index | next |
Şundan kuşku duymuyoruz: İnsan hayatı, düşünsel bir hayattır; düşünce ve fikir dediğimiz bu olgu olmadıkça, insan hayatı tamamlanmış olmaz. Düşünceye dayalı bir hayatın kaçınılmaz bir gereği de şudur ki: Hayatın dayandığı düşünce doğru ve eksiksiz olduğu oranda hayat da sağlam ve eksiksiz olarak seyrine devam eder. Sağlam hayat -hangi yasalar esas alınırsa alınsın, önceden izlenilen veya izlenilmeyen hangi yol izlenirse izlensin- kesinlikle sağlam bir düşünceyle ilintili ve ona dayanıyordur. Hayat, düşünceye dayalı olduğu oranda, sağlam ve doğru olur.
Ulu Allah, kitabının değişik yerlerinde farklı ifade tarzlarıyla bu gerçeği açıklamıştır. "Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 122), "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 9), "Allah sizden inananları bir derece ve kendilerine ilim verilenleri ise derecelerle yükseltir." (Mücâdele, 11), "Müjdele kullarımı: Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar gerçek akıl sahipleridir." (Zümer, 17-18) Bunun gibi, tek tek zikretme gereğini duymadığımız daha birçok ayet vardır. Dolayısıyla Kur'ân'ın insanları sahih bir düşünce sistemine davet ettiği, düşünce yönteminin esas alınmasını teşvik ettiği kuşku götürmez bir gerçektir.
Bunun yanı sıra, Kur'ân-ı Kerim, insanları kendisine yönelttiği yo-lun, fikirsel yollardan biri olduğunu hatırlatıyor ve şöyle buyuruyor: "Gerçekten bu Kur'ân en doğruya iletir." (İsrâ, 9) Yani, Kur'ân en doğru hayat sistemine, en doğru yasal sisteme veya en doğru yönteme yöneltir. Her hâlukârda Kur'ân'ın öngördüğü yol, dinamik bir yoldur; bunun en doğru olması, izlenilen düşünce yönteminin en doğru olmasına bağlıdır.
Bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: "Gerçekten size Allah'tan bir nur ve açık bir kitap gelmiştir. Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına iletir, onları kendi ilmiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve dosdoğru yola iletir." (Mâide, 15-16) Ayette geçen "dosdoğru yol"dan maksat, kendisinde ihtilaf olmayan, istenilen gerçekle çelişmeyen ve kendi içinde tutarlı olup bazı parçaları diğeriyle çelişki içinde olmayan açık, amaca ulaştırıcı yoldur.
Kur'ân-ı Kerim'de, insanların davet edildiği bu dosdoğru, bu sahih ve sağlam düşünce belirgin olarak zikredilmiyor; bunun tanınması insanların fıtrî akıllarına, öz doğalarının odağını oluşturan kavrama yeteneklerine bırakılıyor. İlâhî kitabı bir bütün olarak ele alıp ayetlerini incelemeye tâbi tutacak olursak, üç yüzü aşkın ayette insanların düşünmeye, öğüt almaya, akletmeye davet edildiklerini görürüz. Hakkı kanıtlamak ya da batılı çürütmek için Hz. Peygambere (s.a.a) çeşitli delillerin empoze edildiğini gözlemleriz: "De ki: Öyle ise Allah, Meryem Oğlu Mesih'i ve annesini... helâk etmek isterse, Allah'a karşı kimin elinde bir şey var?..."
Ya da yüce Allah Nuh, İbrahim, Musa ve diğer büyük peygamberlerin, Lokman, Firavun hanedanına mensup mümin kişi gibi velilerden (hepsine selam olsun) kanıt nitelikli kesitler sunar: "Elçileri, 'Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe edilir mi?' dediler." (İbrâhim, 10), "Lokman oğluna öğüt vererek demişti ki: Yavrum, Allah'a ortak koşma; çünkü ortak koşmak, büyük bir zulümdür." (Lokmân, 13), Firavun ailesinden imanını gizleyen mümin bir adam şöyle dedi: Rabbim Allah'tır, dediği için bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o size Rabbinizden kanıtlar getirmiştir..." (Mü'min, 28) Firavunun büyücülerinden aktarılan şu ifadeler de buna örnek oluşturmaktadır: "Dediler ki: Biz, seni bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacağını yap, sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin..." (Tâhâ, 72)
Yüce Allah, kitabında, indirdiği hiçbir ayette, insanların kendisine veya katındaki herhangi bir şeye körü körüne, bilinçsizce inanmalarını, düşünmeden herhangi bir yolu izlemelerini emretmiş değildir. Hatta yüce Allah, kulları için aklın ölçütlerini ayrıntılı olarak kavramaktan aciz kaldığı bazı yasalar ve farzlar koyarken bile, onların özünü kanıt yerine geçebilecek çeşitli olgularla ayrıntılı biçimde izah eder. Söz gelimi namaz ibadetiyle ilgili olarak şöyle der: "Namaz, kötü ve iğrenç şeylerden alıkor. Elbette Allah'ı anmak daha büyüktür." (Ankebût, 45) Oruç ibadetine ilişkin olarak da şu açıklamaya yer verilir: "Sizden öncekilere yazıldığı gibi korunmanız için sizin üzerinize de oruç yazıldı." (Bakara, 183) Abdest ayetinde de şöyle buyruluyor: "Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak istiyor. Umulur ki şükredersiniz." (Mâide, 6) Bu konuda örnek verilebilecek birçok ayet vardır.
