Artık sana gelen bunca ilimden sonra onun hakkında seninle çekişip tartışmalara girişirlerse, de ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım, biz bizzat gelelim, siz de gelin. Ondan sonra karşılıklı lanetleşelim de Allahın laneti yalan söyleyenlerin üstüne olsun. (Al-i İmran/61)
Bütün İslam mezhepleri (hatta Hariciler dahi) Peygamberin Necran Hristiyanları ile mübahale etmeye giderken kadınlardan Hz. Fatıma (a.s), evlatlarından Hasan ve Hüseyin (a.s), kendi nifislerinden ise değerli kardeşi ve Ona karşı Harunun Musaya karşı olan nisbetini taşıyan Hz. Ali (a.s) dışında hiç kimseyi götürmediği hususunda ittifak etmişlerdir. Dolayısıyla da bu ayet-i şerifede kastedilenler ve de mübahele etmeye Peygamber ile gidenler sadece bu beş kişi idi. Bu ise hiç bir İslami fırkanın ve islam tarihinden azıcık haberdar olan bir kimsenin şüphe veya inkar edemeyeceği zaruri meselelerden sayılmaktadır[1]
Halbuki Peygamberin (s.a.a) eşleri de O hazretin evinde hazır bulunuyorlardı. Ama onların hiçbirisini bu büyük iş için davet etmedi. Hakeza Peygamberin (s.a.a) halası, cedlerinin yadigarı olan Safiyyeyi ve Peygamberin (s.a.a) hüzün ve kederini gideren ve müslümanlar arasında inci gibi parlayan amcası Ebu Talibin özel bir değer ve makama sahip kızı ümmü Haniyi ve müslümanlar arasında şeref ve yücelik örnekleri sayılan diğer hiçbir kadını ve yine üç halifenin eşlerini ve diğer muhacir ve ensarın kadınlarından hiçbirini bu önemli mesele için davet etmedi.
Seçilmiş inciler mesabesinde olan Haşim oğullarından, cennet gençlerinin iki efendisi Hasan ve Hüseyinden başka aralarında çok fazilete sahip olan o kadar ashabın evlatlarından hiçbirini seçmedi. Ali (a.s)ı da Peygamber, canı ünvanıyla seçi. Hatta peygamberin yanında büyük bir makamı olan[2] Kureyşin değerli şahsiyetlerinden sayılan ve de Haşimoğullarının büyüğü bilinen Peygamberin amcası Abbası bile bu önemli iş için seçmedi.
Genel olarak Resulullahın (s.a.a) akrabaları ve yakınları ile diğer müslümanlar, hatta İslamda, uzun ve parlak bir geçmişi olan kimseler dahi mübahale işine seçilmediler. Habluki hepsi de Peygamberin (s.a.a) huzurunda ve müşahede ettiği bir yerde idiler.
Fahri Râzinin Tefsir-i Kebirinde tasrih ettiği gibi o gün Peygamber üzerinde siyah, yünden dokulu bir parçayla, mübahale için şehirden dışarı çıktı. Hüseyini şefkat dolu kucağına almış ve Hasanın da ellerinden tutmuştu. Hz. Fatıma (a.s) hazretin ardından, Alide (a.s) Fatımanın (a.s) ardından hareket ediyordu. Peygamber onlara şöyle buyurdu: Ben Allaha dua ederken siz de amin deyin.
Necran hristiyanlarının psikoposu bu heyetin böyle bir azamet ve haşmetli hallerini görünce hristiyan cemaate dönerek şöyle dedi:
Ben öyle çehreler görüyorum ki eğer Allahtan bir dağın yok olmasını dahi isteseler Allah onların duasına icabet edecektir. Sakın bunlarla mübaheleye girişmeyin, zira kesinlikle helak olursunuz. Öyle ki kıyamete kadar yeryüzünde bir tek hristiyan bile kalmaz.[3]
Gerçekten de o hassas durumu göz önüne aalan bir insan şaşırıp, peygamber ve ehli beyti mübahele için geldikleri anda necran hristiyanlarını, ileri gelenlerini ve dini ve dünyevi işlerde önderlerini saran dehşet ve korkuyu iyice incelerse Muhammed ve Ali Muhammedin (s.m.) görenleri hayrete düşüren ilahi bir azamet ve celalete sahip olduklarını ve her şeyin onların ilahi ve manevi vekar ve heybeti mukabilinde değersiz ve küçük kaldığını en açık bir şekilde görebilir[4] Acaba kahramanları görmüyor musun! Nasıl da kükreyen arslanlara benzeyen, kahraman altmış atlının korkudan vücutlarını bir titreme sarmış, dizlerinin bağı çözülmüş ve kalpleri duracak gibi olmuştu. Büyükleri olan psikopos da mezkur tarihi sözleri söylemiştir.
Bu da düşmanlarının O mübarek yüzlere ilk bakışlarında anladıkları ruhani ve ilahi azamet ve celaletten başka bir sebeple değildir. sanki celalet, azamet ve yücelik, Allaha yakınlık ve keramet onların mübarek alın çizgilerine ilahi bir nurla yazılmış ve nurlu yüzlerinden parlıyordu. Ve ben böyle yüce bir makamı olduğu gibi değerlendirmeyen bir müslümana gerçekten şaşarım.
Bu meselede Peygamberin Ehl-i Beyti yani Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (a.s) için üç fazilet göze çarpıyor:
1- Resulullah mübaheleyi onlar vesilesiyle yapıyor ve onlara ben dua ederken siz de amin deyiniz diye buyuruyor. Bunun kendisi çok büyük fazilettir.
2- Onların bu önemli ve büyük iş için seçilmesi ki onca başka bir fazilettir ki ne önceki ne de sonraki müslümanlardan kimse böyle bir üstünlüğe erememiştir.
3- Onlar vesilesiyle gerçekleşen bu mübahale ile ilgili olarak ayet nazil olmuş ve Allah-u Teala peygambere bu önemli işi onların vesilesiyle yapmasını emretmiştir. Bu da mübahele meselesine daha bir önem ve özellik, Ehl-i Beytin pak şahsiyetlerine de daha bir üstünlük ve azamet kazandırmıştır.
Burada belağat alimlerinini ve Kuranın ilmi hakikat ve sırlarının değerini bilen kimselerin de tevecüh ettiği belagat ilmiyle ilgili edebi bir nükteyi zikretmek istiyoruz. O da şudur: Ayette yer alan üç cümlenin hepsi de çoğul (oğullarımız, nefislerimiz ve kadınlarımız edatı ile beyan edilmiştir. Beyan ilmi alimlerinin söylediği gibi cem (çoğul) bir kelime, başka bir kelimeye izafe edilince de istiğrak (tüm, umumi) manası anlaşılır.Binaenaleyh bu cümlelerin manası şöyledir: tüm çocuklar, tüm nefisler ve tüm kadınla. halbuki müslümanların çocuklarından Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, nefislerinden Hz. Ali ve kadınlarından da Hz. Fatımadan başka hiç kimse mübahelede bulunmalıdır. O halde neden bu büyükler hakkında cem (çoğul) ve umumu ifade eden edat kullanılmıştır?
Çoğul edatının onlar hakkında kullanılmasının sebebi şudur: Bu büyük şahsiyetler, İslam dinini temsil edenler ve İslamın bariz ve aç ık hüccetleri, beşer fertlerinin en kamili ve insanlık aleminin en seçkini ve seçkinlerinin en üstünleriydiler. masum yüzlerinden İslam ümmetinin diğer fertlerinden hiç birinde görülmeyen bir ruhaniyet ve maneviyat nuru müşahede edilen kimselerdi bunlar. İbaret ve Allaha kulluk makamında, mutlak manada halis bir kalp ve riyadan uzak bir gönülle sahip olanlar da yine bunlardı. Dolayısıyla da onların mübahele olayına davet edilmesi ve onların da aktılması, tüm müslümanların mübaheleye iştiraki anlamına geliyordu. Böylece Onların duadan sonra amin demesiyle, tüm müslümanların amin demesine gerek kalmıyordu.
İşte bu yüzden onlar hakkında, izafe edilince istiğrak manasını ifade eden çoğul edatı kullanılmıştır.
Kuranın sırlarını inceleyen ve dikkatle araştıran herkes görür ki bahsedilen ayete, hemen hemen aşağıdaki şiirde ifgade edilen mana dile getirilmektedir:
İhali kudoretten değildir uzak,
toplasın alemi tek bir şahısta.
İşte bu yüzrden Zemahşeride Keşşafta mezkur ayetin tefsirinde şöyle diyor:
Burada göze çarpan önemli nüktene biri de şudur: Zikredilen ayetten Hz. Ali (a.s.) için de özel bir imtiyaz beyan edilmektedir. Hz. Alinin (a.s) diğer faziletleri içinde en büyük ve önemli olanı da budur aslında.
Hz. Ali (a.s) diğer menkıbeleri de bu faziletin karşısında önemini kaybeder. Bu ayet Hz. Aliye (a.s) nefisler ve Peygamberin neefsi olarak hitap etmiştir. Gerçekten de bu çok büyük bir makam ve mevkidir ki dost ve düşman herkesi şaşırtmaktadır. Tüm insanların bu makama imrenmesi de gerçekten yerinde ve haklı bir şeydir.
Bu Allahın bir fazlıdrı. Onu dilediğine verir.
Allahın lütfu boldur. O her şeyi bilir. (maide, 54)
Eğer değerli okuyucu dikkat edecek olursa, Kuranın Aliyi (a.s.) Peygamberin (s.a.v) canı ve nefsi olarak tavsif etmesinin sebebinin, O hazretin İslam ümmetinin en faziletli bir ferdi ve bütün hayadında ve vefatından sonra da peygambere en yakın bir şah9iyet olduğunu anlamakta zorluk çekmez.
Kuranda zikredilmekle ebediyet kazanıan bu büyük fazileti Ehl-ibeyt dostları tasrih etmişler ve düşmanları da bunu inkar edememiş ve görmezlikten gelememişlerdir.
Hatta en şüphe götürmez gerçeklerde dahi şüphe icad eden ve esas en, şüpheci bir özellik taşıpyan Fahr-i Razi gibi bir şahıs bile, mezkur ayetin, Hz. Alinin (a.s) faziletine delalet ettiğinde şüphe icat edememiştir.
O, sadece bahsedilen mübahele ayetinin Alinin (a.s) geçmiş peygamberlerden üstün olduğuna da delalet ettiğine inanan mahmud b. El-Hasanın sözüne itiraz etmektedir. Fahr-i razi, Mahmud b. El Hasanın bu görüşüün reddederken bu ayetten Alinin (a.s) İslam ümmetinin en faziletli bir ferdi olduğunun anlaşıldığını da kabul etmektedir.
Şimdi de Fahri Razinin Mahmud b. El Hasana yaptığı itirazı aynen naklediyşoruz:[5] Rey şehrinde Mahmud b. El Hasan adında birisi vardı. bu şahıs Şiilerin öğretmeniydi. Mahmud, Hz. Alinin (r.a.) İslam peygamberi (s.a.v.) dışında diğer tüm peygamberlerden üstün olduğuna inanıyordu. Bu iddiasını ispat etmek için de mübahele ayetini delil olarak gösteriyordu. Bu ayette Aliye peygamberin nefsi olarak hitab edilmiştir. Zira nefislerimizden maksad bizzatpeygamberin kendisi değildir. Çünkü hiç kimse kendini bir şeye davet etmez. Belki maksad başlarıdır. Aynı zamanda bu başkasının da Ali (r.a) olduğu hususunda tüm alimler ittifak etmiştir.
Binaenaleyh ayet, Alinin (a.s) nefsinin peygamberin nefsi olduğuna açıkça delalet etmektedir.[6] Diğer taraftan şu da malumdur ki, iki nefis ve can birbirinin aynısı olamazlar. Belki maksad bu ikisinin birbirinin eşi ve benzeri olmasıdır.
Alinin peygamberin bir benzeri olmasının gereği de Alinin tüm işlerde peygamber ile eşit ve musavi olmasını gerektirmektedir. Ancak bu umumi eşitlik, peygamberlik ve üstünlük konusunda söyhenemez. Çünkü deliller gereğince Alinin nübüvvet sahibi biri olmadığını herkes biliyor. Ve yine peygamberin Aliden daha üstün ve faziletli olduğu hususunda ittifak edilmiştir. Bu iki husus dışında genel eşitlik geçerlidir.
Bu yüzden Peygamberi Hatemin ittifakla önc eki nebilerden üstün olması, Alinin de diğer nebi ve peygamberlerden üstün olmasını gerektiriyor.
Fahr-i Razi, Mahmud. b. El Hasanın istidallerini işte böyle nakletmektedir. Eğer okuyucular dikkat edecek olursa görecektir ki Fahr-i razi de Hayye alel felah nidasını yükselterek bu ayetin Ali için büyük bir fazilet sebebi olduğunu güzel bir şekilde açıklamıştır.
Dolayısıyla da şianını görüşünü tasdik etmektedir. O, şianını geçmiş ve şimdiki alimlerinden naklettiği bu sözü tartışmamaktadır. O, sadece icmayı söz nokusu ederek mahmud b. el Hasanın görüşüne karşıdır. Halbuki mahmud ve taraftarları da razinin görüşüne karşıdırlar.
Ey Ehl-i Beyt! Allah sizen her çeşit pisliği, suçu gidermek ve sizi tertemiz bir hale getirmek diler. (Ahzab, 33).
Şüphesiz ki Allahın tertemiz kıldığı ve her türlü pisliği giderdiği şahıslardan maksat, beş zat yani Al-i Abâdır. Bu da bu beş zatın mahlukatın en üstünü ve yeryüzündeki tüm insanların faziletlisi olduklarının en büyük delillerindendir. Bu beş değerli zat ise Resulullah (s.a.a) Hz. Ali (a.s) -ki Kuranda Resulullahın nefsi olarak vasıflandırılmıştır-, Pğeygamberin bir parçası ve aynı zamanda rızası, Peygamberin rızası: gazabı da peygamberin gazabı olan Hz. Fatıma (a.s) ile nübüvvet bahçesinin iki gülü ve cennet gençlerinin efendisi ve şehid olan Hz. Hasan ve Hüseyinden (a.s.) ibarettir.
Kesin deliller ve apaçık burhanlar da cübbe (aba) altında toplananların ve haklarında bahsedilen ayetin nazil olduğu kimselerin bu beş mukaddes zattan ibaret olduğunu ispatlamaktadır.[7]
Bunlardan başka hiç kimse bu önemli işe katılmamış ve bahsedilen Abânın altında bunlardan başka hiç kimse girmiştir.
Celaluddin-i Suyuti Ed Durr-ul Mensur adlı kitabında[8] mezkur ayetin tefsirinde muhtelif senetlerle ayetteki Ehl-i Beytten muksadın bu beş mukaddes zat olduğuna delalet eden yirmi rivayet nakletmektedir.
