Back | Index | Next |
"Ondan (o tek nefisten) eşini de yarattı" cümlesinin orijinalindeki "zevc" kelimesini, Ragıp el-İsfahanî şöyle açıklıyor: "Eşleşen canlıların erkek ve dişi çiftlerinin her birine "zevc" denir. Canlı ve cansız varlıkların çiftlerinin her birine de "zevc" (eş) denir. Ayakkabı ve terlik gibi [her biri hakkında bu ötekisinin eşidir, denilir]. Benzer ya da zıt olarak birbirinin eşi olan varlıkların her birine de "zevc" denir... "Zevce" kelimesi fasih kullanışlı bir kelime değildir. [Dolayısıyla kadını ifade ederken de "zevc" kelimesi kullanılır.]" Alıntı burada sona erdi.
"Ondan (o tek nefisten) eşini de yarattı." ifadesinin zahirinden anlaşılan anlama gelince, bu cümle şunu açıklıyor: O tek kişinin eşi benzerlik anlamında onun türündendir. Yeryüzüne dağılmış olan şu fertlerin hepsi birbirinin benzeri ve tıpkısı olan iki ferde dayanır. O hâlde, ayetin orijinalinde geçen "minhum=ondan" kelimesindeki "min" edatı, "nuşuiyye" [=bir şeyin türediği kökü ve kaynağı belirtme] anlamı taşır ve bu ayet ile şu ayetler arasında içerik birliği vardır: "Onun ayetlerinden biri de yanlarında huzur ve sükûn bulmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve şefkat koymasıdır..." (Rum, 21) "Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı ve bu eşlerinizden size çocuklar ve torunlar yarattı." (Nahl, 72) "Allah göklerin ve yeryüzünün yoktan var edicisidir. O sizin için kendi türünüzden eşler ve hayvanlardan da çiftler yarattı ve bu düzen içinde çoğalmanızı sağladı..." (Şûrâ, 11) Söz konusu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Biz her şeyi çiftler hâlinde yarattık." (Zâriyât, 49)
Dolayısıyla bazı tefsirlerde; "Allah Hz. Âdem'in eşini onun bir kaburga kemiğinden yarattı" gibi bir içeriğe sahip olan bazı hadislerle uyum içerisinde olması göz önünde bulundurularak bu ayetten söz konusu tek nefsin eşinin onun özünden, onun bir parçasından yaratılmış olduğu kastedilmiştir." yolundaki iddia doğru değildir. Çünkü, ayette buna delil olabilecek hiçbir şey yoktur.
"Ve ikisinden birçok erkek ve kadın türetip-yaydı." cümlesinin orijinalinde geçen "besse" kelimesi "bess" kökünden, saçmak ve benzeri yollarla dağıtmak demektir. Nitekim yüce Allah, "Havada dağılan toza dönüştü" (Vakıa, 6) ayetinde bu kelimenin türevlerinde olan "munbess" kelimesini kullanmıştır. Yakınarak kederi dağıtmak (bess-ul ğamm) deyimi de bu anlamdan doğmuştur. Bundan dolayı, kimi zaman "bess" kelimesi, keder anlamında kullanılır. Çünkü insan doğal olarak kederi dağıtır. Yüce Allah bu anlamda "Ben kederimi ve üzüntümü sadece Allah'a arz ederim." (Yûsuf, 86) buyuruyor. Bu ayetin asıl metninde geçen "bess" kelimesi, keder anlamındadır.
Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre mevcut insan nesli Hz. Âdem ile eşine dayanır ve bu alanda onlara başkasının katkısı yoktur. Çünkü ayette "Ve ikisinden birçok erkek ve kadın türetip-yaydı." deniyor, "Onlardan ve başkalarından birçok erkek ve kadın türetip-yaydı..." denmiyor. Bundan şu iki sonuç çıkıyor:
Birincisi: "birçok erkek ve kadın" ifadesinden maksat, onların soyundan aracılı ve aracısız meydana gelen insan fertleridir. Bu ifade, "ey insanlar sizi onlardan türetip-yaydı" demek gibidir.