Sözünü ettiğimiz bu aklî kavrayışı, yani Kur'ân'ın teşvik ettiği, hakka, hayra ve yarara ilişkin çağrısının doğruluğunun kanıtı olarak gösterdiği; batılı, kötülüğü ve zararı eleştirirken dayandığı sahih düşünme metodunu öz yaratılışın ve fıtratımız aracılığı ile biliriz, tanırız. Bu fıtrat ki insandan insana değişkenlik, farklılık, başkalık göstermez. İki insanın farklı fıtratlara sahip olması düşünülemez. Bir ayrılık veya çatışma varsayılsa bile bu, apaçık gerçekler üzerinde çekişme şeklinde olur. Ki taraflardan birinin veya her ikisinin sahih bir anlayıştan yoksun oldukları için hedeflenen gerçeği olduğu gibi tasavvur edememelerinden kaynaklanır.
Şimdi, beşerî öz doğamızın yol göstericiliğiyle bilip algıladığımız bu yolun ne olduğuna gelelim. Her şeyden şüphe edebiliriz ama dünya ve ahiret olguları gibi bizim eylemlerimizden ayrı, bağımsız, pratik, objeler dünyasında yer alan birtakım gerçeklerin olduğundan kuşku duymayız. Matematiksel veya doğal olguları da bu kapsama alabiliriz. Bunlara ilişkin kesin bir sonuca ulaşmak istediğimiz zaman, öncelikle kuşkuya yer bırakmayan apaçık öncelikli önermelere ve ikinci merhalede bu önermelerin aynı kesinlikle gerektirdiği başka önermelere yöneliriz. Bunları kendine özgü düşünsel bir tertibe tâbi tutarız ve buradan hareketle istediğimiz sonuca varırız: A, B'dir. Her B, C'dir. Şu hâlde A, C'dir, gibi. Ya da: A, B ise, C de D'dir. Şayet C, D ise, H de Z'dir. Bu durumda A, B ise, H de Z dir, gibi. Veya: Eğer A, B ise, C, D'dir. C, D olduğuna göre H, Z'dir. Fakat A, B değildir. Buna göre H de Z değildir.
Sözünü ettiğimiz bu şekiller ve işaret ettiğimiz bu tartışılmaz olgular hakkında fıtratı bozulmamış normal bir insanın kuşku duyması mümkün değildir. Akıl açısından bir musibete uğramış olması ya da bu bedihî olguları düşünmesini engelleyecek bir zihinsel karışıklığın meydana gelmiş olması başka. Çünkü kafası karışık insanlar bedihî tartışılmaz tasavvurun ve tasdîkin yerine başka bir tasavvur ve tasdîki canlandırırlar zihinlerinde. Bedihî gerçeklerde kuşku duyan insanların büyük çoğunluğu için aynı durum geçerlidir.
Sözünü ettiğimiz bu mantıksal yönteme ilişkin olarak ileri sürülen kuşkuları gözden geçirdiğimizde, bu kuşkuları dile getirenlerin bu iddialarını ve amaçlarını kanıtlamak için heyet ve maddeye ilişkin mantıkta belirlenen kanunlara dayandıklarını görürüz. Öyle ki bu sözlerini, bu hususta benimsenen öncelikli önermeler ışığında analiz edersek, mantıksal biçimlere ve maddelere dönmüş olurlar. Şayet bu öncüllerin veya formların bazısını mantığın sonuçsuzluğunu öngördüğü önermelere değiştirirsek, artık bunların sözlerini sonuç vermez ve bunların bu işe razı olmadığını görürsün.