Bu babda Peygamberden nakledilen rivayetlerden birini zikretmek yeterlidir. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmaktadır.[9] Bu ayet, beş kişi hakkında nazil olmuştur. YAni ben, Ali, Hasan, Hüseyin, ve Fatıma hakkında...[10]
Bütün İslam mezhepleri bu hususta ittifak etmişlerdir ki bir gün peygamber, Hasan, Hüseyin, Ali ve Fatımayı (aleyhimusselam) bir araya topladı ve hepsini kendisi de dahil cübbesinin altına aldı. Bu ameliyle kendilerini diğerlerinden tamamıyla ayırda ki artık sahabe veya Peygamberin yakınlarından birisi de bu önemli işe katılmasın. Daha sonra da haklarında nazil olan bu ayet-i şerifeyi okudu. Ey Ehl-i Beyt! Gerçekten de Allah sizden her çeşit pisliği, suçu gidermek ve sizi tertemiz bir hale getirmek diler. (Ahzap, 33).
İslam Peygamberi, Ehl-i Beytini cübbesi altına topladı ki bu vesileyle hakikatin çehresindeki tüm şek ve şüphe perdeleri kalksın ve değerli inciler sedeften ayrılsın ve insanlar bu mukaddes zatların makam ve mevkisini anlasınlar.
Tathir ayetinin nazil olmasıyla da onların nurani ve melekuti hakikati bir daha açığa çıktı ve bu velayet yıldızlarının nuru daha da bir ışıklandı ve parlamaya başladı.
Gerçekten de bu nurlu hakikatleri daha da iyi tanıttığı için Allaha şükran borçluyuz.
Ayrıca Peygamber bu kadarla da iktifa etmedi. Mezkur ayetin bu beş zat hakkında nazil olduğunu önemle vurgulamak için mübarek ellerini cübbenin altından altından dışarı çıkararak gökyüzünü doğru açtı ve şöyle buyurdu:
Allahım bunlar benim Ehl-i Beytimdir. Bunlardan her türlü pisliği (günahı, suçu) gider ve onları tertemiz kıl. Sonra da aynı cümleyi defalarca tekrar etti.
Bu olay, Peygamberin eşi Ümmü Selemenin evinde vuku bulmuştur. Ümmü Seleme de bu olaya bizzat çok yakından tanık olmuş ve Resulullahın (s.a.a) tatlı ve manalı sözlerini çok yakından duymuştu. Ümmü Seleme, Peygambere şöyle dedi: Ey Resulullah, acaba ben de sizden miyim? Sonra da cübbeyi kenara iterek, altına girmek istedi. Ama Peygamber Onun elini kenara iterek cübbesinin altına girmesine engel oldu ve Ona şöyle buyurdu: Sen hayr üzeresin.[11] Yani sen hayırlı ve iyi bir kadınsın (ama Ehl-i Beytimden değilsin.)
Ey Resulullahı tanıyan ve Onun ismet ve hikmet derecesinden haberdar olanlar, sözlerine ve yaptıklarına değer biçenler, Peygamberin ayeti kerimeyi tebliğ ederken bu zatları abanın altına toplamasına, onları diğerlerinden ayırt etmesine, ayette bunların kastoluluduğunu tekidle vurgulamasından başka bir açıklık getirebilirmisiniz?
Peygamberin buyurduğu Ey Allahım, bunlar benim Ehl-i Beytimdir. Her türlü pisliği onlardan gider ve onları tertemiz kıl. sözlerinden bu ayetin beş zata ait olmasından başka bir şey anlıyor musunuz?
Acaba azamet ve makam sahibi olan Ümmü Selemenin elinden abayı çekmesi ve cübbenin altına girmesine engel olmasından, mezkur sözden başka bir şey anlaşılıyor mu? Nereye gidiyorsunuz? Ne yapmak istiyorsuzun? Allah, Peygamberin tavsifinde şöyle buyuruyor: Şüphe yok ki Kuran büyük bir elçinin sözüdür, kuvvetlidir, Arş sahibinin katında kadri yüce, itaat edilir, emniyetlidir de sizinle konuşan, deli değildir ki Ehl-i Beytini cübbenin altına toplamas aber bir iş, buyurmuş olduğu ey Allahım bunlar benim Ehl-i Beytimdir... sözü, hezeyan ve Ümmü Selemenin cübbenin altına girmesini engellemesi faydasız bir şey olsun. (Haşa).
Peygamber, kendi istek, düşünce ve tutkularına göre konuşmaz. Bu yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir. Ona Şedid-ul Kuvâ olan Cebrâil öğretmiştir.
Elbette Ehl-i Beytin cübbe altında bir araya toplanması defalarca vaki olmuştur. Peygamber-i Ekrem bu ameli birkaç defa tekrar etmiştir. Öyle ki bazıları zikredilen ayetin de birkaç defa nazil olduğunu zannetmişlerdir.
Ama doğrusu şudur ki mezkur ayet bir defadan başka nazil olmamıştır. Ama maslahat gereği bu amel birkaç defa tekrarlanmıştır. Yani bir defa ayetin nazil olduğu Ümmü Selemenin evinde[12] ve bir defasında da büyük İslam kadını Fatımanın (a.s.) evinde her defasında bir araya toplandıklarında Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) Mezkur ayeti de tilavet ediyordu, ta kalpleri sayahlaşmış şüphe icad edenlerin sesini boğazlarında hapsetsin. Peygamber tathir Ayetinin sadece bu büyük zatlar hakkında nazil olduğunu ve başkalarını kapsamadığını anlatmak için elinden gelen her şeyi yaptı.[13] Öyle ki bunu ilan ederken fitnecilerin çeşitli fitne yollarına, nasibilerin hezeyanlarına yer bırakmadı. Hatta ayet nazil olduktan sonra da Resulullah sabah namazına giderken Hz. Fatımanın (a.s.) kapısının önünden geçiyordu ve şöyle buyurdu: Ey Peygamberin Ehl-i Beyti namaz vartidir. Şüphesiz ki Allah sizden her türlü pisliği gidermek ve sizleri tertemiz kılmak istemektedir.
Enese göre[14] altı ay, İbn-i Abbasa göre yedi ay ve Nebani[15] ve diğerlerinin naklettiğine göre de sekiz ay boyunca Peygamber hak ortaya çıksın diye bu ameli tekrar etmiştir.
Bunca açık beyanat ve vazih delillerle hakikatın gün ışığına çıktığını ve bu hususta hiçbir şek ve şüpheye yer kalmadığını zannediyoruz. Basiretli ve hakikat ehli kimseler için hiç bir şüpheye yer kalmasa gerek.
Ama Ehl-i Beyt düşmanları, yani Beni Ümeyye ve Hariciler büyük zahmetlere katlanarak bu hakikat karşısında gözelirini kapatarak hakikatın nurlu güneşini görmezlikten gelmeye çalıştılar. Herbirisi bir yol tutarak inat üzere şöyle dediler: Bu ayet Peygamberin eşleri hakkında nazil olmuştur. Kendi fasid ve yanlış görüşlerini isbat etmek için de ayetin zahiri akışına bakıp delil getirerek şöyle dediler:
Ehl-i Beyt yani Peygamberin eşleri, Zira onlar da Peygamberin ailesi idiler.
Ehl-i Beytin katı düşmanlarından olan İkrime ve Mukatil b. Süleyman bu hususta oldukça ısrar ve inatçılık ediyordu.
Özellikle de İkrime bu hususta çok inatçı biriydi. Pazar ve çarşılarda geziyor ve feryad ederek bu ayetin Peygamberin eşleri hakkında nazil olduğunu söylüyordu.[16] O bu ayetin Ehl-i Kisa ile hiçbir ilgisi olmadığını beyan ediyor ve bu iddiasını ispat etmek için de ayetin zahirini delil gösteriyordu.
İkrimenin bu işi beklenmeyen bir şey değildir. Zira O Ali b. Ebi Tabilin en katı düşmanlarından biriydi ve halkı sürekli Hz. Aliden (a.s.) uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Yahya b. Bükeyr şöyle nakletmektedir: İkrime günün birinde Mısıra gitti. Oradan da Fasa gitmek istiyordu. O zamanlar da Fas, hiricilerin merkezi konumundaydı. Fas topraklarında olan hariciler, mezkur ayetin Peygamberin eşleri hakkında nazil olduğu görüşünü İkrimeden almışlardır.[17]
Halid b. İmran şöyle diyor:
Zilhiccenin ilk on günü Fasta idim. O zamanlar İkrime de orada bulunuyordu. İkrime şöyle diyordu: Keşke ben de Mekkede olsaydım ve tüm müslümanları kılıçtan geçirseydim. İkrime de haricilerden idi. Hariciler kendileri dışında tüm müslümanların küfrüne, kanlarının helal ve katlinin vacib olduğuna inanmaktadırlar.
Yakubi Hazremi de dedesinden şöyle naklediyor: Günün birinde İkrime mescidin kapısında durdu ve şöyle dedi: Bu mescidde kafirlerden başka hi kimse yok. Zira İkrime Ebaziye grubuna (Haricilerin aşırı bir kolu) mensub idi.
İbn-ul Medyenî de İkrimenin Necde-i Haruri fırkasından olduğuna inanmaktadır. Haruriler ise Emir-el Müminine en çok düşman olan harici fırkasıdır.
Mesab Zübeyri, İkrimenin haricilerden, Ata Onun Ebazi ve Ahmed b. Hanbel de Saferiyye kanadından (haricilerin gulatından) olduğuna inanmaktadırlar.
Eğer bu adamın mahiyet ve pisliği hakkında daha fazla bilgi elde etmek istiyorsanız, Eyyubun şu sözüne dikkat ediniz: İkrime, Kurandaki müteşabih ayetleri Allahın insanları saptırmak için nazil ettiğine inanıyordu!
İbn-i Ebi Şuayb şöyle diyor: Muhammed b. Sirinden İkrimenin halini sordum. Onun cennete girmesinden rahatsız olmam ama İkrime yalancı ve kazzab biridir dedi.
Vuhayb de şöyle diyor: Yahya b. Said-i Ensari ve Eyyubun yanında İkrimenin adı anılınca Yayha İkrime yalancıdır dedi. İbn-ul Müseyyibden İkrimeyi yalancı bildiği nakledilmiştir.
Abdullah b. Haris de şöyle diyor: Günün birinde Ali b. Abdullah b. Abbasın yanına vardım. İkrime zincirlenmiş durumdaydı. Ben Ona şöyle dedim: Acaba Allahtan korkmuyor musun? Bu esnada Ali b. Abdullah da şöyle dedi: Bu alçak adam (İkrime), babam Abdullah b. Abbasa yalan atarak bir takım nisbetlerde bulunmaktadır.[18]
İbn-i Müseyyibin Berd adında bir kölesi vardı. Ona şöyle diyordu: Sakın İkrimenin İbn-i Abbasa bir takım yalan şöyleri nisbet verdiği gibi sen de bana nisbet vermeyesin.
Abdullah b. Ömer de kölesine (nafile) aynı şeyi söylüyor ve Onu yalandan sakındırıyordu.
İbn-i Tavus da şöyle diyor:
Eğer İkrime takvalı biri olsaydı ve uydurma hadisler nakletmeseydi halk Ona yönelir ve Ondan da hadisler naklederlerdi.
İbn-i Zueybden naklolunmuştur ki: İkrimeyi gördüm ama Onu güvenilir birisi bulamadım. Yayha b. Saidden de şöyle naklolunmuştur: Allaha andolsun, bana dediler ki, Eyyubun yanında İkrimenin kâmil namaz kılmadığı söylenmiş. Eyyub, İkrime namaz da mı kılıyordu? demiş.
Muhammed b. Said de şeyle demiştir. ikrimenin bilgisi fazla idi. Ama hadisine güvenilmez. Çünkü halk arasında Onun hakkında bazı söylentiler vardır. Mutarrak b. Abdullah şöyle diyor. Duydum ki Malik, İkrimeden söz edilmesinden hoşlanmıyor ve Ondan rivayet edilmesini doğru bulmuyordu.
Ahmed b. Hanbel de Malikin bir mesele haricinde İkrimeden hadis naklettiğini görmedim demiştir. Muabbed-i Seneci diyor: İkrime ile bir şair olan Kesir İzze aynı günde öldüler. Halk İkrimenin cenazesini terkedip Kesirin teşyiine gittiler.[19]
Fazl-ı Şaybani de birisinden Onun kumar ve satranç oynayan biri olduğunu naklediyor. Yezid b. Harun şöyle diyor: İkrime Bosnaya geldi. Eyyub, Yunus ve Süleyman Onun yanına gittiler. Aniden bir musikisesi duyuldu. İkrime onlara susun dedi ve sonra da musiki dinlemeye koyuldu. Sonra da şöyle dedi:
Allah öldürsün onu, ne de güzel söylüyor!
Süleyman ve Yunus ondan sonra asla İkrimenin yanına dönmediler ve Ona güvenmiyor, Ondan hiçbir rivayet nakletmiyorlardı. Onun itibardan düştüğüne inanıyorlardı.
Bu konuda Zehebinin Mizanul İtidal kitabına bakınız. Dediklerimizin hepsi O kitapta mevcuttur. Bunlara ilave olarak Askalani Fethu-l Bârinin mukaddimesinde, İbn-i Hüllekan vefatında, Yakutur Rumi İrşadu-l Erib ila marifeti-i Edib kitabında.
Hülasa tüm rical ve dirayet alimleri İkrimeyi kötülemiş ve Onun güvenilir biri olmadını beyan etmişlerdir.
Şehristani de (Milel ve Nihal kitabında) haricilerin adını zikredince ilk önce İkrimeyi anmaktadır.
Mukatil de Hz. Ali b. Ebi Talibin (a.s) katı düşmanlarından idi. Sürekli Hz. Alinin (a.s) fazilet ve menkıbelerini saklamaya çalıyordu. İnsanları hakikatten habersiz bırakıyor ve bu yolda her türlü rezalete katlanıyordu. Yaptıklarının neticesinde de rezil oldu. İbni Lüllekan Vefayâtu-l Ayânında İbrahim Harbinin dilinden şöyle diyor:
Mukatil Alinin nurlu velayet çırağını söndürmek ve O hazrete mukabelede bulunmak için halka Arştan aşağı istediğiniz her şeyi benden sorun diyordu. Tesadüfen birisi Ona hac esnasından Ademin başını kimin traş ettiğini sordu. Mukatil bu hususta hiç bir şey diyemedi.