İkincisi: Hz. Âdem ile eşinden sonra gelen ilk kuşaktaki, yani onların aracısız çocukları dönemindeki evlilikler, erkek ve kız kardeşler arasında yapıldı (erkek kardeşler kız kardeşlerle evlendi); çünkü o günlerde erkekler ile dişiler kendilerinden ibaretti, onlarla sınırlı idi. Bunun bir sakıncası yoktur. Çünkü bu, yüce Allah'tan gelen teşriî bir hükümdür. Dolayısıyla Allah onu bir gün mubah sayarken başka bir gün haram kılabilir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah hüküm verir. Hiç kimse O'nun hükmünün peşine düşüp onu geri çeviremez." (Ra'd, 41) "Hüküm verme yetkisi, yalnız Allah'a mahsustur." (Yûsuf, 40) "O, hiç kimseyi hükmüne ortak etmez." (Kehf, 26) "O Allah'tır, O'ndan başka ilâh yoktur, dünyada da ahirette de övgü O'na mahsustur, hüküm verme yetkisi sadece O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz." (Kasas, 70)
"Onun hatırına birbirinizden bir şey istediğiniz Allah'tan ve akrabaların haklarını çiğnemekten sakının." Ayetin asıl metninde geçen "tesaelûne" fiilinin mastarı olan "tesaul" kelimesi, insanların Allah adına yemin ederek birbirlerinden bir şey istemeleri demektir. Meselâ biri, arkadaşına "senden Allah aşkına şunu şunu yapmanı istiyorum" der. Bu ifadede Allah adına yemin etmek vardır. İnsanların Allah adına birbirlerinden bir şey istemeleri, kinaye yolu ile onların gözünde Allah'ın saygın olduğu ve sevildiği anlamını ifade eder. Çünkü insan saydığı ve sevdiği bir şey üzerine yemin eder.
Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre "el-erhame" (akrabalar) kelimesi, "Allah" kelimesine matuftur. Anlam "Akrabalar konusunda korkun" şeklindedir. Bir görüşe göre, bu kelime ayetin orijinalinde geçen "bihi=onun hatırına" ifadesindeki zamirin takdirî konumuna matuftur. Zamir zahirde mecrur (esreli) okunmasına rağmen takdirde fethası (üstünü) vardır. Arapça'da "merertu bi-Zeydin ve Amren" denir. Hamza'nın "el-erhami" şeklindeki muttasıl zamire atfederek yaptığı okuyuş bu görüşü teyit edebilir. -Gerçi nahiv bilginleri bunun zayıf olduğunu söylemişlerdir.- O zaman anlam "Hatırına yemin ederek birbirinizden isteklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalardan korkun" olur. Biri arkadaşına "es'eluke billahi ve es'eluke birrahimi" der. Yani, Allah aşkına senden şunu isterim ve akraba aşkına senden şunu dilerim. Bu bir görüştür. Fakat sözün akışı ve Kur'an'ın ifade tarzı, bununla uyuşmaz. Çünkü eğer "erham" kelimesi, "ellezî" kelimesinin müstakil sılası yapılıp ifade, 'vettekullahellezî tesaelûne bil-erhami" biçimine girerse, ifade zamirden yoksun kalır ki, bu olmaz. Eğer bununla önceki cümle birlikte "ellezî" kelimesinin sılası olursa, o zaman Allah ile erham kelimeleri eşit saygınlıkta ve yücelikte kabul edilmiş olur ki, bu da Kur'an'ın sürekli riayet ettiği edebi ve üslûbu ile bağdaşmaz.