Bu durum, bizzat onların insanî fıtratları aracılığı ile bu mantıksal ilkelerin doğruluğunu itiraf ettiklerinin, bu ilkeleri kullandıklarının en açık tanığıdır. Nefisleri doğruluğunu onaylıyor, ama kendileri karşı çıkıyorlar. Örneğin:
1- Bazı kelâmcılar diyorlar ki: "Mantık amaca ulaştırıcı bir yol olsaydı, mantıkçılar arasında ihtilaf olmazdı. Fakat mantıkçıların değişik görüşler ileri sürdüklerini görüyoruz."
Bunlar, farkında olmadan istisnaî kıyas yöntemine baş vuruyorlar. Bunlar şunu bilmiyorlar: Mantığın koruyucu bir alet olmasının anlamı, gereği gibi kullanılması durumunda insanı hataya düşmekten korur olmasıdır. Her mantığı kullananın onu doğru kullandığını kimse iddia edemez. Nitekim kılıç kesici bir alettir, fakat doğru kullanılmadıkça bir şeyi kesmez.
2- Diğer bazısının görüşü de şöyledir. "Bu kanunlar önce düzenlendi, sonra tedricî olarak olgunlaştırıldı. Sabit pratik gerçeklerin sabit olması bunlara dayandırılır mı? Realiteyi bilmeyen ya da onu kullanmayan kimsenin onu bulması beklenebilir mi?
Bu değerlendirme de önceki gibi istisnaî bir kıyastır. Hem de çok seviyesiz bir mugalâta örneğidir. Her şeyden önce, bu iddianın sahibi kanunların belirlenmesine ilişkin yorumunda yanılmıştır. Çünkü bu tür kanunların belirlenmesi, fıtrat tarafından icmalen bilinen temel prensiplerin ayrıntılı şekilde ortaya çıkarılmasıdır. Yoksa belirlemenin anlamı, ilk defa icat etmek değildir.
3- Bazısının da iddiası şöyledir: Bu tür mantıksal prensipler, Ehlibeyt'in yolunu kapatmak veya insanları kitap [Kur'ân-ı Kerim] ve sün-netten [hadislerden] alıkoymak için yaygınlaştırılmıştır. Dolayısıyla Müslümanların bunlardan kaçınması gerekir."
Bu tür sözler, birtakım kesin [koşulsuz] ve istisnaî [koşuklu] tasımlara analiz edilir. Bu mantıksal önermeden hareket eden şahıssa gerçeği göz ardı etmiştir ki, doğru düzgün bir yolun bozguncu bir amaç için kullanılması veya yerilmeyi hakkeden bir amaç için izlenmesi, yolun özü itibariyle düz oluşuna zarar vermez. Örneğin kılıçla bazen mazlum insanlar da öldürülür. Din de Allah'ın rızası doğrultusunda ol-mayan amaçlar için kullanılır.
4- Bir diğer grubun görüşü de şöyledir: "Aklî bir yol izlemek, çoğu zaman insanı kitap ve sünnetin açık hükümleriyle çelişen sonuçlara götürür. Nitekim felsefeci görünenlerin çoğu görüşleri bu yönde tezahür etmiştir."
Bu da düzenlemiş bir koşuklu tasımdır. Kendisinde yanılgı barındırmaktadır. Şöyle ki insanı kitap ve sünnetle çekişen sonuçlara götüren şey, kıyasın şekli ve bedihî-tartışılmaz bir madde değil, sahih maddelerin arasına sızmış yabancı ve bozguncu bir unsurdur.
5- Bir de şöyle diyenler vardır: "Mantık, burhanla ilgili olarak sonuç veren şeklin ve formun, bozguncu formdan ayırt edilmesini garanti eder; ancak maddelere gelince, bu konuda mantıkta insanı hatadan koruyacak kanunların varlığından söz edilemez. Dolayısıyla masum olmayan insanlara baş vurmamız durumunda, bizi yanılgıya düşürmeyeceklerinden emin olamayız. Şu hâlde asıl olan, bu bağlamda masum insanlara baş vurmaktır."
Bu değerlendirme açısından da bir tür mugalâta söz konusudur. Çünkü bu iddia, tek kanallı haberlerin ya da tek kanallı rivayetlerin tümünün veya kitabın zahiri olduğu sanılan algılamaların kanıtsallığı amacıyla ileri sürülmüştür. Bilindiği gibi, masumların (onlara selâm olsun) masum oluşunu kanıt edinip delil göstermemiz, onlardan sâdır olduğuna kesin olarak kani olduğumuz ve anlamını pürüzsüz bir şekilde anladığımız, doğruluğundan kuşku duymadığımız açıklamaları için geçerlidir. Onlar tarafından söylendikleri ve delâletleri zannî olan tek kanallı (âhâd) haberler için bunu söyleyebilir miyiz? Aynı durum delâleti zannî olan her şey için geçerlidir. Masumların (onlara selâm olsun) masum oluşunu kanıt edinip delil göstermemiz bağlamında asıl olan yakinî madde olduğuna göre, masumların sözlerinden algılanan yakinî madde ile aklî önermelerle çıkarsanan yakinî madde arasında ne fark var? Bununla beraber formun doğru alması da geçerliliğini sürdürür.
