünü ile toplumlarına ait olduğunu bilmeleri ve bu gerçeği oluşturmaları gerekir. İnsan toplumundaki herkesin dünya malını kayırması, koruması, onun aptalların israfları ile kaybolmasına meydan vermemesi, onu çocuklar ve deliler gibi mal yönetimini beceremeyenlerin yönetimine bırakmaması herkesin görevidir. Bu ayetteki izafet bu surenin yirmi beşinci ayetindeki, yani "İçinizden inanmış hür kadınlarla evlenmeye (malî açıdan) gücü yetmeyen kimse, sahip olduğunuz inanmış cariyelerinizden evlensinler." ayetindeki izafet gibidir. Bu ayetteki "feteyat=cariyeler" kelimesinden, evlenmek isteyen erkeğin sahip olduğu cariyelerin kastedilmediği bilinmektedir.
Bu ayet topluma yönelik bir genel hükmü açıklıyor. Bu hüküm şudur: Toplum tek bir kişiliğe sahiptir. Onun ayakta durmasını sağlayan ve geçimini sağlayan malın tümü, ona aittir. Sonuçta toplumun bunu yönetmesi, iyi kullanması, nemalandırması, ekonomik ve dengeli biçimde ondan geçimini sağlaması, onu kayıplardan ve yolsuzluklardan koruması gerekir. Bu temel ilkenin ayrıntılarından biri şudur: Velilerin, aklı ermezlerin gözetimini üstlenmeleri gerekir. Buna göre, onlara kendi mallarını verip gereksiz yerlerde harcanmalarına meydan vermemeleri, bunun yerine o malları ellerinde tutup iyi kullanmaları; kazanç, ticaret ve her türlü gelir sağlama yolu ile onu çoğaltmaları, aslına dokunmadan kârından ve nemasından beyinsizlerin masraflarını karşılamaları gerekir. Böylece malın yavaş yavaş tükenmesini ve aklı ermezlerin yoksulluğa ve perişanlığa mahkum olmalarını önlemiş olurlar.
Bundan şu husus ortaya çıkıyor ki, "O malların geliriyle onları besleyin, giydirin" ifadesinden maksat, yetimlerin mallarının aslı ile değil; neması ile, kazancı ile, kârı ile masraflarının karşılanmasıdır. Yoksa eğer malın aslı olduğu gibi tutulur da çalıştırılmaz, piyasada işletilmez ise günün birinde biter. İşte ayetin aslında "minha=ondan" kelimesinin değil de "fiha=onda" kelimesinin kullanılmasındaki incelik budur. Tefsir âlimi Zemahşer'î de bu inceliğe dikkat çekmiştir.
Bu ayete dayanarak ekonomik denetim altına alınanlara ilişkin veliliğin genel nitelikli olduğunu ve onların bütün işlerini kapsadığını söylemek uzak bir ihtimal değildir. Şu gerekçe ile ki, yüce Allah bu tür kimselerin durumunun ihmal edilmesine razı olmaz. Tersine, İslâm toplumu bunların durumunu üstlenmelidir. Eğer ortada baba, dede gibi aileden bir veli varsa bu sorumluluğu üstlenip gerekenleri yapmak ona düşer. Yoksa fıkıhta ayrıntılarıyla yapılan açıklamalara göre İslâm hükümeti veya müminler bu görevi üstlenmelidirler.
İslâm ve toplumsal mülkiyet
Bu, Kur'an'da açıklanan bir gerçek, önemli birçok İslâm hükmünün ve kanunun temel dayanağıdır. İncelemekte olduğumuz ayetten çıkan şu anlamı kastediyorum: Malın gerçek mülkiyeti Allah'a aittir. O, onu insan toplumunun ayakta durmasının ve geçiminin kaynağı yaptı. Allah bu malı hiç kimseye değişmez biçimde vakfetmemiş, hiçbir ferde şeriatın tasarruf yetkisini ortadan kaldıracak şekilde bağışlamamıştır. İslâm bu ilkeyi ortaya koyduktan sonra topluma verilmiş malın yasalaştırılmış birtakım örneğin miras, mülk edinme ve ticaret gibi ilişkiler uyarınca şahıslara tahsis edilmesine izin verdi. Şahısların mal üzerinde tasarrufta bulunabilmeleri için de akıllı olmak ve bulûğ çağına girmiş olmak gibi birtakım hususları şart koştu.