Takvanın yani korkup sakınmanın Allah'a nispet edildiği gibi, akrabalara da nispet edilmesine gelince; akrabaların, Allah'ın yaratmasına ve var etmesine dayandırılmasından sonra hiçbir sakıncası yoktur. Takvanın yani korkup sakınmanın Kur'an'da Allah'tan başkasına nispet edildiği ayetler de vardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'a döndürüleceğiniz günden korkup-sakının." (Bakara, 281) "Kâfirler için hazırlanmış olan cehennem ateşinden korkun." (Âl-i İmrân, 131) "Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının." (Enfâl, 25)
Her neyse; ayetin bu ikinci yarısı, ilk yarısına göre mutlak ifadeden sonra gelen bir kayıtlandırma, geniş ifadeden sonra gelen bir daraltmadır. İlk yarıdan kastımız ayetin, "Ey insanlar! Rabbinizden korkup sakının ki O, sizi tek bir nefisten yarattı... ve ikisinden birçok erkek ve kadın türetip-yaydı." bölümüdür. Çünkü, bu bölümün özetle anlamı şudur: Ey insan fertleri, size yönelik rübubiyeti, sizi yaratmış olması, siz insan fertlerini hepiniz için geçerli olan tek bir kökten, siz çoğaldıkça çoğalan ve vücudunuzda saklı bir maddeden meydana getirmiş olması sebebi ile, Allah'tan korkun. Bu da insanlık cevherliğine dayalı insan türselliğidir. [Hepiniz tür ve zat açısından insansınız.] Ayetin bu ikinci yarısının anlamı ise şudur: Yüceliği ve sizin nazarınızdaki izzeti sebebi ile Allah'tan korkun. (Yücelik ve izzet, rübubiyetin tezahürlerinden ve ayrıntılarındandır.) Allah'ın aranızda yaratmış olduğu akrabalık birliğinden korkun. (Akrabalık, insan fertleri arasında yaygın olan birliğin ve ortak köklülüğün dallarından biridir.)
Buradan "korkup-sakının" emrinin neden tekrar edildiği ve ikinci cümlede niçin yeniden yer aldığı ortaya çıkıyor. Çünkü ikinci cümle içerdiği ek faydalıkla birinci cümlenin tekrarıdır. İkinci cümlenin ek faydası, akrabalar meselesine yönelik bir ihtimam ve önemseme ifade etmesidir. Ayetin asıl metninde geçen "erham" kelimesi, "rahim" kelimesinin çoğuludur ve aslında kadının rahmi demektir. Kadının rahmi, meni damlacığını geliştirip doğacak çocuk hâline getirmeye elverişli sığınak olan bir iç organdır. Fakat bu kelime daha sonra zarf ve mazruf ilişkisine dayanılarak akrabalık anlamında kullanıldı. Çünkü akrabalar aynı rahimden çıkma konusunda ortaktırlar. Buna göre rahim akraba, erham ise akrabalar demektir. Kur'an-ı Kerim, kavim ve ümmet meselesiyle ilgilendiği ve onu önemsediği gibi, akraba meselesi ile de ilgilenmiş ve üzerinde durmuştur. Çünkü kavim nasıl büyük toplum ise akrabalar da küçük toplumdurlar.
Kur'an toplum meselesi ile ilgilenir ve onu çeşitli özellikleri ve etkileri olan bir gerçek sayar. Tıpkı insan ferdi ile ilgilenip onu varoluştan gelen çeşitli özelliklere ve etkilere sahip bir gerçek saydığı gibi. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: "İki denizi birbirine salıp katan O'dur; bu tatlı ve susuzluğu giderici, bu da tuzlu ve acıdır. Fakat ikisinin arasına (bu iki tür suyun birbirine karışmasını önleyen) bir engel, aşılmaz bir set koymuştur ve insanı sudan yaratıp onu nesep ve sıhr (bu insandan suyun taşıyıcısı erkek ile akrabalığın sürdürücüsü olan dişi) kılan O'dur. Rabbinin gücü her şeye yeter." (Furkan, 53-54) "Allah sizi birbirinizi tanıyabilesiniz diye halklara ve kabilelere ayırdı." (Hucurât, 13) "Akraba olanlar miras konusunda Allah'ın kitabına göre birbirlerine muhacirlerden ve ensardan daha yakındırlar." (Ahzâb, 6) "Demek ki, siz iş başına gelecek olsanız yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve akrabalık bağlarını keseceksiniz, öyle mi?" (Muhammed, 22) "Arkalarında güçsüz çocuklar bırakarak ölecek olsalar çocuklarının hâli nice olur diye kaygı duyanlar yetimlere haksızlık etmekten korksunlar." (Nisâ, 9) Kur'an'da bu konuda başka ayetler de vardır.