Zehebi de[20] Cevcaniden naklen bu hususta şöyle diyor: Mukatil yalancı ve de küstah biriydi. Ebul Yemandan duydum ki şöyle diyordu: Mukatil buraya geldiği gün sırtını kıbleye çevirerek şöyle dedi: Arşdan aşağı her ne isterseniz benden sorun. Aynı sözü Mekkede de tekrarladığını duydum. Orada hazır olanlardan biri Bana karıncanın bağırsakları nerededir anlat dedi. Zavallı Mukatil sustu ve hiçbir şey diyemedi. İbni Hullekan, Vefayat kitabında, bu hikayeyi Süfyan b. Uyeyneden naklen yazmıştır. Bunların yanısıra Mukatilin boş iddialarda bulunan biri olduğu beyan edildiği gibi inanç açısından da mürcie[21] ve aşırı müşebbihe[22] mezhebinin gulatından (aşırı gidenlerinden) olduğu söylenmektedir. İbn-i Hazm[23] ve Şehristani de Milel ve Nihal kitasında Onun mürcie olduğunu söylemektedir. Mizanu-l İtidal kitabında Ebu Hanifeden naklen şöyle denilmiş: Cahm, teşbihin nefyinde Allahın hiçbir şey olmadığını söyleyecek derecede ileri gitmiş. Buna karşılık Mukatil de teşbihi ispatlamada, Allahı mahlukata benzetecek derecede haddi aşmıştır.
Bundan daha ilginç olanı ise İbni Hullekanın Vefayatinden naklen Ebu Hatem b. Hayyan-i Bestinin şu sözüdür:
Mukatil, Kuran tefsiri hususundeki ilmini yahudilerden ve hristiyanlardan almıştır. Zira Onun Allahın sıfatları hakkındaki görüşü tıpkı yahudilerin inancına benzemektedir. Allahın zatının tıpkı mahlukat gibi olduğuna inanmaktadır. Bununla birlikte hadis nakli hususunda daha çok yalancı biridir.
Rical ve hadis ilmi alimlerinin İkrime ve Mukatil hakkındaki görüşlerinden bazı numuneler nakletmeye çalıştık.
Bu hususta bir takım daha açık görüş ve nazariyeler de vardır. Ama bu küçük kitaba sığmayacağı için bu miktarla yetiniyoruz. Eğer değerli okuyucu bunca rical ve hadis alimlerinin bu iki kişi hakkındaki görüşlerine dikkatlice bakacak ve üzerinde düşünecek olursa onların mahiyetini anlamakta zorluk çekmez.
Bunca hadis ve rical alimlerinin bu iki kişi hakkında naklettiğimiz görüşleri sayesinde hiçbir müphem ve belirsizliğin kalmadığına inanıyoruz. Böylece bu iki kişi itibar derecesinden düşmüş sayılır ve dolayısıyla da görüşleri batıldır. Özellikle mezkur konuda.
Aslında bu iki kişiye şaşırmamak gerekir. Zira sahib oldukları fazid inanç ve yanlık görüşleri hasebiyle bunlardan, Feygamberin Ehl-i Beytine kin ve düşmanlıktan başka bir şey beklenilmez. Ehl-i Beytin tüm fazilet ve menkıbelerini görmezlikten gelmiş ve onlar hakkında nakledilen tüm açık beyana ve rivayeleri kendi inançları doğrultusunda yorumlayıp tevil etmektedirler.
Evet, düşmanlık ve adavetin gereği budur. Ama aslında İkrime ve Mukatili iyice tanıtığı halde onlara itimad edenlere şaşırmak ve onları kınamak gerekir.
Bu iki kişinin durumunu açıkladığımız gibi onların temelden yoksun ve aslı astarı olmayan görüşlerini de beyan etmeye çalışacağız. Bunlar ayetin, zahirde Peygamberin eşleri hakkında nazil olduğuna inanmaktadırlar. Dolayısıyla da Ehl-i Beytten maksadın Resulullah (s.a.a) eşleri olduğunu söylemektedirler.
Ama bu oldukça zayıf bir iddiadır. Ama Nevadir-ul Usulun yazarı ile sair dü;şmanlar bu iddianın doğruluğunu ispat etmek için elinden geleni yaptılar. Ama ne yazık ki tüm zahmetleri boşa gitti.
Onların bu işte çaba harcamaları kendine ev yapmaya çalışan örümceğe benzer. Gerçek şu ki evlerin en dayanıksız olanı örümcek evidir; bir bilseler. (Ankebut, 41)
Şimdi ise apaçık deliller ile bu görüşün batıl olduğunu ispatlamaya çalışacağız:
1- Bu söz ulema istilahında nas karşısında içtihad etmektir. Yani bütün bu mütevatir rivayet ve apaçık beyanatlara rağmen, her şeye gözünü yuman ve önceki ayetler Peygamberin eşleri hakkındadır. O halde bu ayet de önceki ayetler gibi Peygamberin eşleri hususundadır. Zira ayetlerin akışı ve zuhuru bunu gerektirmektedir diye iddia ederse bu nas karşısında içtihat etmektedir aslında. Zira içtihad sahih nasların olmadığı zaman söz konusudur. Ama bu hususta mütevatir hadisler ile sarih naslar mevcutur. O halde içtihad etmek doğru değildir. Bu konudaki rivayetlerin bazısına işaret ettik.
2- Eğer bu ayet de önceki ayetler gibi peygemberin eşleri hakkında olsaydı cümleler arasında teniz zamirine riayet edilmesi gerekirdi. Yani Ankum ve yutahhirukum kelimesi yerine Ankunne ve Yuahhirukunne denilmesi gerekirdi. Nitekim Peygamberin hanımları hakkında olan önceki ayetlerde nüennes kipi kullanılmıştır.
O halde hitap kiplerinin müzekker lafzı suretinde kullanılması bu inancın batıl olduğunun delilidir.
3- Arapçada sözün güzellik ve belagatına sebep olan cihetlerden biri de birbiriyle irtibatı olan iki cümle arasında yabancı bir cümlenin yer almasıdır. Kuranda bu mesele oldukça fazla görülmektedir. Örneğin Allah-u Teala, Mısır Azizin karısına olan hitabını anlatırken şeyle buyuruyor: (Kocası) Doğrusu bu, sizin düzeninizden (biri)dir. Gerçekten sizin düzeniniz büyüktür. dedi. Yusuf sen bundan yüz çevir. Sen de (kadın) günahın dolayısıyla bağışlanma dile. (Yusuf, 28-29)
Bu ayetlerdeki Yusuf sen bundan yüz çevir ayeti önceki ve sonraki ayetlere yabancı bir ayettir. Yani onlardan ayrı bir cümledir.
Hekeza şu ayet (Belkıs) Dedi ki Gerçekten hükümdarlar bir ülkeye girdikleri zaman orasını bozguna uğratırlar. Ve halkından onur sahibi olanları hor ve aşağılık kılarlar. İşte onlar böyle yaparlar. Ben onlara bir hediye göndereyim de bir bakayım elçiler neyle dönerler. (Nehl, 34-35)
Bu ayetlerdeki İşte onlar böyle yaparlar önceki ve sonraki ayetlere yabancı bir ayettir. Zira bu ayet Allahın kelamıdır ki Belkısın sözleri arasında yer almıştır. Yani Allah Belkısın sözünü naklettikten sonra onu tasdik eder mahiyette İşte onlar böyle yaparlar buyurmaktadır.
Hakeza bu ayetlerde mezkur cihet söz konusudur:
Hayır yıldızların yer (mevki)lerine yemin ederim. Şüphesiz eğer bilirseniz bu gerçekten büyük bir yemindir. Hiç tartışmasız bu bir Kuran-ı Kerimdir. (Vakıa, 75-77)
Görüldüğü gibi şüphesiz eğer bilirseniz bu gerçketen büyük bir yemindir ayeti önceki ve sonraki ayete yabancı bir ayettir ki bu ayetin kendisi de yabancıdır. Yani onlarla ligisi yoktur. Yabancı ayet, yabancı ayet içerisinde gelmiştir. Arapçada buna muterize cümlesi denir.
Hem Kuran ve sünnette ve hem de fasih konuşan Arapların kelamında bu husus oldukça fazla görülmektedir. Bahis mevzumuz olan tathir ayeti de işte bu kısımdandır. Yani tathir ayeti de Resullahın eşleri hakkında nazil olan ayetler arasında muterize olarak yer almıştır.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nükte de şudur: Tathir ayetinin mezkur ayetler arasında muterize olarak yer almısının nüktesi ise beş mukaddes zatın makamına gösterilen inayet ve teveccühtür. Yani Allah-u Teala peygamberinin diliyle bir takım emir ve nehiylerde bulunuyor ve Resulullahın eşlerine öğüt ve nasihatlarda bulunuyor. Çünkü Allah, Pelgamberin eşlerinin Ehl-i Beytin kınanmasına, lekelenmesine veyahut münafıkların bunlara dil uzatmalarına vesile onlamalarını istemiyor. Yani bu beş mukaddes zatın takva, iffet ve şerafet dergahı her türlü kötülük pislik ve uygunsuzluklardan beri ve münezzeh olmalıdır.
Gerçekten de bu mesele büyük semavi kitap Kuranın mucizesinden ve apaçık belagat örneklerinden biridir. Eğer bu muterize cümle ayetlerin arasına getirihmeseydi Kuranın mucizesinden ve apaçık belagat örneklerinden biridir. Eğer bu muterize cümle ayetlerin arasına getirilmeseydi Kuranın bu yönü kâmil olmayacaktı.
4- Tüm müslümanlar Kuranın bugünkü şekliyle (tertibiyle) nazil olmadığı hususunda ittifak ve icma etmişlerdir. O halde ayetlerin tertib ve siyakı, sahih deliller ile boy ölçüşemez. Zira biz bu ayetlerin bugünkü terbiyeyle nazil olduğu hususunda emin değiliz. Dolayısıyla da ayein siyat ve tertibini tathir ayetinin de önce ve sonraki ayeler gibi Peygamberin eşleri hakkında nazil olduğununu şahidi olarak kabul edemeyiz.
Ayetin siyakından bu mananın istifade edilebileceğini farzetmesek bile nakledilen kesin ve sahih rivayetler sebebiyle ayetin zuhurundan el çekmeli ve zahirinin hilafına yorumlanmalıdır. Bunun Kuranın icaz ve belagatıyla da hiçbir çelişkisi yoktur. Zira biz kesin delillere sahip olduğumuz zaman zahiri manasından el çekmek zorundayız.
(Mesela Rahman arşa istiva etti ayetinin zahirine bakılacak olursa Allahın tahta oturduğunu dememiz gerekir. Ama öte yandan Allahın cisim olmadığını ve dolayısıyla da insanlar gibi oturma keyfiyetinin olmadığını söyleyen kesin delillerimiz olduğu için ayetin zahirinden el çekiyor ve delillere göre mana ediyoruz. Dolayısıyla burada istiva kelimesinin istila manasına geldiğini söylüyoruz.
Bazıları da demiştir ki ayetteki Ehl-i Beytten maksad kendisine sadaka almanın haram olduğu kimselerdir. Bunlar ise Ben-i Haşimden olan herkese şamildir. Delil olarak da Sahih-i Müslimde Hz. Alinin (a.s) faziletleri babında Zeyd b. Erkamdan nakledilen bir rivayeti göstermektedirler.
Zeyd b. Erkama Peygamberin Ehl-i Beytinden maksadın kimler olduğu sorulunca o şöyle dedi:
Ehl-i Beytten maksad peygamberin eşleri değildir. Zira kadın ve erkek birbiriyle evleniyor ve bir müddet sonra da kadın boşanınca valideyninin veya kabilesinin yanına dönüyor. O halde Ehl-i Beytten maksad Peygamberin eşleri olamaz. Belki Peygamberin Ehl-i Beyti kendisine sadaka verilmesi haram olan kimselerdir.
Ama bu istidlal iki açıdan batıl ve yanlıktır:
1- Eğer Sahih-i Müslime müracaat eder ve bu rivayete bakacak olursanız bu olayın mezkur ayetin tefsiri ile hiçbir ilgisinin olmadığı anlaşılır. Belki Zeyd b. Erkamdan sorulan soru Resulullahın Ben sizlere iki değerli şey bırakıyorum. Bunlara sarıldığımız müddetçe asla sapmazsanız. Bunlar Allahın kitabı ve benim Ehl-i Beytimdir,[24] hadisi ile ilgilidir. Hakikatte ona bu hadisteki Ehl-i Beytten maksadın kimler olduğu sorulmuştur. O da nakledildiği şekilde cevap vermiştir.
(Elbette söylemek gerekir ki bu hadisteki Ehl-i Beytten maksad da tüm tahir imamlardır. Nitekim Resulullah Ehl-i Beytini Kuran-ı Mecid ile bir arada zikretmiştir. Dolayısıyla da maksad Ehl-i Beytin fertleri değildir. Belki genel olarak onların tümünü kapsamaktadır. Zeyd de hadisteki Ehl-i Beytten maksadın onların bir bir ferdleri olduğunu zannetmiş ve de bu esas üzere cevap vermiştir.)
O halde Zeyd b. Erkam genel olarak ayetin tefsinine işaret etmemiştir. Zira ondan ayetin tefsiri sorulmadığı için ayetin tefsirini beyan etmemiştir. Elbete ki ondan ayetin tefsirini soracak olsalardı doğru şekilde cevap verir ve beş mukaddes zatın adını zikrederdi. Nasıl ki ebu Saidi-l Hudri, Mücahid, Kutâde ve diğerleri söylemişlerdir. Bu hususta Peygamberin açık beyatlarına asla muhalefet etmezdi.
O halde Zeydin dediği şeylerin bizim meselemizle hiçbir ilgisi yoktur ve bu rivayet ile istidlalde bulunmak doğru değildir.
2- Farzen birisi Zeydin beyanı ayeti kerimenin tefsiri hakkındadır diyecek olsa da ona şöyle cevab veririz:
Bu tefsir, kendi reyine göre yapılan bir tefsirdir ve istidlal açısından hiçbir değeri yoktur. Zira tefsirler Peygambere müstenet olmadığı müddetçe hiçbir itibara sahip değildir. O halde nasıl olur da Zeydin bu tefsiri (ki reyine göre yapılan bir tefsirdir) apaçık deliller ile sahih nas ve mütevatir hadisler ile boy ölçüşür.
Ama ne yazık ki biz insafsız bir cemaatle karşı karşıyayız. (Bunlar taassubdan uzak bir gözle hakikati göremiyor ve inadı bırakıp hakikatleri tasdik edemiyorlar.)
İnna lillah ve İnna ileyhi râciun.