"Bunca yanlışlıktan sonra, aklî maddelere yakin edemeyiz." sözlerine gelince; bu her şeyden önce, delilsiz bir iddiadır. İkincisi: Bu söz de aklî bir önermedir ve kesin bir realite olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla bu söz de bir sûret içermektedir.
6- Bir diğer grubun yaklaşımı şudur: "İnsan ruhunun ihtiyaç duyduğu her şey Kur'ân-ı Kerim'de gizlidir. Masumların (a.s) sözlerinin derinliklerine serpiştirilmiştir. Dolayısıyla kâfirlerin ve dinsizlerin artıklarına ihtiyaç yoktur."
Buna cevabımız şudur: Buna yönelik ihtiyaç tıpkı bu değerlendirmede gözlemlenen ihtiyaç gibidir. Çünkü bu değerlendirme mantıksal bir koşulsuz tasımın ürünüdür. Burada kesin maddelere baş vurulmuştur, fakat mugalâta yapılarak. Her şeyden önce, bu mantıksal prensipler kitap ve sünnette gizli olan ve derinliklerine serpiştirilmiş olan ilimlerden biridir ki, bunları elde etmek için bağımsız bir araştırma kaçınılmaz olur.
İkincisi: Kitap ve sünnetin kendilerini tamamlayacak eklentilere muhtaç olmaması, onlardan müstağni olması, kitap ve sünnete bağlı kimselerin bu tür ek bilgilere muhtaç olmamasından, onlardan müstağni olmasından farklı bir şeydir. Dolayısıyla bu iddia da bir tür mugalâta olmaktan öte bir şey değildir. Bunlar, insan bedenini incelediği hâlde, insanla ilintili olan doğal, sosyal ve edebi bilimleri öğrenmeye gerek olmadığını iddia eden bir doktora benzerler. Ya da bütün bilimler insan fıtratında mevcuttur, bahanesiyle ilim öğrenmekten kaçınan cahil bir insanın tavrını andırmaktadırlar.
Üçüncüsü: Kitap ve sünnet, sahih aklî yöntemin daha geniş boyutlarda kullanılmasına ilişkin çağrılarla doludur. (Bunlar da ya tartışılmaz-bedihî öncüller ya da onlara dayanmaktadır.) "Müjdele kullarımı: Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar gerçek akıl sahipleridir." (Zümer, 18) Bunun gibi daha birçok ayet ve rivayet vardır.
Kur'ân ve sünnetin, kendilerine kesin ve açık olarak muhalif olan şeylere uyulmasını yasakladıkları doğrudur. Çünkü kitap ve sünnet kesin, kat'i, aklın kesin olarak hak ve doğru olduğunu onayladığı şeylerdendirler. Aklın başta hak olduğunu kanıtladığı bir şeyi, ikinci kez dönüp çürütmesi imkânsızdır. Bu bakımdan tıpkı aklın doğru öncülleriyle batıl öncüllerini de birbirinden ayırıp daha sonra doğru öncülleri esas alma gerekliliği, muhkem ve müteşabih ayetleri birbirinden ayırıp değerlendirmelerde muhkem ayetleri esas alma gerekliliği gibidir ve yine doğru rivayetleri, epey bir yekûnu tutan uydurma ve yalan rivayetlerden ayırmaya ihtiyaç olmasına benzer.
Dördüncüsü: Nasıl olursa olsun, nerede karşılaşılırsa karşılaşılsın ve nereden alınırsa alınsın, hak haktır. Taşıyıcısının imanına ve küfrüne bakılmaz. Muttakiliği veya fasıklığı göz önünde bulundurulmaz. Taşıyıcısına kızıp haktan yüz çevirmek, cahiliye bağnazlığından başka bir şey değildir. Ki yüce Allah kitabında ve elçilerinin dilinde cahiliye taassubunu ve fanatik taraftarlarını yermiştir.
7- Bazıları da şu şekilde görüşlerini dile getirmişlerdir: "Üzerinde kitap ve sünnette teşvik edilen dinde ihtiyatlı bir tavır takınmak, kitap ve sünnetin zahiriyle yetinmek, mantıksal ve aklî prensipleri esas alan bir tutumdan da kaçınmakla olur. Çünkü bu noktada daimi helâkle, ebedi mutsuzlukla burun buruna kalma tehlikesi söz konusudur."