"Allah, şüphesiz sizin üzerinizde gözetleyicidir." Ayetin asıl metninde geçen "rakîb", koruyucu ve bu kelimeden türemiş olan "murakaba", koruma demektir. Bu kelime, muhtemelen "boyun" anlamını taşıyan "rakaba" kelimesinden geliyor. Aralarındaki ilgi şudur: Araplar kölelerinin boyunlarını koruyorlardı (onları himâyeleri altına alıyorlardı). Başka bir muhtemel ilişki de şu olabilir: Birini gözetleyen kimse başını kaldırarak ve boynunu uzatarak gözetlediği kimseyi gözetler. "Rakîb" kelimesinin mastarı olan "rukûb" mutlak anlamı ile koruma demek değildir. İşin içinde gözetlenenin hareketlerini, hareketsizliklerini, kısacası bütün davranışlarını koruma altına almak vardır. Maksat bozuklukları, aksaklıkları düzeltmek veya kayda geçirmektir.
Buna göre bu kelime, bir şeyi, ona dönük bilgi ve gözlem ilgisi ile birlikte koruma anlamına gelir. Bundan dolayı koruma, bekleme, gözetleme, gözaltında tutma anlamında kullanılmıştır. Yüce Allah "gözetleyici"dir. Çünkü kulların davranışlarına karşılık biçmek için onları koruma altında tutuyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah her şeyi çok iyi koruyandır." (Sebe, 21) "Allah'ın dışında birtakım veliler edinenler ise, Allah onların üzerinde gözetleyicidir. Sen onların üzerinde bir vekil değilsin." (Şûrâ, 6) "Bunun üzerine Rabbin, azap kırbacını tekrar tekrar başlarına indirdi. Hiç şüphesiz Rabbin gözetleme yerindedir." (Fecr, 14-15)
İnsan fertleri arasında yaygın olan birliğe ve bu birliğin gerekli sonuçlarını korumaya yönelik takva emri (Allah'tan korkulması gerektiği) Allah'ın gözetleyici olması ile gerekçelendiriliyor. Bu gerekçelendirme, bu birliğe ters düşmeye yönelik en büyük korkutma ve sakındırmadır. Eğer bu uyarı üzerinde iyice düşünülecek olursa, yeryüzünde zülüm, haksızlık, bozgunculuk, azgınlık ve benzeri olgular ile bunlar hakkındaki tehdit ve uyarıları konu edinen ayetler ile bu ilâhî gaye arasındaki irtibat meydana çıkar. Bu ilâhî gaye, insanlar arasındaki birliği, bozgunculuktan ve kaybolmaktan korumaktır.
insan türünün ömrü ve ilk insan
Yahudi tarihi, insan türünün ömrünün yaklaşık yedi bin yıldan fazla olmadığını kaydediyor. Aklî değerlendirmeler de bu görüşü destekliyor. Çünkü, bu türün bir erkeği ile bir dişisini (bir çiftini) ele alırsak ki, bu çift ortalama bir ömür sürmüş olsun; normal vücut yapısına sahip olsunlar; güvenlik, rahatlık ve refah gibi faktörleri de ortalama olarak düşünelim; insan hayatında etkili olan diğer faktörlerin ve şartların uygunluk derecesini de ortalama olarak kabul edelim; sonra bu çiftin evlendiğini ve uygun ortalama ortamda çocuk dünyaya getirdiğini farz edelim; sonra bu sürecin erkek ve kız çocuklarında da devam ettiğini ve bütün kuşaklarda aynı ortalama durumun geçerli kaldığını farz edelim; bu faraziyelerin ışığında yapılacak hesaplarda bir çiftin bir yüzyılda bin kişiden çok çoğaldığını, yani bir kişinin yaklaşık beş yüz kişi arttığını buluruz.