FAHR-U RAZİNİN İLGİNÇ SÖZÜ
Razinin de bu hususta ilginç bir sözü vardır. Razi, bu ayetin tefsirinde şöyle diyor: Ehli Beyt hakkında ihtilaf vardır. Bu hususta çeşitli ve farklı görüşler mevcuttur. ama en iyisi Bikainin görüşüdür. Bikaiye görü Ehl-i Beytten maksad Resulullah ile birlikte olan herkestir. Yani Resulullahın yanında bulunan tüm kadın ve erkekler ve hakeza Resulullahın eşleri cariyeleri ve genel olarak Peygamberin tüm akrabaları Ehl-i Beyti sayılmaktadır.
Fahr-u Razi bu akideyi tercih etmektedir. Bu hususta Bikaiyi takip etmiştir. Elbette demek gerekir ki O bu ameliyle Peygamberin sünnetini de gözardı etmiş olmaktadır. Gerçekten de ilginç bir şeydir!
Size olsun zahiremiz; peygamber, yakınları
ve onların grubu beniz zahiremdir
zahire aradığımız gün
Fatımîlerin dosluğunu Allaha yakınlık
için vesile kıldım
yaşadığım müddetçe.
Bazıları da ayetteki Ehl-i Beytten maksadın hem beş mukaddes zat ve hem de Peygamberin (s.a.a) eşleri olduğunu ileri sürmüşler ve istilahen ayetin siyakı ile rivayetlerini arasını bulmak istemişlerdir. Ama bu görüş de şu deliller ile batıldır:
1- önceden siyat delilini iptal ettik ve apaçık delillerle siyakın bu meseleye dedil olamayacağını belirttik.
2- Peygamberin Ümmü Selemenin cübbenin içine girmesine engel olması Peygamberin eşlerinin Ehl-i Beytten olmadığının en açık ve kesin delilidir.
3- Eğer Peygamber, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyinten (a.s) başkasını da kasdetmiş olsaydı şöyle buyurması gerekirdi: Allahım bunlar benim Ehl-i Beytimdendir. (Yani tabiz için olan minlafzını kullanırdı. O zaman da ayetin manası şöyle olurdu:
Allahım bunlar benim Ehl-i Beytimin bir parçasıdır. Ama Resulullah beylu buyurmadı. Belki Ehl-i Beytin bu dört kişiden ibaret olduğunu belirterek Allahım benim Ehl-i Beytim bunlardır diye buyurdu.
İbn-i Hacerin de Sevaik adlı kitapta naklettiği rivayete göreyse Resulullah (s.a.a) mezkur hadisin akabinde şöyle byurmuştur:
Benim Ehl-i Beytimle savaşanlar ile savaşır, onlarla dost olanlarla dost olur ve onlarla düşman olanlarla da düşman olurum.
Ahmed b. Hanbel de Mesnedin de bu babda mezkur hadisi şöyle naklediyor: Ümmü Seleme diyor ki: Günün birinde peygamber benim odamda idi. Hizmetçi, Ali ve Fatımanın evin kapısında durduğunu bildirdi. Resulullah bana şöyle buyurdu: Benim için Ehl-i Beytimden uzaklaş. Ben de peygamberin bu emrine itaat ettim. Bu esnada Ali ve Fatıma girdiler. Henüz çocuk olan Hasan ve Hüseyin de onlarla birlikteydi. Peygamber o iki aziz çocuğu kucağına aldı ve (sevgi dolu) bağrına bastı. Onları öptü. Sonra da bir elini Alinin ve bir elini de Fatımanın boynuna attı. Onları öpüyordu. Sonunda siyah renkli bir parçayı onların üstüne attı ve hep birlikte bu parçanın altına girdiler. Sonra da Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: Allahım Beni ve Ehl-i Beytimi rahmetine garket ve bizi azap ateşinden koru.[25]
Şimdi hükmetmeyi siz değerli okuyuculara bırakıyorum. Peygamberin Ehl-i Beytini Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyinden (a.s) ibaret bildiğine iyice dikkat etmelisiniz.
Resulullah bu zatları hep birlikte bir parçanın altına topladı ve onlar hakkında hayır duada bulundu. Resulullahın bu işinin heva ve heves üzere olduğunu iddia edebilir miyiz?
Resulullah, Bu ayet Ben, Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatıma hakkında nazil olmuştur derken yersiz mi demiştir? Allaha sığınırım! Veya sabah namazında Ali ve Fatımanın kapısında durup Ey Ehl-i Beyt namaz vaktidir. Allah sizleri tüm günahlardan temizlemek ve sizleri tertemiz kılmak istemektedir derken heva ve heves üzere mi konuşmaktadır? Allaha sığınırız.
Acaba Peygamber Ümmü Selemeye Benim için, kalk ve Ehl-i Beytimden ayrıl derken hezeyan mı söylemişti. Allah korusun. allaha andolsun ki doğru değildir. Peygamber bu gibi şeylerden beridir. Zira Allah-u Teala Onun hakkında şöyle diyor:
Arkadaşınız, gerçekten ne saptı, ne ayrıldı. Ve kendi dileğiyle söz de söylemedi. Sözü, ancak vahyedilen şeyden ibaret. (Neml, 2-4)
Bu hususta İmam Ebi Bekir b. Şihabu-d Din, Raşfetu-s Sadi kitabında güzel bir şiir söylemiştir.
Peygamberin sözünden başka her şeyi bırakmalı
Güneş doğunca yıldızlar kaybolmalı.
Birinci nükte şudur: Ayeti Şerife beş mukaddes zatın ismet ve masumiyetine de delalet etmektedir. Zira Keşşaf ve benzerlerinin de dediği gibi ayetteki ricsden maksad günahtır. Ayetin evvelinde de hasr editı (innema) mevcuttur.
O halde ayetin mazmunu şöyledir: Yani Allah-u Teala sadece sizleri günahlardan temizlemeyi ve tertemiz kılmayı irade etmiştir.
Zaten ismet ve masumiyetin hakikatı da bundan başka bir şekilde tasavvur edilemez.[26]
İkinci nükte: Mezkur ayet dolaylı olarak Ali b. Ebi Talibin imamet ve hilafetine de delalet etmektedir. Zira O hazret hilafet iddiasında bulundu. Hasan, Hüseyin ve Fatıma da Hz. Alinin, Peygamberin hak halifesi ve naibi olduğunu iddia ettiler.
Öte yandan bu mesele de yakinen bilinmektedir ki bu zatlar asla yalancı değillerdir. Zira, yalan da ricsten (günahtan) sayılmaktadır. Halbuki Allah-u Teala onları tüm günahlaran tertemiz kılmıştır.
O halde ayet-i şerife, Hz. Alinin Resulullahın aralıksız halifesi ve hak naibi olduğunun delillerinden biridir.
De ki sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim ancak yakınlarıma sevgidir ve kim güzel ve iyi iş yaparsa onun güzelim mükafatını artırırız; şüphe yok ki Allah, bağışlayandır, iyiliğe mükafatla karşılık verendir. (Şura, 23)
İmamiyye (Caferi) mezhebinde ittifak ve icma edilmiştir ki ayetteki Kurba[27] (yakınlar)dan maksad Emir-el Müminin, Hz. Fatime ve evlatlarıdır. Ayetteki iyilikten maksad ise onları sevmek ve onlara muhabbet beslemektir. Ayetteki gafur ve şekur ise Allahın onları seven kimseleri bağışladığı ve de onları takdir ettiği manasınadır.
Bu, şia mezhebinin kesin inançlarından biridir. Bu hususta masum imamlardan bir çok mütevatir ve sahih hadis nakledilmiştir.
Ama burda şii olmayan tariklerden nakledilen rivayetlerden bazısını örnek olarak zikretmek istiyoruz:
Ehl-i sünnet büyüklerinden Ahmed b. Hanbel, Taberani, Hakim-i Nişaburi ve İbn-i Ebi Hatem, İbn-i Abbastan bir rivayet naklediyor ki mezkur ayet nazil olduğunda Peygambere (s.a.a) sevgisi bizlere vacib olan akrabanız kimlerdir? diye sorulunca Resulullah (s.a.a) şöyle cevab verdi: Ali, Fatime ve evlatları.[28] Aynısına İbn-i Hacer de Sevaik-ul Muhrika kitabında tasrih etmiştir.[29]
Zamehşeri de Keşşaf adlı tefsirinde bu hadisi mürsel olarak zikretmiş ve hadisin muteber olduğunu ispatlamak için diğer bir takım rivayetleri de delil olarak getirmiştir:
1- Ali (a.s) şöyle buyuruyor: İnsanların beni çekememesinden Resulullaha (s.a.a) şikayette bulundum. Resulullah (s.a.a) şöyle byurdu: acaba sen cennete ilk önce girecek olan dört kişiden biri olmayı istemez misin? Bu dört kişi ben, sen, Hasan ve Hüseyindir.
2- Peygamber şöyle buyurdu: Ehl-i beytime zulüm edenler ve itretime eziyet etmekle bana eziyet eden kimseye cennet haram kılınmıştır.
3- Resulullah şöyle buyurmuştur:
Her kim ölür de kalbinde Ehl-i beytimin sevgi ve muhabbeti olursa şehid olarak dünyadan göçmüştür. Her kim Muhammedin Ehl-i Beytinin sevgisi ile ölürse günahları bağışlanmış olarak ölmüştür. Ehl-i Beytimin sevgisi ile ölen kimse dünyadan tevbe etmiş olarak göçmüştür. Her kim Muhammedin Ehl-i Beytinin sevgisi ile ölürse imanı kamilleşenbir mümin olaak ölmüştür. Her kim Ehl-i Beytimin sevgisi ile ölürse Azrail ve sonra da Nekir ile Münker onu cennetle müjdelerler. Her kim Ehl-i Beytin sevgisi ile ölürse gelinin damadın evine uğurlanması gibi o da cennete uğurlanır. Her kim Ehl-i Beytin sevgisi ile ölürse kabirde onun için cennete iki kapı açılır. Her kim Ehl-i Beytin sevgisi ile ölürse Allah onun kabrini rahmet meleklerinin ziyaretgâhı haline getirir. Her kim Al-i Muhammedin sevgisiyle ölürse peygamberin sünnetine ve hak cemaatın yoluna uyarak ölmüştür. Her kim de Ehl-i Beytin düşmanı olarak ölürse kafir olarak dünyadan göçmüştür. Her kim Ehl-i Beyte düşmanlık ettiği halde ölürse kıyamette mahşere geldiğinde alnına şöyle yazılacaktır: Bu şahıs Allahın rahmetinden mahrumdur.[30]
Muhterem okuyucunun da bildiği gibi bu büyük aileye mezkur makam ve mevkinin Allah tarafından ihsan edilmesinin sebedi onların yeryüzündeki halifeleri ve Allahın velileri, kamil hüccetleri, Peygamberden sonra vahyin eminleri, insanlara emretme ve sakındırmada Allahın elçileri mesabesinde olmaları dolayısıyladır.
Bu yüzden her kim onları severse Allahı sevmiş ve her kim de onlara düşmanlık ederse hakikatte Allaha düşmanlık etmiş sayılır.
İşte bu yüzden şair Ferezdak da onlar hakkında şöyle demiştir:
Ehl-i Beyt öyle kimselerdir ki
Sevgileri din, düşmanlıkları küfürdür.
Yakınlıkları kurtarıcı ve koruyucu.
Takva sahipleri sayılınca Ehl-i Beyt
onların imamlarıdır.
Yeryüzünün en hayırlısı kimdir diye sorulsa
Ehl-i Beyttir diye cevap verilir.
Mecme-ül Beyanın da değindiği gibi Hakimin, Ebi Emame-i Bahiliden naklettiği bir rivayette Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor: Allah, peygamberleri muhtelif şecerelerden yaratmıştır. (Her birini bir şecereden) ama beni ve aliyi bir şecere ve ağaçtan yaratmıştır. Ben o ağacın kökleri mesabesindeyim. Ali ise o ağacın gövdesi. Fatime ise o ağacın meyve vermesine bir vesiledir. Hasan ve Hüseyin de bu ağacın meyveleridir. Bize tabi olanlar da bu ağacın yapraklarıdır. Bu ağacın dallarındanbirine tutunan kurtuluşa erer. Onu terkeden ve ondan uzaklaşan kimse de helak olur. Birisi tam üçbin yıl Allaha ibaret dahi etse riyazet ve ibaret sebebiyle su kırbası gibi kupkuru da olsa bizim aileyi sevmediği müddetçe Allah onu yüzü üstü ateşe atacaktır. Resulullah (s.a.a) daha sonra da meveddet ayetini tilavet buyurdu.
Ebi Şeyh ve diğerleri de (Sevaik ve diğerleri) Hz. Alinin şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: Şura suresinde bizim hakkımızda bir ayet nazil oldu ki bu ayet gereğince, bizi yalnız mümin sever. Daha sonra da meveddet ayetini tilavet buyurdu.
Şair mumeyt de bu hususta şöyle diyor:
Şura suresinde sizin hakkınızda
Nazil olan bir ayet bulduk
ki takiyye edenler ve
etmeyenler onu tevil ettiler.
Hakeza Bezzaz ve Taberani de (Sevaik ve diğer kitaplarda olduğu gibi) çeşitli yollarla İmam Hasanın (a.s) bir hutbesinin zımnında şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: Ben Allahın sevgi ve dostulğunu müminlere vacip kıldığı ailenin bir ferdiyim. Meveddet ayetindeki iyilikten maksad da biz Ehl-i Beytin sevgi ve muhabbetidir.
Taberani de (Sevaik ve diğer kitaplarda olduğu gibi) İmam Zeyn-ül Abidinden (a.s) şöyle naklediyor: İmamı diğer eserlerle birlikte Dimeşke getirdikleri zaman Şam halkının zalimlerinden biri İmama şöyle dedi: Sizleri öldüren Allaha şükürler olsun. İmam Zeynelabidin ona şöyle cevap verdi: Acaba şu ayeti De ki sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim ancak yakınlarıma sevgidir ve kim güzel ve iyi iş yaparsa onun güzelim mükafatını artırırız; şüphe yok ki, Allah, bağışlayandır, iyiliğe mükafatla karşılık verendir. (Şura, 23) Okumadın mı? O şahıs, Okumuşum, siz Peygamberin yakınları mısınız? diye sordu. İmam da, Evet diye cevap verdi.[31]
Ahmed b. Hanbel de İbn-i Abbastan naklediyor ki ayetteki iyilikten maksad Ehl-i Beytin muhabbet ve velayetidir. (Bunu Sevaik ve başkaları da nakletmiştir.)
İbn-i Ebi Hatem de mezkur ayetin tefsirinde İbn-i Abbas ve Ebi Hamza-i Somaliden şöyle nakletmektedir: Hicretten sonra İslamın temeli sağlamlaştığında Ensar kendi aralarında şöyle dediler: Peygamberin huzuruna varıp diyelim ki: Siz bazı zorluklarla karşılaşmışsınız bu yüzden mallarımız sizin hizmetinizdedir. Nerede kullanmak isterseniz kullanın. Peygamberin huzuruna çıkıp aldıkları kararı açıkladılar, mezkur ayet nazil oldu. Resulullah (s.a.a) ayeti onlara tilavet ettikten sonra şöyle dedi: Benden sonra akrabalarımısevin ve onlara muhabbet ediniz.