Hep gözetilen ve ayrıntılarının değerlendirilmesi için dayanak kabul edilen değişmez ilke, malın tümünün kamuya ait olmasıdır. Özel menfaatler, topluma yönelik kamu çıkarının korunduğu ve toplumsal çıkarlarla çatışmadığı takdirde gözetilir. Eğer çatışma ve kamu yararının zedelenmesi söz konusu olursa, öncelik hiç tereddütsüz kamu yararınındır.
İslâm'da bu temel ilkeden infak kuralları ve muamelat hükümlerinin çoğu gibi birçok önemli teferruat çıkar. Yüce Allah bu temel ilkeyi Kur'an'ın birçok yerinde teyit ediyor. Nitekim şöyle buyuruyor: "Allah yeryüzündeki her şeyi sizin için yarattı." (Bakara, 29) Bakara suresindeki infaka ilişkin ayetleri incelerken bu konuda epeyce açıklama yaptık. Oraya başvurabilirsiniz.
* * *
"O malların geliriyle onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin." "Sen dilediğine karşılıksız rızık verirsin." (Âl-i İmrân, 273) ayetini incelerken rızkın anlamı hakkında yeteri kadar açıklama yapmıştık.
"O malların geliriyle onları besleyin, giydirin" ifadesi, anlam bakımından "Onların (annelerin) yiyeceği ve giyeceği... çocuk kendisinin olana (babaya) aittir." (Bakara, 233) ayeti gibidir. Dolayısıyla bu ayetlerde geçen 'rızk' kelimesi insanın beslenmesini sağlayan maddeler, 'kisve' kelimesi ise, insanın sıcaktan ve soğuktan korunması için giydiği şeyler demektir. (Yalnız Kur'an terminolojisine göre rızk ve kisve, bizim dilimizdeki kisve ve nafaka gibidir.) Bu kelimeler kinaye yolu gibi insanın maddî ve hayatî bütün ihtiyaçlarını karşılayan imkanların tümünü içeren ifadelerdir. Öyle olunca konut gibi insanın diğer ihtiyaçları da bu kelimelerin kapsamına girer. Nasıl ki, aslında kendine has bir anlamı olan 'yemek' kelimesi "Fakat onlar gönül hoşluğu ile onun bir kısmını size bağışlarlarsa, onu afiyetle yiyin." ifadesinde olduğu gibi kinaye yolu ile mutlak tasarruf anlamında kullanıldı.
"Onlara güzel söz söyleyin." Bu ifade velilik görevini düzenleyen ahlâkî bir cümledir. Çünkü söz konusu yetimler malları üzerinde tasarrufta bulunmaktan mahrum edilen beyinsizler olabilirler; ama onlar ne vahşi hayvan ve ne meraya salınacak koyun sürüsü değildirler; insandırlar, onlara insan muamelesi yapılmalıdır. O hâlde, kendilerine insana söylenecek sözler söylemek ve onlarla insana yaraşır tarzda ilişki kurmak, onları çirkin sözlerle rencide etmekten kaçınmak gerekir.
Buradan şu husus açıklık kazanıyor ki, "Onlara güzel söz söyleyin" ifadesi tıpkı "İnsanlara güzel söz söyleyin." (Bakara, 83) ifadesi gibi kinaye yolu ile iyi muameleyi, çirkinlikten uzak güzel ilişkiyi vurgulayan bir ifade olabilir.
"Evlenme çağına gelinceye kadar yetimleri deneyin. O hâlde eğer onlarda bir olgunluk görürseniz, mallarını kendilerine verin." Ayetin asıl metnindeki "ibtelû" kelimesinin mastarı olan "ibtilâ" imtihan anlamına gelir. "Beleğun nikâh=evlenmeye ermek"ten maksat, evlenme çağına gelmektir. Dolayısıyla bu deyim aklî bir mecazdır. Ayetteki "anestum" fiilinin mastarı olan "înas" görmek demektir. Bu kelimede ülfet anlamı da vardır. Çünkü ülfetin türediği asıl kök, "üns" kelimesidir. Ayetin orijinalinde geçen "ruşd" kelimesi, hayatın amaçlarını bulmak demektir ve "ğayy=sapma" kelimesinin karşıtıdır. "Fedfeû ileyhim emvalehum=onların mallarını defedin" ifadesi, yetime malını verip onu eline teslim etmek anlamını [yani "i'tâ" anlamını] veren bir kinayedir. Sanki veli, malı yetime verip onu kendinden uzaklaştırıyor. Bu ifade çok kullanılmasıyla birlikte güzel bir kinaye içermektedir.