Arkasından insanın karşılaştığı, varlığına zıt faktörleri ele alalım. İnsan türünün geneline zarar veren sıcaklık, soğukluk, sel, deprem, kuraklık, veba, kolera, toprak kayması, yıkım ve acı savaşlar gibi ve yine genele yaygın olmayan musibetleri göz önüne alalım. Bu belâlara bu türden alıp götürecekleri payı fazlası ile verelim. Hatta çok fazla boyutlarda düşünüp bin kişiden dokuz yüz doksan dokuz kişinin bu afetlerde kayba uğradığını düşünürsek, yüz yıl boyunca bin kişiden sadece bir kişinin kaldığı sonucuna varırız. Yani üreme faktörü her yüz yılda iki kişiye sadece bir kişi ekleyebiliyor. Bu da binde birlik bir nüfus artışı demektir. Sonra ilk bulduğumuz bu farazi sayıyı bu oranla yedi bin yıla (yetmiş yüzyıla) yaydığımızda iki buçuk milyar tutarında bir rakam elde ederiz. Bu da milletler arası istatistiklerine göre günümüzün dünya nüfusuna denktir.
Bu aklî değerlendirmeler, insanın dünyadaki ömrüne ilişkin görüşü teyit ediyor. Fakat jeoloji bilginleri insanın yeryüzündeki ömrünün milyonlarca yıldan fazla olduğunu söylüyorlar. Onlar beş yüz yıl öncesine ait olduğunu söyledikleri insan fosilleri, insan cesetleri ve kalıntılar bulmuşlardır. Bu onların görüşüdür. Fakat fosilleri bulunan eski milletler ile bu neslin ataları arasında kesintisiz bir bağlantının olduğuna dair insanı tatmin edici ve inandırıcı deliller gösteremiyorlar. Çünkü, insan türü yeryüzünde belirmiş, çoğalmış, yaşamış, sonra toptan yok olmuş, sonra tekrar ortaya çıkıp arkasından yok olmuş ve bu süreç bir kaç dönem tekrarlanmış ve bizim neslimiz bu dönemlerin sonuncusu olmuş olabilir.
Kur'an-ı Kerim, insan türünün ortaya çıkışının bizim şu dönemimizle mi sınırlı olduğu, yoksa bizim sonuncusunu oluşturduğumuz başka dönemlerin yaşanıp yaşanmadığı hususuna net bir açıklama getirmiyor. Gerçi aşağıdaki ayetten insanlığın şimdikinden önce başka bir dönem geçirdiği yönünde bir izlenim edinilebilir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hani Rabbin, meleklere 'ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti. Melekler 'Ya Rabbi, sen yeryüzünde kargaşa çıkaracak, kan dökecek birini mi yaratacaksın..." (Bakara, 30) Bu ayetin tefsiri sırasında bu noktaya işaret edilmişti.
Evet; Ehl-i Beyt İmamlarından gelen bazı rivayetlerde, insanlığın şimdiki döneminden önce başka dönemler geçirdiğini ispat eden sözler vardır. Ayetlerin hadisler ışığında incelenmesi bölümünde, bu hususa değineceğiz.
şimdiki kuşak, hz. âdem ve eşi Şöyle denilmiştir: Bilindiği gibi, insanlar deri rengi bakımından dört ana guruba ayrılırlar. Asya'daki ve Avrupa'daki ılıman iklimli yörelerin insanları beyaz, güney Afrika yöresinin insanları siyah, Çin'de ve Japonya'da yaşayan insanların renkleri sarı ve Amerika'da yaşayan Hinduların deri rengi kızıldır. Bu deri renginde görülen farklılık, her rengi taşıyan insan neslinin öbür rengi taşıyan insan neslinden farklı bir kaynağa dayanmasını gerektirir. Çünkü deri rengi farklılığı beraberinde kan yapısı farklığını taşır. Buna göre bütün insan fertlerinin kaynağını, dört renk için dört kaynak hesabı ile dört erkek ve eşten aşağıya düşürmek mümkün değildir. [Demek ki şimdiki kuşak, Hz. Âdem ve eşi olmak üzere iki kişiye dayandırılamaz.]
Bu görüş şöyle bir delille savunulabilir: Bilindiği gibi Amerikan kıtası keşfedildiğinde boş değildi, orada insanlar yaşıyorlardı. Bu insanlar doğu yarım küresinde yaşayan insanlardan kopuktu. Aralarında öyle büyük bir uzaklık vardı ki, bu uzaklığa rağmen bu iki insan neslinin aynı ana-babadan gelmede birleşmeleri ihtimali yoktur.