Bir kere, bu değerlendirmenin kendisi de mantıksal ve rasyonel ilkeleri esas almaktadır. İstisnaî kıyas yöntemini içermektedir, ki kitap ve sünnet olmasa bile, akıl bağlamında açıklanan aklî önermeler kullanılmıştır. Kaldı ki, açıklamanın esasını oluşturan endişe, ince aklî sorunları algılayamayan kimseler için geçerlidir. Buna güç yetiren yetenekli kimseler açısından kitap ve sünnetten karşıt bir kanıt bulmak mümkün değildir. Akıl da böyle bir kimsenin gerçek bilgilere ulaşma şansından yoksun bırakılmasını onaylamaz. Çünkü insanlığın onur ve saygınlığı bu tür bilgilerin elde edilmesine bağlıdır. Buna hem kitap, hem sünnet, hem de akıl delâlet eder.
8- Bir başkası da görüşünü açıklarken şu sözleri de ileri sürmüştür: "Salih ilk kuşak Müslümanların yöntemi, felsefe ve irfan (mistisizm) yöntemlerinden farklıydı. Onlar kitap ve sünnetle yetiniyorlardı ve filozoflarınki gibi mantıksal ve aklî (rasyonel) ilkelere ihtiyaç duymuyorlardı. Ârifler (mistikler) gibi riyazet yöntemlerine başvurmazlardı."
"Sonra halifeler çağında Grek [Yunan] felsefesi Arapça'ya aktarıldı, Kur'ân'ın izleyicilerinden olan Müslüman kelâmcılar felsefî konuları Kur'ânî bilgilere uyarlamaya kalktılar. Bu yüzden Eş'arî ve Mu'tezilî gibi gruplara bölündüler. Sonra halifeler döneminde bir diğer grup ortaya çıkarak kendilerini sufîler ve irfan ehli olarak adlandırdılar. Sırları keşfettiklerini, Kur'ânî hakikatleri kendi yöntemleriyle ortaya çıkardıklarını iddia ettiler. Masumlara ve pak Ehlibeyt'e ihtiyaçlarının olmadığını sandılar. Bu şekilde fakihler ve Şiîler -onlar hiçbir zaman Ehlibeyt'i (a.s) izlemekten vazgeçmediler- diğer gruplardan ayrıldılar.
Bu durum yaklaşık olarak hicrî on üçüncü yüz yılın ortalarına kadar (yaklaşık olarak yüz yıl önce) devam etti. Bu süreçte filozoflar ve arifler hileye ve zihinleri bulandırmaya başladılar. Kur'ân ve hadisin öngördüğü hedefleri felsefî ve irfanî hedeflere uyarlanacak şekilde yorumladılar. Neticede birçok insanın zihni bulandı."
Bu görüşü savunan bu sözlerden şu sonucu çıkarıyor: "Söz konusu ilkeler, Kur'ân ve sünnetin gösterdiği hak metotla çelişmektedir."
Sonra, daha önce işaret ettiğimiz, mantıkla ilgili bazı problemlere yer veriyor. Mantıkçıların görüş birliği içinde olmamaları, mantığın kullanılmasıyla birlikte yanılgıya düşülmesi, gerçek olgulara ilişkin yeterli oranda bedihî ve yakinî [açık ve tartışılmaz] önermelerin mevcut olmaması gibi. Peşi sıra felsefenin ele aldığı birçok konulara dikkat çekiyor ve bunların Kur'ân ve sünnetten algılanan apaçık gerçeklerle çeliştiğini ifade ediyor. Bu iddia sahibinin sözünün özü bundan ibaretti; biz bu görüşü bu şekilde özetledik.
Bu uzun değerlendirmenin neresini düzelteceğimi bilemiyorum. Hastalık tedavi kabul edecek gibi değil.
Kelâmcıların tarihi, Ehlibeyt İmamlarının çizgisinden sapmaları, Kur'ân'ı felsefeye uyarlamaya yeltenmeleri sonucu Eş'arîlik ve Mutezilîlik şeklinde iki gruba ayrılmaları, bu esnada sufîlerin ortaya çıkıp Kur'ân ve sünnete uymaya gerek duymadıklarını iddia etmeleri, bu durumun uzun süre devam edip sonra hicrî on üçüncü asırda irfanî felsefenin ortaya çıkması gibi sıralanan hususların hiçbiri kesin tarihsel ger-çeklerle uyuşmamaktadır. Bunların tümüne ileride kısaca değineceğiz.