Onlar Resulullahın eminlerini can-ı gönülden kabul etmiş bir halde onun huzurundan ayrıldılar. Ama münafıklar, Muhammed Allaha iftirada bulunuyor ve bizlere akraba ve yakınlarını tavsiye ediyor. O, bu işiyle bizleri kendinden sonra da kendi akrabaları karşısında hor ve hakir kılmak istiyor.
Daha sonra da ayetin devamı nazil oldu: Yoksa onlar: Allaha karşı yalan düzüp uydurdu mu diyorlar?
Salebi ve Bağevi de bu rivayeti İbn-i Abbastan aynı şekilde nakletmişlerdir.[32]
Allah-u Teala hasedin kökünü kurutsun. Gerçekten de hased sonunda insanın kıyamette cehennem ateşinde yanmasına sebep oluyor.
Bak bu dargörüşlü ve hasud insanlar nasıl da Allahın dininden saptılar ve (Allahın evliyası olan Ehl-i Beyte hased etmelerinden dolayı) Allahın sadık ve emin peygamberinin sözlerini inkar ettiler.
Öyle ki Allahu Teala da onların bu nifakını zahir kılmak için ayet nazil ediyor ki müslümanlar gece-gündüz, onlar hakkındaki ayetleri Kuranda okusun ve durumlarından ibret alsınlar.
Evet, hased ve nifak ehlinin eliyle ekilen bu topum, kudret sahibi oldukları zaman daha çabuk yeşermeye ve gelişmeye başladı.
Ama ne yazık ki müslümanların çoğu bundan gafil idiler. Hakikat onlara gizli kaldı. Bu yüzden de büyük bir şüpheye ve belaya düçar oldular. Belaya düçar olmalarının sebebi, müslümanların çoğunun ise Sadr-ı İslamda herkese güvenmeleri ve Resulullahın tüm sahabelirinin adil ve güvenilir kimseler olduğunu sanmaları idi.
Halbuki Kuranda ve sünnette sadr-ı İslamdaki bazı münafık sahabelerin akibetlerinin kötü olduğu ve onların Peygamberin ayelyine düzenledikleri komplolar açıkça beyan edilmiştir.
Bu büyük bela hiç kimsenin Sadr-ı İslamda yaşayanların biyografisini inceleye ve onlar hakında araştırma yapmaya hakkı olmadığı görüşünün uydurulmasıyla şiddet buldu. Zira salt Peygamberin zamanında yaşadığı ve huzurunda bulunduğu için onları eleştirmeye ve biyografilerinin ele alınmasına asla izin verilmiyordu.
Bunlar salt Peygamberin huzurunda bulunmanın itimad, doğruluk ve kudsiyet için bir ölçü olduğuna inanıyorlardı. Halbuki İslamın birçok gizli düşmanları ve münafıkları da Peygamberin huzurunda idiler ve Resulullahın (s.a.a) düzenlediği tüm ders ve toplantılara katılıyorlardı.
Evet, bazıları bu yanlış düşüncelerin sebebiyle (ne yazık ki günümüzdü de birçok insan bu yanlışlığa düşmüştür) kendilerini birçok hakikatları görmekten mahrum etmişler böylece birçok gerçekler kendilerine meçhul ve gizli kalmıştır. Dolayısıyla da ister-istemez farkında olmadan münafıkların yolunu tutmuş, onlara tabi olmuşlardır.
İşte bu hesap üzere ayet-i şerifenin tefsiri hakkında ihtilafa düştüler. Halbuki hakikat gün gibi aşikar idi. Üstelik birçok sahih rivayetler de ayetin Ehl-i Beyt hakında nazil olduğuna delalet etmektedir.
Muhaliflerin görüşlerini dört maddede beyan etmeye çalışacağız:
1- Bazıları diyorlar ki bu ayet Mekke müşrikleri hakkındadık. Yani Allahu Teaala Peygamberine, müşriklere şöyle demesini emretmektedir: Ben sizlerden yakınları sevmek dışında hiçbir ücret istemiyorum. Yani, beni sizinle akraba olduğum için sevin ve akrabalık vazifesini yerine getirin. Ama bu görüşün arağıdaki deliller ile batıl ve boş bir iddiadan ibaret olduğu ortaya çıkıyor.
a- Bu ayet Medinede nazil olmuştur. Medine nerede ve Mekke müşrikleri nerede?
Nitekim Bagevi ve Salebinin tefsir kitabından bu ayetin Medeni olduğunu söyledik; başka müfessirlerden de nakledeceğiz.
b- Ayetin nüzul sebeninin Ensardan bazı kimselerin mallarını peygambere takdim etmeleri veya Beni Haşime fahr satmaları neticesinde olduğunu önceden de söylemiştik. Binaenaleyh hitab onlaradır, Mekke müşriklerine değil.
c- Aslında bu hususta müşriklere hitap etmenin hiçbir manası yoktur. Zira hikmet sahibi olan Allahın risaletinin ücretini risaleti inkar eden ve başkalarının da inkar ve tekzib etmesi için çalışan kimselerden istemesi yersiz ve çirkin bir şeydir. Belki ücret, mümin ve iman sahibi olan ve de inanç ve imanı en büyük bir nimet sayan kimselerden beklenir.
d- Bu görüş, zikredilen ayetin Ali, Fatıma ve evlatlarının sevgisi hakkında nazil olduğuna delalet eden sarih naslara da muhaliftir.
e- Bu, İkrimenin görüşüdür. Bazı Ehl-i Beyt düşmanları ile Beni Ümeyyenin büyüttüğü kimseler de ona tabi olmuşlardır. Elbette bunların özellikle de bu husustaki görüşleri kabul edilemez. Nitekim İkrimenin biyografisini daha önceden de okudunuz. İkrime Ehl-i Beytin düşmanlarından, haricilerin ileri gelenlerinden ve muhaddislerin yalancılarından sayılan bir kimsedir.
En büyük yanlışlıklardan biri de bazılarının bu boş ve temelsiz görüşü İbn-i Abbasa nisbet vermesidir. Onlar bu nisbeti verirken Buharinin kendi sahihinde naklettiği bir rivayete istinad ediyorlar. Halbuki bu rivayetin ravilerinden biri Muhammed b. Bişar ve diğerleri de Muhammed b. Caferdir. Bu iki ravi, hem şia amilleri ve hem de Yahya b. Muir ve Fellas gibi bazı Ehl-i Sünnet alimleri tarafından güvenilmeyen ve de itibar derecesinden düşürülmüş kimselerdir.
Gerçekten de nasıl olur da bu görüşü İbn-i Abasa nisbet veriyorlar. Halbuki İbn-i Abbastan naklletiğimiz birçok hadisler ayetteki yakınların Ali, Fatıma ve evlatları olduğunu söylüyor ve iyiliğin de onların sevgi ve muhabbeti olduğunu beyan ediyordu.
2. GÖRÜŞ: Bazıları da demişlerdik ayetin manası şudur: De ki ben buna karşı salih ameller ile Allara yakın olmayı sevmenizden başka hiç bir ücret istemiyorum.
3. GÖRÜŞ: Bazıları da demişlerdir ki ayetin manası herkesin kendi akrabalarını sevmesidir.
Ama muhterem okuyucu bu iki görüşün de boş ve batıl bir şey olduğuna teveccüh etmektedir sanırız. Bu görüş sahipleri Allahın kullarını sapıtmaktan başka bir gaye taşımamaktadırlar. Kalplerde şüphe yaratmak için bu temelsiz görüşleri yaymaya çalışıyorlar.
Bu görüşün batıl olduğunu ispatlayan en iyi delil ise şudur: Bu gösteriş ve boş çırpınmaların onca sarih nas ve apaçık deliller karşısında hiçbir ilmi ve istidlali değeri yoktur.
4. GÖRÜŞ: Bazıları da demişlerdir ki mezku ayet neshedilmiştir. Bu mensuh ayetin nasihi ise Sebe suresinin şu ayetidir: De ki sizden bir ücret istemişsem o sizin lehinizedir. (Sebe, 47)
Gerçekten de bu görüşlerin en zayıfı ve batıl sözlerin en şaşırtıcısı bu görüştür. Zira yakınları sevmek, başka bir anlam vesilse bile İslam inancında kıyamete kadar devam edecek olan şeylerdendir. Dolayısıyla da meveddet ayetinin nesholunduğu asla doğru değildir.
Üstelik bu iki ayetin arasında hiç bir çelişki de sözkonusu değildir. Dolayısıyla da birini nasih diğerini de mensuh kabul etmek zorunda değiliz. Zira Şura suresindeki ayetin manası şudur: Ben, buna karşı yakınlıkta sevgi dışında hiçbir ücret istemiyorum. Sebe suresindeki ayetin manası ise şudur: Ben, risalet ücreti olaak dünya malından hiçbir şey istemiyorum. Şura suresinde risalet ücreti olarak sizden istediğim Ehl-i Beytimin sevgisi de sizin lehinize ve yaranızadır. (Aslında bu ayet o ayeti beyan eder bir konumdadır.)
Zira Ehl-i Beytim Allahın sizlerin yanında kamil hüccetleridir; Allahın insanlara ihsan ettiği büyük nimetlerdir; onların vücudu yeryüzünde insanların emniyet içinde yaşamasına sebep olmaktadır. Bunlar İslam ümmetinin kurtuluş gemileridir. Bunlar semavi kitap olan Kuranın dengidirler. O halde onları sevmek tüm müslümanlar için gerekli ve zaruri bir şeydir. Zira bunun faydası da neticede bizzat insanların kendisine ulaşmaktadır.
Binaenaleyh iyice dikkat edilecek ve iki ayet bir arada mütalaa edilecek olursa ikinci ayetin birinci ayeti tekid ve teyid eder bir mahiyette olduğu anlaşılır. (Dolayısıyla da birini nâsih, diğerini de mensuh kabul etme zarureti ordana kalkar.)
Şimdi de Arapça belagat ve edebiyatına vakıf olmayan bazı kimselerin sözkonusu ettiği iki itirazı ele alacağız.
1- Eğer ayetin maksadı Ehl-i Beytin muhabbet ve dostluğu ise niçin illel meveddete fil kurba yerine İllel meveddetel kurba veya illel meveddete lilkurba buyurmamıştır? (İstilahen niçin fi harfiyle ifade edilmiş ve izafe veya lam harfiyle ifade edilmemiştir?)
Söylemek gerekir ki hem bu itiraz ve hem de sonradan zikredeceğimiz itiraz Arapçayı fazla bilmeyen kimseler tarafından sözkonusu edilmiştir. Belagat ilmine ve Arapça edebiyata vakıf olanalr bu itirazda bulunmazlar.
Zira bu ve benzeri yerlerde kullanılan fi edatı, izafe veya lam edatından daha fazla mübalağa ifade etmektedir.[33]
Burada kullanılan fi edatı muhabbetin mahal ve yerini beyan etmektedir. Yani bu sevgi ve muhabbetin sadece peygamberin akrabaları hakkında olması gerektiğini belirtmektedir.
Belagat ilminin büyük alimleri de bu konuyu tasrih etmişlerdir.[34] Mesela Zemahşeri Keşşaf adlı tefsirinde ayetteki yakınlardan maksadın Ehl-i Beyt olduğunu beyan etikten sonra şöyle demektedir:
Eğer birisi niçin Allah-u Teala mezkur cümleyi izafe veya lam edatıyla ifade etmemiştir diye soracak olursa şöyle cevap veririz: Mezkur cümlede kullanılan fiedatı, sevgi ve muhabbetin mahallini ve karar alması gereken yeri beyan etmektedir. Mesela: Li fi al-ı fulan meveddetun ve li fihim heva ve hubbun şedidun.
Ben de falanın âline karşı bir sevgi ve onlara karşı şiddetli bir muhabbet var.
Bu cümleden maksat onları sevmek ve onların muhabbetin mahalli olmasını beyan etmektir. fi edatının sahip olduğu başka bir itmiyaz da (ki lam edatı bu imtiyaza sahip değildir) şudur: İstilahen lam edatı kullanılmış olsaydı meveddet kelimesine taalluk ederdi. Ama fi edatı meveddet keliseni taalluk etmemektedir. Neticede ayetin manası şöyledir:
Peygamber yakınları hakkında sabit olan ve yerleşen bir sevgiyi istemektedir.
Bunlar Zemahşerinin değerli sözleriydi. Gerçekten de o bir çok sırlardan haberdar idi ki, belagat onlarla kendi yüceliklerine varmış ve icaz onlarla kamil olmuştur.
2. İTİRAZ: Bu ayet Şura suresindedir. Şura suresi ise Mekkede nazil olmuştur. Hasan ve Hüseyin (a.s) ise Medinede dünyaya gelmişlerdir. O halde ayetin onlara da şamil olduğunu söyleyemeyiz.
Cevap olarak şöyle deriz: Bu ayğet kendinden sonraki üç ayet ile birlikte bu hususta Ehl-i Beytten nakledilen birçok rivayetlerde yer oldığı gibi kesinlikle Medinede nazil olmuştur.
Mecme-ul Beyanın sahibi de Kutade ve İbn-i Abbastan bunu nakletmektedir. Nitekim daha önce de bu husuta Ebu Hamza-i Somaliden ve Bağavi ile Balebinin tefsirlerinden aynı şeyi nakletmiştik.
Vahidi de Esbab-un Nüzul adlı kitabından İbn-i Abbastna nakletmektedir ki: Resulullah Medineye geldiklerinde bir takım iktisadi ve hukuki sorunlarla karşı karşıya kaldı. Dünya malından da elinde bir şeyi yoktu. ensar bu husuta kendi aralarında istişare ettiler ve şöyle dediler: Allah-u Teala bu büyük şahsiyetle sizleri hidayet etmiştir. Ve o sizin kızkardeşinizin çocuğudur. Şu anda onun danya malından hiçbir şeyi yok ve bir çeşit zorluklarla karşılaşmıştır. Gelin de sizlere zarar vurmayacak bir miktarda kendi mallarınızdan toplayarak, ona götürün ve böylece zorluklarla karşılaştığında yardımcısı olsun. Böyle yaptılar ve daha sonra da topladıkları malları Resulullahın (s.a.a) huzuruna getirdiler ve şöyle arzettiler: Ey Allahın Resulü, sen bizim kızkardeşimizin evladısın ve Allah-u Teala senin elinle bizleri hidayet eyledi. Senin karşılaştığın bazı sorunların vardır ki onları gidermekte de elinde bir servetin yoktur. Bu yüzden sorunlarını gidermen için kendi varlıklarımızdan bir miktarını toplayıp sana getirmeyi kararlaştırdık. İşte onlar bunlardır. Bu rivayet Keşşaf ve diğer muteber tefsirler ile nüzul sebepleri hakkında telif olmuş olan birçk kitaplarda da yer almıştır.