"Evlenme çağına gelinceye kadar" ifadesi "deneyin" emri ile bağlantılıdır. Bu cümle, imtihanın sürekliliğine ilişkin bir nevi işareti içerir. Yani yetimin velisi, iyiyi kötüyü birbirinden ayırt edip denenmeye elverişli hâle gelmesinden itibaren denemeye başlayacak ve bu denemeyi evlenme dönemine girip erkeklik çağına erinceye kadar sürdürecektir. Bu hükmün tabiatı, böyle davranmayı gerektirir. Çünkü olgunluğu görebilmek, çocuğu bir veya iki olayda denemekle elde edilmez. Bunun için denemeyi tekrarlayıp olgunlaşmaya ilişkin gözlemi yakalamak gerekir. Bu da tabiatıyla çocuğun önce temyiz yani iyiyle kötüyü birbirinden ayırt etme çağına, sonra evlenme dönemine ermesine kadar sürecek uzun bir gözlemle olur.
"O hâlde, eğer onlarda bir olgunluk görürseniz..." ifadesi "yetimleri deneyin" ifadesinin uzantısı ve ayrıntısıdır. Ayetin anlamı şudur: Yetimleri deneyin. Eğer onların olgunlaştıklarını görürseniz, mallarını onlara verin. Bu söz şunu bildiriyor: Evlilik çağına girmek, yetimin malını eline vermeyi, onun malı üzerinde tasarrufta bağımsız olmasını gerektirir. [Yani bağımsız olmasında tam neden değildir.] Fakat olgunluk, bu tasarruf yetkisinin geçerlilik kazanmasının şartıdır.
İslâm, insanın bulûğ çağına ermesine yönelik değerlendirmeyi iki kısma ayırır. İbadetlerde, hadlerin uygulanmasında ve diyetlerde sadece evlenme yaşı olan şer'î bulûğ yaşı ile yetinirken malî tasarrufların geçerliliğinde ve ikrarlarda fıkıh kitaplarında ayrıntıları verildiği üzere evlenme yaşına girmenin yanı sıra olgunlaşma şartını arar. Bu da İslâm'ın kanun koyma sırasındaki incelikli tavırlarındandır. Çünkü malî tasarruf gibi konularda olgunluğu göz ardı etmek, Meselâ yetimler gibi kesimlerde sosyal hayat düzeninde bozukluğa yol açar. Olgunlaşmamış yetimlerin tasarruflarını ve itiraflarını geçerli saymak, onların ahlâksız fertler tarafından aldatılmalarını, en basit yoldan bütün geçim imkanlarının ellerinden alınmasını; sahte sözlerle, yalancı vaatlerle ve yanıltıcı işlemlerle kandırılmalarını beraberinde getirir. O yüzden bu tür konularda olgunluk şartını aramak kaçınılmazdır. Ama ibadetler gibi konularda bu şartı aramanın gereksizliği açıktır. Hadlerin ve diyetlerin uygulanmasında da durum aynıdır. Çünkü bu tür günahların ve suçların kötülüğünü inkâr etmek ve bunlardan kaçınmak gerektiğini kavramak için olgunlaşmış olmak gerekmez. İnsan bunları olgunlaşmadan önce de fark edebilir. Buna göre bu konularda insanın durumunda olgunlaşma öncesinde ve sonrasında farklılık olmaz.