Kaldı ki, kelâm ve felsefe birbirine karıştırılmak suretiyle fahiş bir hata işleniyor. Çünkü felsefe, gerçek bir araştırma yapar, kesin ve yakinî öncüller aracılığıyla tartışılmaz meselelere ilişkin kanıtlar ileri sürer. Kelâm ise, gerçek ve itibarî yani göreceliden daha genel bir araştırmayı konu edinir, kesin ve tartışılmaz öncüllerden daha genel öncüllerle tartışılmaz meselelere ilişkin kanıtlar bulmanın peşindedir. Dolayısıyla bu iki ilim dalı arasında gökle yer arası kadar fark vardır.
Hâl böyleyken kelâmcıların, kendi disiplinleri çerçevesinde zihinsel faaliyetlerde bulunurlarken felsefî konuları Kur'ânî hedeflere uyarladıkları nasıl söylenebilir? Kaldı ki, kelâmcılar ilk kez ortaya çıktıkları günden zamanımıza kadar felsefecilerle ve ariflerle mücadele etmişlerdir. Kitaplarında ve risalelerinde yazılanlar, aralarındaki tartışmalara ilişkin olarak nakledilen olaylar bunun en somut kanıtıdır.
Aslında bu değerlendirmenin dayanağı, bazı oryantalistlerin; "Felsefenin İslâm dünyasına tercüme edilmesi, Müslümanlar arasında kelâm biliminin doğmasına yol açtı." şeklindeki savlarıdır. Bunu söyleyen kişi kelâmın ve felsefenin anlamını, iki bilim dalının amacını, kelâm biliminin ortaya çıkışını gerektiren objektif koşulları bilmeden konuşmaktadır. Bu, karanlığa taş atmaktır.
Bütün bunlardan daha tuhaf olanı, bunları söyledikten sonra şunları söylemesidir: "Kelâm ve felsefe arasında temel fark şudur: Kelâmî araştırma, dinsel yönü de gözeterek Allah ve meatla ilgili meseleleri kanıtlamayı amaçlayan bir araştırma türüdür. Buna karşılık felsefî araştırmalar, dinsel boyuta önem vermeksizin bu tür bir hedefe yöneliktir." İddia sahibi, bunu bir kanıt gibi ele alarak mantıksal ve akılsal ilkelerin esas alındığı bir zihinsel eylemin dinsel eylemle, dinin onayladığı meşru yöntemle bağdaşmadığını söylemektedir.
Bu şahıs, böylece gittikçe bozuk anlayışlarına derinlik kazandırmıştır. Çünkü bu alanda bilgi sahibi olan herkes bilir ki, iki bilim dalı arasında bu tür farktan söz eden kimse, şu hakikata işaret etme amacındadır ki, kelâmî araştırmalarda esas alınan kıyaslar, cedel amaçlıdır. Kabul edilen öncüllerden (meşhur ve muhatap yanında varlığı kabul edilen öncüllerden) uluşur. Çünkü kelâm bilgisinde bu tür önermelerin amacı, tartışılmaz ve kesin gözüyle bakılan meselelere ilişkin kanıtlar sunmaktır. Ama felsefî araştırmalarda esas alınan kıyaslar, burhan amaçlıdır ve bunlarla güdülen amaç hak olanı kanıtlamaktır, varlığı kabul edilen bir tasımı ispatlamak değil. Bu ise, iki yöntemden biri (kelâm yöntemi) dinsel bir yöntemdir; diğeri ise (felsefe), dinsel yöntemle çelişki içindedir; hak bile olsa dine itibar etmez, demekten ayrıdır.
Mantık, felsefe ve irfan bağlamında sözünü ettiği problemlere gelince; daha önce mantık bilimine yöneltilen eleştiriler üzerinde durduk. Felsefe ve irfanın konusu ile ilgili olarak söylenenler, eğer onlarda mevcut olan, yapılan açıklama ve bu şahsın anlayışı tarzında bir şeyse ve bunların hak dinle açıkça çeliştiğini ortaya koymuşsa, bunların batıl olduğundan kimse kuşku duymaz. Bunlar felsefî araştırma yapanların ve irfan mesleğini izleyenlerin hezeyanları ve yanılgılarıdır. Ancak bir disiplinin izleyicilerinin hezeyanları, sürçmeleri ve doğru yoldan sapmaları, o disipline fatura edilmez. Bir kusur varsa, araştırmayı yapan kimselerindir.
Bunu söyleyenin kelâmcılar arasında yaşanan ihtilaflara bakması gerekir. Eş'arîsi, Mutezilîsi ve İmamiyesiyle her biri farklı bir görüşü savunmaktadır. Bu ihtilaflar tek kelime olan İslâm dininin çeşitli bölümlere bölünmesine yol açmıştır. Daha ilk dönemlerden itibaren yetmiş üç fırka ortaya çıkardı. Sonra her fırka kendi içinde bölündü. Belki de her bir temelin ayrıntıları sayı bakımından temellerden eksik değildir.