Keşşaf ve diğer tefsirlerde bu ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle bir rivayet de yer almıştır. Ensar Beni Haşimin bazısına karşı büyüklük taslıyor iftihar ediyordu. Resulullah bu yüzden onları kınadı. Onlar da diz çökerek öyleyse biz tüm mallarımızı Allah ve Resulüne takdim etmek istiyoruz dediler. daha sonra mezkur ayet nazil oldu. Peygamber de onlara ayeti tilavet buyurdu. Acaba bütün bu rivayetler mezkur ayetin Medinede nazil olduğuna ve de muhatabının Ensar olduğunu tasrih etmiyor mu?
Ama sure Mekkede nazil olmuştur, diyenlere gelince: Bir surenin bir bölümü Medinede diğer bölümü ise Mekkede nazil olmuş olabilir. Bunun hiçbir aykırılığı yoktur. Zira Kuranın mevcut tertibiyle nazil olmadığı hususunda İslam alimleri ittifak etmişlerdir.[35]
Üstelik mezkur ayetin Mekkede nazil olduğunu ispatlasak dahi yine de ayetin Hz. Hasan ve Hüseyine (a.s) doğumlarından önce şamil olmasının hiçbir sakıncası ve aykırılığı yoktur. Zira ayette geçen sevginin vacip kılınması için Resulullahın (s.a.a) yakınlarının dünyaya gelmiş olmaları asla gerekmemektedir. Sevgi ve muhabbet vücubu ayetin nazil olduğu sıralarda mevcut olan kimselere münhasır değildir. Belki önceden değindiğimiz gibi maksad, muhabbetin Resulullahın yakınlarında sabit olması ve onların bu sevgiye mahal olmasıdır.
O halde meveddet ayeti de, tıpkı vasiyet ayeti gibidir. Çocuklarınız konusunda Allah erkeğe iki kızın hissesi kadar tavsiye eder. (Nisa, 11) Hiçbir müslüman vasiyetin mevcut evlatlara münhasır olduğunu söylememiştir. Hatta vaziyet zamanında çocuk henüz dünyaya gelmemiş bile olsa bu ilahi hüküm ve mukaddes kanun ona da şamildir.
Acaba bu ayet ile önceki ayet arasında herhangi bir farklılık var mıdır?
O halde Peygamberin (s.a.a) Ayet, Ali, Fatıma ve evlatları hakkında nazil olmuştur diye buyurması, ya ayetin nazil olmasından ve de Hasan ve Hüseyinin doğumundan sonra vaki olmuştur ya da onların doğmundan önce vaki olmuş ve dolayısıyla da peygamberin nübüvvetine delil sayılacak gaybi haberlerinden sayılmaktadır.
Peygamberin gaybi haberleri vermesi şayılacak bir hadise değildir. Peygamber birçok yerlerde gaybi haberler vermiştir. Kendisinden sonra oniki halifenin (imamın) geleceğini, Cemel olayını, Aişenin serüvenleri, (Haveb) köpekleri olayını, zalim grubun (Muaviye ordusu) çıkışı ve Ammarı öldüreceklerini sonra okun yaydın çıkıı misali dinden çıkacak olan marikin, nakisin (ahdi bozanlar), kasitin (adaletten sapanlar) ve Peygamber hayattayken ona karşı olan kinlerini gizleyen grupları, Aliye (a.s) kapşı yapılacak olan düşmanlık ve adaveti, en kötü bir yaratığın (İbn-i Mülcem) eliyle başının yarılıp sakalının kanla boyanacağını ve böylece şehid olacağını, Fatıma-i Zehranın başına gelecek olanları, Peygamberden sonra kendisine katılacak olan ilk kimsenin Hz. Fatıma (a.s) olduğunu, İmam Hasanın acı dolu geleceği ve zehirleneceğini Hz. Hüseyinin dayanılmaz müsibetleri ve İmamın Ehl-i Beytinin esir edilip şehirleri gezdirilmesi ve Kerbeladaki içler acısı durumunu Peygamberden sonra işbaşına geçecek ve İmamın makamını işgal edecek olan zalim idarecileri, Beni Ümeyye ve Beni Mervan eliyle vuku bulacak olan şer ve fesadın boyutlarını, onların hükümet müddetinin bir ay olduğunu Beni Abbasın işbaşına geçmesi Necd fitnesi ve Karn-uş Şeytanın çıkışı... Bu ve bunlaar benzer binlerce gaybi haberi Peygamber Allahın izniyle ve nübüvvet ferasetiyle görmüş ve haber vermiştir. Resulullahın (s.a.a) vefatından sonra da bütün bu gaybi haberleri ümmeti apaçık güneş gibi tahakkuk ettiğini görmüşler.
Allahın sınırsız ve sonsuz ilmi her şeyi ihate etmiştir. Dolayısıyla o sınızsız ve sonsuz ilmin sahibi Allah-u Teala, Ali ve Fatımadan (a.s) günün birinde Hasan ve Hüseyin gibi çocukların vücuda geleceğini de biliyordu. Allah-u Teala gelecekte vuku bulacak bu olayı Peygamberine de haber vermiş ve onların sevgi ve muhabbetinin vacip olduğunu beyan etmiştir. Zira bu iki nurlu cevherin, Allah indinde çok büyük bir değeri ve ulaşılmaz yüce bir makamı vardır.
Nitekim Allah-u Teala Peygamber-i Hatemin geleceğini ve o hazretin azametini Hz. adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa gibi önceki peygamberlere de haber vermiştir. Ve onlar da peygamberimizin nübüvvetine iman etmişlerdir.
İlginç olan da şudur ki bazıları bunca örnek hakikatları görmesin rağmen yine de şek ve şüphe etmektedirler.
Ama bu hususta farzen şek edilse dahi bu iki zatın peygamberin Ehl-i Beytinden olduğu hususunda asla şek edilemez. Yani Resulullahın Kuranın dengi olarak beyan ettiği ve Kevser havuzuna kadar asla Kurandan ayrılmayacağını haber verdiği Ehl-i Beytinden oldukları hakkında şüphe edilemez. Kuran ve Ehl-i Beyt Kevser havuzunun başında Resulullaha kavuşuncaya dek asla birbirinden ayrılmayacaklardır. Ehl-i Beyt Peygamberin tavsiye ettiği iki değerli şeyden biridir. Onlara sarılanlar asla sapıklığa düşmezler.
Ayetteki yakınlardan maksadın Peygamberin Ehl-i Beytiolduğu hususunda birçok mütevatirrivayetler vardır. Bunu Ehl-i Sünnetin büyük alimleri de kabul etmiş ve açıkça tasrih etmişlerdir.[36] Örnek olarak onlardan bazılarının bu hususta söylemiş olduğu sözleri naklediyoruz.
Ehl-i Sünnet imamlarından biri olan Muhammed b. İdris-i Şafii (r.a) Ehl-i Beyt hakkında şu şiiri inşad etmiştir:
Ey Resulullahın Ehl-i Beyti, sizin sevginiz,
Allahın nazil ettiği Kuranda farz kılınmıştır.
Size azamet olarak şu yeter ki
Size salavat göndermeyenin namazı kabul değil.[37]
İbn-i Arabi de şöyle diyor:
Ehl-i Beyti sevmeyi vacip biliyorum,
hakikatten uzak kimselere rağmen,
Bana Allah indinde yakınlık verdi.
Resul hidayeti için ücret istemedi.
Ve tebliği için,
yakınlarını sevmekten başka.
Nebehani de şöyle diyor:
Ey Al-i Taha, ey en iyi Peygamberin Al-i,
Ceddiniz seçkin, sizler de seçkinlersiniz.
Allah sizdenpisliği gidermiştir ezelden beri,
Sizler tahir kimselersiniz
Ceddiniz dini için ücret istemedi,
Yakınlarına sevgi dışında,
Ve budur zaten ücretlerin en güzeli.
Ehl-i Sünnein büyükleri dahi bu hakikati itiraf ettiğine göre bir avuç inatçı insanların hakikatı tahrife kalkışmasının hiçbir önem ve değeri yoktur. Nitekim Nebehani de eş-Şeref-ul Müebbed adlı kitabında bunlardan bazısının adını zikretmekte ve şöyle demektedir: H. 1290 yılında Konstantiniyede çok cahil bazı kimseler ortaya çıktı ki Peygamberin Ehl-i Beytine kin kusmakla bataklığa battılar.
Cahillikleri yüzünden vahiy mektebinin öğrencileri, vahyin iniş yeri ve hikmet kaynağı olan risalet hanedanının makam ve derecesi hakkandaki rivayetleri zahiri irade edilmemiştir. Bunlardan maksad başka şeylerdir diye tevil ediyorlar.
İlginç olanı da şu ik rivayetlerde yaptıkları bunca yersiz tevillere rağmenyine de peygamberin Ehl-i Beytinin dostlarının olduğunu idia ediyorlar. Onlar bu amelleriyle artık asla Ehl-i Beytin dostu olamayacaklarını bilemiyorlar. Bunlar ıssız çölde başıboş geziyorlar.
Buraya kadar Nebehaninin Ehl-i Beytin düşmanları ve onlara uyanlar hakkında yaptığı eleştirileri naklettik. Onun diğer sözlerini de okumak isteyenler onun kitabına müracaat etmelidirler.
Nebehani mezku kitabının üçüncü bölümünde şöyle diyor:
Öyle bazı kimseler vardı ki onlara Ehl-i Beytin Kurandaki veya İslam peygamberi ile alimlerini salih ve evliyadan olan kimselerin dilinden nakledilen menkıbe ve faziletlerinden bahsedilince rengi değişiyor ve rahatsız olduğu yüzünden okunuyordu. Onlar hal lisanıyla söylenen vasıfların Ehl-i Beytin hakkında olmamasını arzuluyorlar, sonra da bir takım boş ve yersiz şeyler söylemeye başlıyorlardı. Bir takım yalan ve uydurma hadisler naklediyorlardı. Onlar bu amelleriyle Allahın nurunu söndürebileceklerini mi sanıyorlar?!
Kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır. (*) (*) (Saf, 7)
Nebehaninin sözünü aynen naklettik.
(Evet hakikat, düşmanı ve insaflıyı konuşturur) Allahtan kendim ve bütün müslümanlar için tevfik ve hidayet diliyorum.
Odur Erham-ür Rahimin.
İtaat eden ve iyilikte bulunanlar, şüphe yok ki kâselerle şaraplar içerler ki kafur ırmağının suyu da karıştırılmıştır bu şaraba. * Allahın has kullarının içtiği bu şarap, bir kaynaktan çıkar ki onlar, diledikleri gibi, diledikleri yerlerde, onu akıtıp fışkırtırlar. * Adaklarını yerine getirir, onlar ve şerri, her yanı saran, kaplayan güden korkaklar. * Ve ona ihtiyaçları olduğu halde yemeklerini yoksula ve yetine ve tutsağa verirler, onları doyururlar. * Sizi, ancak Allah rızası için doyurmadayız ve sizden istemeyiz, ne bir karşılık, ne bir şükür. * Şüphe yok ki biz, suratları astıran, azabı pey şiddetli olan gün, rabbimizden korkarız. * Derken Allah da korumuştur onları, bugünün şerrinden ve yüzlerine bir parlaklık, gönüllerine bir sevinçtir, vermiştir. * Ve sabretmelerine karşılık da mükafatları, cennettir ve ipeklilerdir. * Yaslanırlar orda tahtlara, orda ne güneş görürler, ne zemheri. * Ağaçların gölgeleri, yakındır onlara ve meyvaları, adamakıllı ram olmuştur onlara. * Ve sunulur onlara gümüş kadehlerve sırça sağraklar, * öylesine sırça ki incecik gümüşten ve hepsini de içecekleri miktara, susuzluklarına göre ölçmüşlerdir adeta. * Ve bir kadehle susuzlukları giderilir ki içindeki şaraba zencifil karıştırılmıştır, * orda bulunan ve şarıl-şarıl akan, her yana giden, boğazdan kayanselsebil kaynağından. * Etraflarından, ölümsüz delikanlılar dolaşır, onları görünce sanırsın ki saçılmış incilerdir. * Ne yana baksan nimetler görürsün, ne yana baksan, pek büyük ve zevalsiz bir saltanat ve devletler. * Üstlerinede, ipincecik yeşil ve ipek elbiseler, kalın ipekten dokunmuş libaslar vardır ve günüş bilezikler takınırlar ve rableri, onları tertemiz bir şarapla suvarır. * Şüphe yok ki bu, size bir mükafattır ve çalışmanız, makbuldür. * Şüphe yok ki biz indirdik Kuranı sana âyet-âyet ve zaman-zaman. * Artık sabret rabbinin hükmüne ve uyma, onlardan suçlu, yahut nankör olana. *Ve an rabbinin adını sabah ve akşam. * Ve geceleyin de secde et artık onave tenzih et uzun gecelerde onu. * Şüphe yok ki bunlar çabucak gelip-geçeni severler de o ağır günü artlarına atar, bırakır-giderler. *Biz yarattık onları ve kuvvetlendirdik yaratılışlarını ve dilersek onları değiştiririz de yerlerine, onlara benzer başkalarını getiririz. * Şüphe yok ki bu, bir öğüttür, artık kim dilerse rabbine doğru, bir yol tutar. * Ve Allah dilemedikçe onlar, dileyemezler; şüphe yok ki Allah her şeyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir. * Dilediğini rahmetine alır; ve zalimelere gelince: Elemli bir azap hazırlamıştır onlara. (İnsan, 5-31)
Şii müslümanlar kendi masum imamlarına uyarak üstteki mezkur ayetin Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (a.s) hakkında nazil olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu da şia mezhebinin kesin kabul ettiği şeylerdendir. Bu hususta Ehl-i Beyt imamlarından birçok hadis nakledilmiştir.
Vahidi, Ebu İshak-ı Salebi, Muvaffak b. Ahmed vb. birçok meşhur Ehl-i Sünnet alimleri de bu inançtadırlar.[38]
Zemahşeri de Keşşaf adlı tefsirinde mezkur ayetleri tefsir ederken İbn-i Abbastan şu rivayeti nakletmektedir:
Günün birinde Hasan ve Hüseyin (a.s) hastalandılar. Resulullah bir grup ashabıyla onları ziyaret etti. Daha sonra Peygamber Aliye dönerek şöyle buyurdu: Oğulların için bir şey nezret de şifa bulsun.
Bunun üzerine Hz. Ali, Fatıma ve cariyeleri Fizze, Hasan ve Hüseyin iyileştiği taktirde üç gün oruç tutmaya nezrettiler.