Fakat görüldüğü gibi bu iki delilin her ikisi de sakattır. Önce, deri rengi farklılığı ile kan yapısı farklılığı meydana geleceği iddiasını ele alalım. Günümüzün biyolojik araştırmaları canlı türlerinde tekâmülün geçerli olduğu faraziyesine dayanır. Bu faraziyeden hareket edilirse, kan yapısı ve bunun getirdiği deri rengi farklılığının bu türde tekâmül meydana gelmiş olmasına dayandırılmamasına nasıl güvenilebilir? Oysa biyoloji bilginleri at, koyun, fil gibi çok sayıda canlıda tekâmüller olduğunu kesin bir dille ileri sürmüşlerdir. İncelemeler ve çok sayıda jeolojik kalıntılar üzerinde yapılan araştırmalar bu tekâmül gerçeğini ortaya koyuyor. Üstelik günümüzde ilim adamları bu farklılığı o kadar önemli görmüyorlar.[1]
İnsanların okyanuslar ötesinde bulunmalarına gelince, tabiat bilginlerinin söylediklerine göre insanın yeryüzündeki ömrü milyonlarca yılı aşkındır. Oysa tarihin kaydettiği insan ömrü altı bin yılı geçmez. Böyle olunca tarihten önce Amerika kıtasını diğer kıtalardan koparan birtakım jeolojik olaylar meydana gelmiş olamaz mı? Zaten birçok jeolojik kalıntılar yüzyılların geçmesi ile yer yüzeyinde önemli değişmelerin meydana geldiğini gösteriyor. Meselâ denizler karalara, dağlar ovalara dönüştüğü gibi bunların tersleri de olmuştur. Bunlardan daha önemli olarak yerküresinin iki kutbu ile coğrafi alanlarda değişmeler görülmüştür. Jeoloji, astronomi ve coğrafya bilginleri bu değişmeleri açıklıyorlar. Bu durumda bu savunmayı yapanların bu söylenenleri ihtimal dışı görmekten başka hiçbir dayanakları kalmıyor. Buna iyice dikkat edilmelidir.
Kur'an'a gelince, nass [yani tevile ihtimali olmayan] denecek derecede olan zahirî anlamından anlaşıldığına göre, şimdi görülen insan nesli bir kadın ile bir erkeğe varıp dayanır. Bu çift bütün insan fertlerinin ana-babasıdır. Babayı yüce Allah Kur'an'da Âdem diye adlandırmıştır. Ama eşinin Kur'an'da adı geçmiyor. Fakat eldeki Tevrat'ta olduğu gibi, rivayetler onu Havva adı ile anıyorlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "...Allah insanı başlangıçta çamurdan yarattı. Sonra onun soyunu bayağı bir sıvıdan var etti." (Secde, 8) "Allah katında İsa'nın örneği Âdem'in örneği gibidir. O onu topraktan yarattı, sonra 'ol' dedi, o da oluverdi." (Âl-i İmrân, 59) "Hani Rabbin meleklere 'ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dedi. Melekler 'Ya Rabbi, sen yeryüzünde kargaşa çıkaracak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ve takdis ediyoruz' dediler. Allah meleklere 'Ben sizin bilmediklerinizi bilirim' dedi. Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretti..." (Bakara, 30-31) "Hani Rabbin meleklere 'Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Ona biçim verip kendisine ruhumdan bir soluk üflediğimde onun için secdeye kapanın' dedi..." (Sâd, 71-72)
Görüldüğü gibi bu ayetler, yüce Allah'ın yasası, bu insan neslinin devam etmesi için meniyi sebep kıldığına ama onun ilk ortaya çıkışının topraktan yaratılması biçiminde gerçekleştiğine şahitlik ediyor. Ayrıca bu ayetlere göre Hz. Âdem topraktan yaratıldı ve insanlar onun evlâtlarıdır. Ayetlerin açık anlamlarına göre insan neslinin Hz. Âdem ile eşine dayandığı şüphesizdir. Ama bu gerçek, yoruma ve tevile kapalı değildir.
Back | Index | Next |