"Onların mallarını israf ederek veya büyüyecekler diye tez elden yemeyin..." "İsraf" herhangi bir işte ölçüyü aşmaktır. Yine ayetin orijinalinde geçen "bidaren" kelimesi bir şeye acele ile teşebbüs etmek demektir. "Bidaren en yekberû" ifadesi, "yetimler büyür de sizi mallarını yemeye bırakmazlar kaygısı ile" anlamındadır. [Buna göre, ibaret aslında "bidaren hazere en yekberû"dur.] Nahiv bilginlerinin görüşüne göre, "en" ve "enne" edatından önce olumsuzluk veya o anlamı veren kelimenin hazfedilmesi, kıyasi ve alışıla gelen bir kuraldır. Bu surenin yüz yetmiş altıncı ayetinde "yubeyyinullahu lekum en tezillû" cümlesinde de aynı nahiv kuralı geçerlidir. Aslı, "li en la tezilû" veya "hazere en tezillû"dur; yani ayetin anlamı şöyledir: "Şaşırmamanız için Allah size açıklama yapıyor."
Ayette yetim malını, israf ederek yemek ile yetimler büyüyünce mallarına dokundurmazlar endişesi ile yemenin karşı karşıya getirilmiş olmasından şu sonucu elde ediyoruz: Yetim malını israf yolu ile yemek, ihtiyaç gerekçesi olmaksızın, hakketmişlik bahanesi bulunmaksızın, doğrudan doğruya umursamaz bir haksızlık yolu ile onların mallarına saldırmaktır. Yetimler büyür kaygısı ile mal yemek ise, velinin kendi çalışmasına örfte uygun görülen bir ücret miktarında onların mallarına el atmaktır. Yalnız bu durumda, eğer yetim büyürse veliyi bu tür bir mal yemekten alı koyma ihtimali vardır. Kısacası, bu iki tür yemenin her ikisi de yasaktır. Yalnız eğer veli fakir olur ve geçimini karşılamak için çalışması veya yetim için çalışarak onun malından zorunlu ihtiyaçlarını karşılaması kaçınılmaz olursa, bu durum müstesnadır. Bu durum aslında bir tüccarın veya inşaat işçisinin ticaret ve çalışmasının bedelini alması gibidir. İşte yüce Allah bu durumla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Yetimlerin velilerinden zengin olan" yani geçinmek için yetimin malından ücret almaya ihtiyacı olmayan varlıklı veliler "iffetli olsun" yani iffeti kendilerine yol edinsinler ve onun peşinde olsunlar; böylece yetimin malına hiç dokunmasınlar. Ama "fakir olan veli ise, örfe uygun bir miktar yesin."
Bazı tefsirciler "Fakir olan veli ise, örfe uygun bir miktar yesin." ayetini, fakir veli harcamasını örfe uygun miktarda yetimlerin mallarından değil, kendi malından yapsın şeklinde tefsir etmişler. Ama bu tefsir, zengin ve zengin olmayan veli ayırımı ile bağdaşmaz.
"Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman yanlarında şahit bulundurun." Yüce Allah bu ayette, yetimlere mallarını verirken, işlemi sağlamlaştırmak ve doğabilecek olan anlaşmazlık ve tartışma ihtimalini ortadan kaldırmak için şahit tutmayı yasalaştırdığını açıklıyor. Yetimin olgunlaştıktan ve malını velisinden aldıktan sonra onun aleyhinde iddialar ileri sürmesi mümkündür. Bunların hepsinin arkasından "Hesap sormak için Allah yeter." ifadesine yer verilmiştir. Bu cümle hükmü birinci derecedeki asli kaynağına bağlıyor. Yani her hüküm yüce Allah'ın bir isminin veya sıfatının yansıması ve tecellisidir. Yüce Allah hesaba çekici olduğuna göre kullarının hükümlerini ince bir hesaptan geçirmeden bırakmaz. İşte buna göre Allah muhkem ve sağlamı yasalaştırır.
Ayrıca bu ilâhî ifade, İslâm'ın dinî eğitimini tamama erdirici bir özellik taşır. Çünkü, İslâm insan eğitimini tevhit temeline dayandırır. Çünkü her ne kadar şahit bulundurmak çoğunlukla anlaşmazlıkları ve kavgaları ortadan kaldıracak bir tedbir ise de şahitlerin adaletten sapmaları veya başka faktörler yüzünden amacını gerçekleştirmeyebilir. Fakat yüce ve güçlü manevî sebep, yeterli derecede hesaba çekici olan Allah'tan korkmaktır. Eğer veli, şahitler ve kendisine malı verilen yetim, bu gerçeği göz önünde bulundursalar, kesinlikle aralarında anlaşmazlık ve kavga meydana gelmez.
Back | Index | Next |