Hasan ve Hüseyin iyileştiler. Dolayısıyla onlar da kendi nezirleri ile amel etmeyi ve üç gün oruç tutmayı kararlaştırdılar.
Emir-ül Müminin üç sa (her sa takriben 2.917 kg.dır) arpa borç aldı. Fatıma (a.s) da arpayı el değirmeniyle un ettikten sonra beş tane etmek pişirdi.
İlk gün o ekmekler ile iftar etmek isterlerken aniden bir fakir kapılarını çaldı. Kapıyı açtıklarında fakir şahıs şöyle dedi: Selam olsun size ey Peygamberin Ehl-i Beyti, ben müslüman bir fakirim. Bana bir şeyler verin, yiyeyim. Allah da sizlere cennet nimetlerini nasip etsin.
O beş ekmeğin hepsini o fakire verdiler. Kendileri de sadece su ile iftar ttiler.
Ertesi gün yine oruç tuttular. O akşam da bir yetim geldi ve kendi ve kendi yiyeceklerini o yetine verdiler. Ertesi gün de bir esir geldi ve yiyeceklerini esire verdiler. Bu üç gün oruç tuttular ve sadece su ile iftar ettiler. Ertesi gün Hz. Ali, Hasan ve Hüseyinin elinden tutarak hep birlikte Peygamberin huzuruna vardılar. Hazret o iki nur topu torunlarının açlıktan solmuş yüzünü görünce şöyle buyurdu: Bu ne haldir ki sizlerde müşahade ediyorum. Sonra onları da alarak hep birlikte Hz. Fatımanın (a.s) evine gittiler. Eve girdiklerinde Hz. Fatımanın ibadet etmekte olduğunu gördüler. O büyük hanımın melekuti çehresinde açlık ve zayıflık eseri görülüyordu.
Peygamber (s.a.a) bu durumu görünce çok üzüldü. Bu esnada Cebrail nazil oldu ve bu süreyi indirerek Peygambere (s.a.a) şöyle dedi: Allahın Ehl-i Beyte gönderdiği bu hediye onlara mübarek olsun.
Bu hadis imamlardan da mütevatir bir şekilde nakledilmiştir ve sıhhatinde asla şek ve şüphe edilemez. O halde bu hadisi, İbn-i Abbas, Ebu Salah, Ata vb. kimselerden nakleden ravilerin biyorgrafisini incelemek boş yere vakit harcamaktan başka bir şey değildir. Dolayısıyla bu hadisi kendi kitaplarında nakleten büyük hadis ve tefsir alimlerinin adını zikretmekten de sarf-ı nazar ediyoruz. Sadece bu ayetlerdeki bazı edebi nükte ve sırları (neticede Ehl-i Beytin değerli makamını tanıttığı hasebiyle) zikretmekle yetiniyoruz.
Meani Beyan ve edebiyat alimlerinin ittifak ettikleri bir husus da şudur ki Arapçada elaf ve lam edatıyla birlikte olan cem (çoğul) kipi umuma delalet etmektedir. Bu ayetteki El-Ebrar lafzı ise berr veya barr[39] lafzının çoğuludur. Elim-lam edatı ise tarif içindir. O halde bu lafız umum ve istiğrak manasını ifade etmektedir.
Ayetteki Ebrardan maksad Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyindir. O halde niçin umumu ifade eden bir kip ile ifade edilmiştir?
Çoğul kipi ile kullanılmış olmasının hikmeti şudur: Bu parlak cevherler ve nurlu çehrelerin iyilerin nümunesi ve en kamil efertleri olduğu anlaşılsın. Öyle ki bu zatlar adeta fazilet ve üstünlüğü diğer iyilerden almış, kendilerine tahsis etmişlerdir. Bu lafız ile zikr edilmiştir ki onların tüm mümtaz ve kamil insanların seçkinleri olduğu anlaşılsın.
Gerçekten de Kuranın onlar hakkında ifade ettiği bu beyan karşısında hangi dil bu zatları hakkıyla teclil edebilir ve onların makamına yakışır bir söz söyleyebilir?
Allahın onları övmesi karşısında başkalarını yaptığı tüm tavsif ve tecliller naçiz ve değersizdir.
Herkesin susadığı o günde iyiler Emir-ül Müminin, Fatıma, Hasan ve Hüseyin, karışımı kafur olan bir kadehten şerbet içerler. Bu şerbet oldukça lezzetli ve canlara can katan bir özelliğe sahiptir.
Evet, bu Allahın tüm salih kullarının içtiği bir çeşmedir. Her nerede olurlarsa olsunlar hiç birzahmet çekmeden o çeşmenin tatlı suyundan içerler.
O iyi kullar şüphesiz ki Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (a.s) ile onların yolunu izleyen müminlerdir. allah Kuranda böyle kimseleri tavsif ederken şöyle buyuruyor:
O Rahman (olan Allah)ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürükler ve cahiller kendilerine muhatap oldukları zaman da selam derler. Onlar Rablerine secde ederek ve kıyama durarak gecelerler. (Furkan, 63-64)
Onu (Kafur kaynağını) fışkırttıkça fışkırtıp akıtırlar. Diledikleri yere onu kolayca akıtabilirler.
Başka ayetlerde de bu sahil kulların diğer kemal sıfatları zikredilmiştir. Allah-u Teala bu melekuti çehrelere ihsan ettiği bu keramet ve üstünlüğün sebebini de şöyle ifade etmektedir.:
Nezirlerini (adaklarını) yerine getirirler. (İnsan, 7)
Bu, vasfın zikredilmiş olması onların ilahi emir ve farzlara verdiği değer ve ehemmiyeti beyan etmektedir. Yani insan kendi üzerine vasip kıldığı şeyleri yerine getirir ve önemserse ilahi emir ve vacipleri eda etme hususunda da daha çok çalışır ve daha fazla sorumluluk hisseder.
Bu, alemlerin yaratıcısının böyle kimseler hakkında verdiği şehadet ve tanıklıktır. Bu ilahi beyandan daha doğru ve açık bir beyan bulunabilir mi?
Allahın teclil ettiği böyle büyük kimselere aferin doğrusu!
Kuranı Kerim Ehl-i Beyti teclil makamında sadece onların farzlara önem verdiğini belirtmekle iktifa etmemiştir. Ayetindevamında bu zatların günah ve masiyetten uzak olduğunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır: Ve şerri (kötülüğü) yaygın olan bir günden korkarlar. (İnsan, 7)
Yani o salih kulların nurani kalpleri kıyamet gününün korkusuyla dolu olduğu için, adeta her yerde ve her halde Allahın huzurunda olduklarını hissederler ve Allahın emir ve yasaklarına riayet ederler.
Bu makam sadece masum ve günahlardan beri olan kullara mahsustur.
Semavi sırlar ile dolu olan bu ilahi kitab hakkında tefekkür eden ve bu ilahi nüshanın belagat sırlarına az-çok aşina olan kimseler bu ayetlerin Peygamberin Ehl-i Beytinin yüce makamını ne kadar teclil ettiğini ve ne ölçüde ilahi inayete mazhar olduklarını anlarlar.
Kuran diliyle ifade edilen ve Ehl-i Beytin kemal sıfatlarını beyan eden bu cümleler gerçekten de ilginçtir.
İlk cünlede: Adaklarını yerine getirirler, ikinci cümlede ise ve şeri yaygın olan bir günden korkarlar diye buyuruyor. Bu ikinci beyan ilk cümleden daha önemlidir. Zira onların gerçek ve güçlü imanını beyan etmektedir.
Kendileri ona karşı duydukları sevgiye rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. (İnsan, 8)
Kuran üçüncü mertebede Ehl-i Beyt için daha büyük bir makamı beyan etmektedir. Yani üç gün aralıksız ve hiçbir şey yemeden oruç tuttukları için dayanılmaz bir açlık ile karşı karşıya kalmışları. Ama rağmen onlar başkalarını kendilerine tercih etmiş ve kendilerini Allaha teslim etmişlerdi.
Bu ayetin bir benzeri de şudur:
Ona olan sevgisine rağmen malı veren. (Bakara, 177)
Hakeza şu ayet:
Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. (Haşr, 9)
Biz niçin bu sıfatı önceki sıfatlardan daha önemli olarak kabul ediyoruz? Zira onların nefsinin kemalini ifade eden ve onların en son iyilik ve ahleki tekamül edercesine ulaştığını gösteren amel, seçkin ve mümtaz bir ameldir. Öyle ki onlar kendilerni unutmaya ve fedakarlık etmeye dahi hazırdırlar. Onlar yetim ve esirler için sevgi, şefkat ve insanseverlik örneğidirler.
İlginç olanı da şudur ki fedakarlık kendine tercih etme onlar için farz ve gerekli bir şey değildi. Eğer bu ameli terketmiş olsalardı yanlış bir şey yapmış sayılmazlardı.
Ama onlar sevgi ve şefkatin en bariz örnekleri olmak ve insanlığı en yüce şekilde insanlara göstermek için başkalarını kendilerine tercih ederek açlığa tahammül etmeyi yeğliyorlardı.
Bu da Allaha en yakın kulların en büyük sıfatlarından sayılmaktadır.
AMELLERDE İHLASSonunda ise onlar için başka bir fazilet zikredilmiştir. Bu fazilet ise onların ihlas ve güçlü imanının en büyük şahidi sayılmaktadır. Allah-u Teala onların lisanından şöyle beyan etmektedir:
Biz size ancak Allahın rızası için yedirmekteyiz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne de bir teşekkür. (İnsan, 9)
Çünkü biz asık suratlı zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkmaktayız. (İnsan, 10)[40]
Allah-u Teala bu cümlelerde kıyamet günün korkunç ve dehşekli sahnesini canlandırdıktan sonra bir takım sevindirici müjdeler vermektedir ki, o korkunç günde bu ilahi çehreler ve nurani örnek insanlar her türlü bela ve musibetten emanda olacaklardır. Bu da Allahın onları teclil makamında gösterdiği özel bir inayettir.
İlginç olanı da şudur ki bu müjdeler çeşitli cümleler ve muhtelif tabirlerle beyan edilmiştir ki her biri diğerinden daha fazla bir öneme sahiptir.
Allah onları o günün şerrinden korumuş, mahfuz kılmıştır. Onların çehresinde sevinç ve mutluluk belirtileri ve kalplerinde mutlu olduklarının ifadesi vardır. Yani herkesin rahatsız ve üzgün olduğu o günde bu fazilet örneklerinin parlak çehreleri sevinçli ve nurani olacaktır.
Daha sonra onlara daha büyük bir müjde verilmektedir:
Ve onları sabretmeleri dolayısıyla cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir. (İnsan, 12)
Daha sonra da onların cennetteki makamını beyan ederek şöyle demektedir: Orada tahtlar üzerinde yaslanıp dayanmışlardır. (İnsan, 13)
Onlar orada ne (yakıcı) bir güneş ve ne de dondurucu bir soğuk görürler. (İnsan, 13)[41]
Evet, emniyet ve rahatsızlık diyarı olan o yerde lezzet ve keyf içinde ve huzur dolu ve sevinçli bir halet içerisinde bulunmaktadırlar. Öyle ki ne soğuktan ve ne de sıcaktan dolayı üzülmemekte ve etkilenmemektedirler.
Bazıları da yukarıdaki ayetten şöyle istifade etmişlerdir: Cennet o kadar nurani ve aydındır ki artık güneş veya ay ışığına ihtiyaç duyulmamaktadır. Elbette bu görüş Zemheririn ay manasına geldiğini kabul ettiğimiz taktirde doğrudur.
Meyvelerin) Gölgeleri onlara pek yakın ve onların devşirilmeleri kolaylaştırıldıkça kolaylaştırılmış, çevrelerinde gümüşten billur kaplar, kupalar dolaştırılır. (İnsan, 14-15)[42]
Daha sonra da şöyle buyuruyor: Gümüşten billur kaplar ki onları belli bir ölçüyle tesbit etmişlerdir. Orada onlara bir kadeh içirilir ki, karışı zencefildir. Bir pınar[43] ki orada selsebil olarak adlandırılır. Çevrelerinde ebedi kılınmış civanlar dolaşır-durur; sen onları gördüğün zaman saçılmış birer inci sanırsın. Her nereye saksan bir nimet ve büyük bir mülk görürsün. Onların üzerinde hafif ipek ve ağır işlenmiş atlas olan yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle bezenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz bir şarap içirmiştir. (İnsan, 16-21)
Bu şarap dünyadaki şaraplar gibi insanın aklını zail kılmamaktadır. İnsani sefalet ve zavallılığa sürüklememektedir.
O melekuti ve pak şaraptan içen müminlerin cisim ve ruhları güzel bir koku saçmaktadır. O andan itibaren ahlakı rezalet ve pisliklerden hiç bir eser kalmamaktadır. Manevi ve anlatılmaz bir sefa onların tüm vücudun kaplamaktadır.
Allah-u Teala onlara verdiği onca nimetleri bir bir saydıktan sonra da şöyle buyurmaktadır: Şüphesiz bu sizin için bir mükafattır. Sizin çaba harcamanız da şürke değer görülmüştür. (İnsan, 22)
Son olarak şu nükteyi de hatırlatmak gerekir: Allah-u Teala bu surede iyilerin manevi makamlarını beyan ettikten ve onları cennetle müjdeledikten sonra da zalim ve kafir düşmanlarını da acıklı bi azab ve uhrevi bir işkence ile korkutmaktadır.[44] Eğer bu surenin ayetleri iyice bir incelenemecek olursa bu surenin her iki grub hakkındaki hakikat ve gerçekleri açıkça beyan ettiği anlaşılacaktır.
Bu dakik Kurani nükte ve incelikleri ise ancak ve ancak bu semavi kitabın derinliklerinde yüzen, onun ilginç sırlarını keşfetme makamında bulunan ve keskin bir görüşle bu büyük ilahi reçetenin değerli hikmetlerini derkedebilen kimseler anlayabilir.
Evet, bunlar öyle kimselerdir ki Kuranın huzurunda ayetleri tilavet ettiğinde veya Kuranın kıraatini işittiğinde sadece kulaklarıyla değil, ruh ve canlarıyla dinleyen ve o melekuti latif manalara gayr-i ihtiyari bir şekilde teslim olan kimselerdir. İlahi korku sebebiyle tüm bedenleri titremektedir. O zaman da büyük bir aşk ile ilahi emir ve yasaklara uymaya hazırlanmaktadırlar.
Allah bizlere de bu büyük nimeti nasip eylesin. Zihnimizde bir kıvılcım tutuşturarak bizleri de bu grubun fertlerinden biri kılsın.
Bu fazılda 12 hadis yer almaktadır.
Bu fasılda Hz. Zehranın fazileti hakkında Resulullahtan (s.a.a) nakledilen rivayet ve hadisleri nakledeceğiz.