Şimdi bunu göz önünde tutarak söyleyin bakalım; bu ihtilafları, din yolundan ayrı bir yol mu meydana getirmiştir? Bir araştırmacı buna dayanarak dinin ve yönteminin batıl olduğunu söyleyebilir mi?
Ya da öbürleri (mantık vs.) açısından geçerli olmayan, ama berikiler (kelâmcı gruplar) için geçerli olan bir mazeretten ya da öbürlerin aşağılık oluşlarını gerektiren, ama berikiler için böyle bir nitelemeyi gerektirmeyen bir gerekçeden mi söz edilecektir? [Kelâmcılarla ilgili ileri sürülen cevaplar, aynen mantık ve felsefe için de geçerlidir.] Bu bağlamda kelâm bilimi fıkıh bilimine benzer. O da çeşitli gruplara ve taifelere bölünmüştür. Sonra her grup bizzat kendi içinde bölünmeler yaşamıştır. Birçok bilim ve disiplini buna örnek gösterebiliriz.
Yukarıdaki iddiayı seslendiren şahsın bütün sözlerinin sonucu olarak ortaya koyduğu "kullanıla gelen tüm yöntemler batıldır. Yalnızca kitap ve sünnet esaslı yöntem doğrudur. Dolayısıyla bu, dinî yöntemdir" gibi sözlerine gelince; bunu savunan kişinin anımsama, tezekkür yöntemini benimsemekten başka seçeneği kalmıyor. Bu da Yunan filozofu Platon'un [İslâm felsefesinde Eflâtun diye anılır] felsefesidir. Bu anlayışın özü şudur: İnsan eğer nefsanî tutkulardan soyutladıktan, takva süsünü takıp ruhsal erdemlerle bezendikten sonra bir hususla ilgili olarak nefsine müracaat ettiğinde, o hususla ilgili gerçekliği bütün çıplaklığıyla görür.
Tezekkür yöntemiyle ilgili olarak söylenen budur. Yunan'da ve başka yerlerde önceki kuşak filozoflardan bu kanaatte olanlar vardı. Bazı Müslümanlar ve batılı kimi filozoflar da bu görüş etrafında birleşmişlerdir. Ne var ki, bu düşünceyi savunanların farklı açıklamaları olmuştur.
Bazılarına göre açıklaması şudur: İnsanî bilgiler fıtrîdir. İnsan için bu ilimler hazır hâldedir. Fiilen onunla beraberdir ve bu durum ilk varoluş anından itibaren böyledir. Dolayısıyla insan için yeni bir bilginin meydana gelmesi, insanın onu anması anlamına gelir.
Bu felsefî düşünceyi benimseyenlerden bazıları bunu şu şekilde yorumlamışlardır: Maddî uğraşılardan sıyrılarak nefsin özüne yönelmek, gerçeklerin gün yüzüne çıkmasına yol açar; ama bu, bilginin bundan önce fiilen edimsel olarak insanla beraber var olduğu anlamına gelmez. Aksine bilgi, güç ve bilkuvve olarak mevcuttu. Bu bilginin edimsel hâle gelişi durumu, gaflet hâlinde insandan ayrılan, anımsama anında insanla bütünleşen, insan nefsinin derinliklerinde ve batınındadır. İrfan ve işrak ehli dediğimiz grupların ve çeşitli dinlerden olup da onların görüşlerini paylaşan toplulukların görüşleri bundan ibarettir.
Diğer bir grubun bu anlayışa getirdiği yorum ise, irfan ehli dediğimiz akımın yaklaşımını andırmaktadır; ancak bunlarda takva duygusuna sahip olmak ve teoride ve pratikte şeriata uymak şarttır. Önceki dönemlerde ve günümüzde yaşayan bazı İslâmî grupları buna örnek gösterebiliriz. Bunlara göre şeriata tâbi olmayı şart koşmuş olmaları, kendilerini âriflerden ve tasavvufçulardan ayıran bir kriterdir. Ama bu şartı koşma noktasında âriflerin kendilerinden çok önce olduklarının farkında değildirler. Bu gün elde bulunan ve itibar edilen kitapları bunun tanığıdır.
Şu hâlde bunların söylediği tasavvufçuların söylediklerinin aynısıdır. Aradaki tek fark, şeriata tâbi oluşun niceliği ve tâbi olmanın anlamının somut ifadesi üzerinde odaklaşmaktadır. Söz gelişi bunlar, şeriata tâbi oluş bağlamında salt nassın zahirini esas alan bir aşamayı öngörürler. Bu da gösteriyor ki yöntemleri, tasavvuf yöntemi ile ahba-rîlik yönteminin izdivacının ürünüdür. Tezekkür yöntemine ilişkin yorumlar bu söylediklerimizle sınırlı değildir.
Tezekkür=anma teorisi, eğer mantıksal ve aklî ilkelere dönüşü geçersiz kılma eğilimine dönüşmüyorsa, genel olarak doğru bir teori değildir diyemeyiz. Çünkü insan kimliğiyle var edildiğinde kendi zatının, güçlerinin ve illetlerinin bilincinde olarak var edilir. Bunlara ilişkin ilmi, ilm-i huzurî [sezgisel bilgi]dir. Bununla beraber, insan sezgisel bilgiyi husulî bilgiye [duyularla elde edilen bilgiye] dönüştürme gücüne de sahiptir. Fiilin kaynağı olan hiçbir güç yoktur ki, fonksiyonunu icra etmesin. Bu bakımdan insan, varlığının ilk evrelerinde birtakım bilgiler barındırır özünde. Bunlar zât açısından ondan geri olmakla beraber, zaman açısından onunla beraberdir. Bunu iyice kavramalısın. Aynı şekilde bir insanın maddî ilgilerden bir parça soyutlandığı zaman birtakım bilgiler elde edeceğini de kimse inkâr edemez.
Şayet tezekkür=anma teorisi ile, mantıksal ve aklî ilkelere dönüşün beraberinde taşıdığı sonuç geçersiz kılınmak isteniyorsa; şöyle ki, birbirleriyle uyumlu açık seçik öncüllerin bunların sonucu sayılan şeye bilgi açısından insanı, güç ve bilkuvve durumundan bilfiil ve edimsel düzeyine çıkarması olumsuzlanıyorsa veyahut maddî uğraşılardan sıyrılarak nefse dönüş anlamına gelen tezekkür=anma birtakım sonuçlar elde etmek için bilimsel öncüllere ihtiyaç gerektirmeyen bir durumdur, şeklindeki bir çıkarsama kastediliyorsa, bu, hiçbir makul anlamı olmayan bayağı bir görüştür. Mantıksal ve aklî ilkelere başvurmayı iptal etme anlamında tezekkür=anma teorisi birçok açıdan yanlıştır:
Birincisi: İlimler ve beşerî bilimler üzerinde yapılacak derin bir etüt, şu sonucu ortaya çıkarmıştır ki, beşerî bilimlerin tasdikî [yargı nitelikli, yani herhangi bir şeyi olumlayan ya da yadsıyan düşünsel edim] olanları, tasavvurî [tasarım nitelikli] olan bilgilere dayanır. Tasarım nitelikli bilgilerse, ya duyulara dayalı bilimlere münhasırdırlar ya da bir şekilde duyulardan soyutlanmışlardır.[1]
Öte yandan tasım ve deney şunu kesin olarak ortaya koymuştur ki, bir duyudan yoksun olan kimse, ister yargı nitelikli, ister tasarım nitelikli, ister bedihî [açık], ister nazarî olsun bu duyuya dayanan bütün bilimlerden yoksun olur. Şayet bilimler bilfiil olarak insan kimliği ile varolmuş olsa idi, varsayılan yoksunluğun bunun üzerinde bir etkinliği olmaması gerekirdi. Kuşkusuz, körlük ve sağırlık gibi durumlar anmaya engel olgulardır, demek de, bu görüşten yani, maddî ilgilerden sıyrılmak suretiyle nefse başvurmak, unutmanın bertaraf edilmesi suretiyle anmanın gerçekleşeceği yönündeki söylemden dönmenin değişik bir ifadesidir.
İkincisi: Tezekkür=anma teorisini ancak bu türün bazı bireyleri başarabilirler. Geride kalanları ise, yaşamsal amaçları bazında bileşim ve buna bağlı sonuçlandırma yasasına göre hareket ediyorlar. Bu yasayı izleyerek binlerce doğru sonuçlara varırlar. Bütün bilim ve sanat dallarında süreç bu şekilde işler. Bu realiteyi inkâr etmek, tek kelimeyle büyüklenmedir. Bu realiteyi rastlantıyla yorumlamak ölçüsüzlüğün ta kendisidir. Dolayısıyla bu kurala göre hareket etmek, insanın fıtratının bir buyruğudur, insan buna bigane kalamaz. Canlı türlerinden herhangi birinin bir fitrî ve tekvinî=varoluşsal özellikle donatılması, sonra da bunun gereği olan eylemlerinde sonuçsuz kalması ve bu yöndeki çalışmalarında başarısızlığa uğraması imkânsızdır.
index | next |