Eğer gerçekten de bu nurlu cevher ve fazilet örneği Fatıma (a.s) hakkında mevcut olan sahih ve sarih hadislerin tümünü nakletmek istesek bu küçük kitaba sığdıramayız. Ama on iki hadisi nakletmekle yetiniyoruz.
Peygamber şöyle buyurmuştur:
Cennet ehli kadınların en faziletlisi Hüveylid kızı Hatice, Muhammedin kızı Fatıma, Muzahimin kızı ve Firavunun eşi Asiye ve İmranın kızı Meryemdir.
Ehl-i Sünnetin hadis erbabı ve ravilerinden bir çoğu bu hadisi nakletmişlerdir ki hepsinin adını zikretmek mümkün olmadığından onlardan sadece Ahmed b. Hanbel[45] Ebu Davud,[46] Kasım b. Muhammed[47] gibi meşhur şahsiyetlerin adını vermekle yetiniyoruz.
Resulullah şöyle buyuruyor:
Dünya kadınlarının en hayırlısı dört tanedir: Meryem binti İmran, Asiye binti Mzahim, Hadice binti Hüveylid ve Fatıma binti Muhammed (s.a.a)
Bu hadisi, Dünya kadınlarının en hayırlısı cümlesiyle Ehl-i Sünnetin Ebu Davud ve Abdulvaris b. Süfyan gibi bir çok muteber muhaddisleri, Enes ve Ebu Hureyreden nakletmişlerdir.[48]
Peygamber şöyle buyuruyor:
Sana dünya kadınlarından Meryem binti İmran, Hatice binti Huveylid, Fatıma binti Muhammed ve Asiye yeter.
Bu beyanda da bu dört kadın beşeriyet dünyasının dört örnek şahsiyeti olarak zikredilmiştir. Ehl-i Sünnet alimlerinden bazıları da bu hadisi aynı ibaretler ile nakletmişlerdir. Tirmizi,[49] Ebu Davud ve Şabi,[50] de bu kimselerdendir.
Bu üç rivayet ve benzeri rivayetler açık bir şekilde bu faziletli ve iffetli dört kadının, insanlık dünyasının tüm kadınlarından daha üstün ve değerli olduklarına delalet ediyor. Ama bu dördünden hangisinin diğerlerinden daha faziletli ve üstün olduğu beyan edilmemiştir.
Ama Peygamberin Ehl-i Beytu ve tahir imamlardan nakledilen birçok rivayetler ve mütevatir hadislerden, Peygamberin (s.a.a) kızı Fatımanın onların en faziletlisi olduğu anlaşılmaktadır. Bu rivayetler sarih ve açık olup tevil ve tevcih edilir bir yanı da yoktur.
Eğer bu hadis ve rivayetler de olmasaydı, bu büyük kadının üstünlük ve fazileti hakkında onun peygamberlerin en büyüğü olan Hz. Muhammedin (s.a.a) bedeninin bir parçası olması yeterliydi. Tüm alemde Resulullahın eşi ve benzeri olmadığı gibi, dünya kadınları arasında da Hz. Fatımanın (a.s) eşi ve benzeri yoktur.
Hz. Fatımanın dünya kadınlarının en üstünü ve değerlisi olduğu hususunu Ehl-i Sünnetin birçok-büyük alimleri de kabul etmişler, birçok araştırmacıları da bunu açıkça beyan etmişlerdir. Bazı araştırmacı alimleri de onların görüşlerini nakletmiştir. Mesela Ehl-i Sünnetin çağdaş alimlerinden olan Nebhani şöyle diyor: Birçok araştırmacı alimler, Fatımanın (a.s) dünya kadınlarının (hatta Hz. Meryemde dahil) en üstün ve faziletlisi olduğunu söylemişlerdir. Bu alimler arasında Taki Sebeki Celaluddin-i Suyuti, Bedri Zerkeşi ve Taki Mükrizi gibi kimseler de vardır. Sebekiden bu hususta bir soru sorulunca şöyle demektedir: Biz peygamberin kızı Fatımanın en faziletli kadın olduğuna inanıyoruz. İbn-i Ebi Davuddan da bu hususta bir soru surulunca şöyle dedi: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: Fatıma benim bir parçamdır. Gerçekten de Fatıma eşsiz ve benzeri olmayan biridir.
Manevi de birçok eski ve yeni alimlerden bu konuyu nakletmektedir.
Sadece Ebu Davudun İbn-i Abbastan naklettiği bir hadiste peygamber güya şöyle buyurmaktadır: Meryem binti İmrandan sonra cennet ehli kadınların efendisi Fatıma binti Muhammed, Hatice ve Asiyedir.[51]
Bu hadis de bu dört kadınındünya kadınlarının en üstünü olduğunu delalet etmektedir. Ama zahiren Meryemin Fatımadan daha faziletli olduğu istifade edilmektedir.
Ama hem sayıları daha çok, hem senedleri daha sağlam ve sahih ve hem de delalet sağlam ve sahih ve vazih olan birçok hadisler bu hadisin tam tersi bir manaya delalet etmektedir. Yani Hz. Zehranın Meryemden de üstün olduğunu beyan etmektedir.
O halde bu hadisi terkedip bir kenara bırakmak zorundayız. Üstelik bu hadis şia alimleri tarafından da kabul görmemiş ve nakledilmemiştir.
Buhari, Müslim, Tirmizi, Ahmed b. Hanbel, El-Cem Beynes Sahiheyn ve El Cem beynes Sihahis kitablarının yazarları, İbn Abdulbir, Muhemmed b. Sad ve benzeri kimseler Musa, Ebu Avane, Furas, Amir, Mesruk gibi ravilerin vasıtasıyla Aişeden şöyle nakletmektedirler.[52] Peygamber bir gün hastalanmıştı, ben de peygamberin diğer hanımlarıyla birlikte Onun huzurunda idik. Aniden Fatıma içeri girdi. O aynı babası gibi yürüyor ve babası gibi adım atıyordu. Peygamber aziz kızını görünce çok sevinde ve şöyle buyurdu: Aferin kızım! Daha sonra da kızını yanına oturttu ve kulağına yavaş bir şekilde birşeyler söyledi. Hz. Zehra aniden hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Peygamber kızını mahzun ve ağlar görünce yine yavaşça kulağına birşeyler söyledi. Fatıma (a.s) bu defa da sevindi ve çok tatlı bir şekilde gülümsedi. Peygamberin hanımlarından sadece ben ona dedim: Bizim içimizden seni kendisine sır ehli seçmiş ve sen de ağlıyorsun. Aişe diyor ki, Peygamber kalkınca ben Fatımaya bunun sırrını sordum. Ama o şöyle buyurdu: Asla! Resulullahın sırrını hiç kimseye ifşa etmem. Resulullah vefat ettikten sonra Benim senin üzerine olan hakkım için şimdi o günkü hadiseyi izah et dedim. Hz. Fatıma şöyle buyurdu: Evet şimdi söyleyeceğim. Ben babamın ilk sözlerine ağladım. Babam şöyle buyurdu: Cebrail her yıl bir defa beni ziyarete gelirdi. Ama bu yıl iki defa ziyaret etti. Bu da benim ecelimin yaklaştığını gösteriyor. Takvalı ol ve daima sabırlı olmaya çalış. Ben senin için en iyi ibret aynasıyım. Bu sözleri duyunca gördüğün gibi şiddetli bir şekilde ağladım. Babam benim üzüldüğümü görünce şöyle buyurdu: Ey Fatıma, acaba mümin kadınların (veya İslam ümmetinin kadınlarının) en üstünü olmak istemez misin? İbn-i Hacer İsabet adlı kitabında ve birçok muhaddisler ise Dünya kadınlarının en üstünü diye nakletmişlerdir.
Velhasıl bu yüzde yüz sahih olan hadis, bu büyük kadının fazilet ve üstünlüğüne delalet etmektedir. İbn-i Sad (Tabakatta)e benzeri kimselerde bu hadisi Ümmü Selemeden Cennet ehli kadınların en üstünü şeklinde nakletmişlerdir.[53] Hakeza Aişenin Hz. Peygamberin vefatına dek Hz. Fatımadan bu olayın sırrını sormadığı yer almıştır.
Hz. Zehra biraz rahatsızlanınca peygamber (s.a.a) kızını ziyaret etti, ona kızım nasılsın? diye buyurdu. Hz. Fatıma, Hastayım, yiyecek hiçbir şeyimizin olmayışı beni daha fazla rahatsız erdiyor dedi. Resulullah, Dünya kadınlarının en üstünü olmak istemez misin? diye buyurdu. Hz. Fatıma: Babacığım acaba bu makam Meryem binti İmrana mahsus değil midir? diye sordu. Resulullah, O kendi zamanındaki kadınların en üstünüydü. Bu arısda ise dünya kadınlarının en üstünü sensin. Allaha andolsun seni öyle biriyle evlendirdim ki, hem dünyada ve hem de ahirette büyüktür.
Bu hadisi rivayet hafızları ve rivayetleri senedleriyle birlikte kaydeden kimseler (Abdulbir İstiab kitabında ve diğerleri) nakletmişlerdir.
İbn-i Hacer Sevaik adlı kitabında şöyle yazmaktadır: Ahmed b. Hanbel, Tirmizi, Nizai ve İbn-i Habbân gibi birçok Ehl-i Sünnet alimleri Huzeyfeden peygamberin kendisine şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: Acaba bana şu anda arız olan şu haleti görüyor musun? Şu ana kadar yeryüzüne inmemiş olan bir melek Allahtan izin aldı ve bana nazil oldu, selam verdikten sonra bana Hasan ve Hüseyinin cennet gençlerinin efendisi ve Fatımanın da cennet ehli kadınların en üstünü olduğunu müjde verdi.
İbn-i Habban ve diğerleri de Ebu Hureyreden peygamberin şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: Şu ana kadar beni ziyaret etmemiş olan bir gök meleği, Allahtan izin alarak beni ziyarete geldi ve bana Fatımanın İslam ümmetinin kadınlarının en büyüğü olduğunu müjde verdi.[54]
Abdurrahman b. Ebi Naim [55] ri rivayet ve hadis hafızları da Ebu Said el-Hudriden Peygamberin şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: Fatıma cennet ehli kadınların en üstünüdür.
Buhari ve Müslim Müsevverden peygamberin minberin üzerinde şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: Fatıma benim bir parçamdır. Ona eziyet eden bana eziyet eder ve ona hoş gelmeyen bana da hoş gelmez.[56]
Nebhani de Buhariden Peygamberin (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: Fatıma benim bir parçamdır. Onu gazaplandıran şey beni de gazablandırır. Diğer bir rivayette, Onu gazablandıran kimse beni gazablandırmıştır yer almıştır.
Cami-üs Sagir adlı kitapta ise şu ibaret ile nakledilmiştir:
Fatıma benim bir parçamdır. Onu üzen beni üzer ve onu sevindiren beni sevindirir.
İbn-i Kuteybe El-İmame ves Siyase adlı kitabının evvelinde tasrih etmektedir ki büyük İslam kadını Hz. Fatıma, Ömer ve Ebu Bekire şöyle buyurmuştur: Allah için söyleyin peygamberin şöyle buyurduğunu duymadınız mı?: Fatıma kimden razı olursa ben de ondan razıyım. Fatıma kinden razı olmazsa ben de razı değilim. Onu seven beni sevmiştir. Onu sevindiren beni sevindirmiştir. Onu gazablandıran ise beni gazablandırmıştır.
Ömer ve Ebu Bekir Evet, duyduk dediler.
Bu hadis İslam önderleri ve tahir imamlardan mütevatir bir şekilde nakledilmiştir. Başka bir rivayet olmasaydı bile Fatımanın tüm dünya kadınlarından üstün olduğuna bu bir tek rivayet yeterdi de artardı bile.
Acaba müslümanlar arasında böyle bir makamı olan var mıdır? Resulullah kimin hakkında böyle sözler söylemiştir. Zımnen bu cümlelerden Hz. Fatımanın (a.s) masum olduğu da istifade edilmektedir. Zira bu cümleler Hz. Fatımanın boş yere gazaplanmadığını, sevinmediğini ve razı olmadığını beyan etmektedir. Nitekim Peygamber de böyle idi.
Peygamber (s.a.a) için bu muhtelif haler, heva ve heves üzere vücuda gelmediği gibi Fatıma (a.s) için de sözkonusu değildir. Var olan her şey Allah içindir. Zira eğer Fatıma (a.s) gazablanırsa Peygamber (s.a.a) gazablanmış ve eğer Fatıma sevinirse Peygamber sevinmiştir.
Peygamber için kesin ve sabit olan ismet makamı da bundan başka birşey değildir.
İbn-i Ebi Asım[57] Hz. Aliden Peygamberin (s.a.a) Fatımaya şöyle buyurduğunu nakletmektedir: Allah senin gazabın için gazablanır ve rızan için de razı olur. Taberani[58] ve diğerleri de bu hadisi hasen senediyle nakletmişlerdir. Bu hadis de 9. hadis gibi Hz. Fatımanın (a.s) masumiyetine ve fazilette üstünlüğüne delalet etmektedir.
Ahmed b. Hanbel gibi bazı ünlü muhaddisler Ebu Hureyreden nakletmişlerdir ki[59] Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatımaya bakarak şöyle buyurmuştur: Ben sizinle savaşan kimselerle savaşır ve sizinle barışan kimselerle de barışırım.
Tirmizi[60] Zeyd b. Erkam tarikiyle bu hadisi (Elbette az bir farklılıkla) nakletmektedir.
Bu hadis de önceki (iki) hadis gibi Hz. Fatımanın ismet makamına delalet etmektedir. Şu farkla ki bu hadis Ehl-i Beyt ile savaşan kimselerin küfür üzere olduğunu da beyan etmektedir.
Muhaddislerden bir çoğu Abdurrahman Ezraktan Emir-el Müminin Ali (a.s)ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: Birgün yatmış idim ki aniden Resulullah odama girdi. Bu esnada oğlum Hasan ya Hüseyin susadığını söylüyor ve su istiyordu. Resulullah çoktan beri sütü azalan (veya kurumuş) bir koyunu sağdı. Diğer oğlum Hasan Resulullahın yanına gitti. Ama hazret onu tutup bir köşeye oturttu. Fatıma bu durumu görünce, Babacığım sen Hüseyini daha çok mu seviyorsun? Ona süt verdin ama Hasana vermedin! diye sordu. Peygamber şöyle cevab verdi: Hüseyin daha önce susadığını söyledi ve ben de önce onun susuzluğunu giderdim. Daha sonra şöyle buyurdu: Ben, sen, bu çocuklar ve orada yatan (Ali) kıyamette bir yerde olacağız.[61]
Bu makam ve mevkiye nail olan bu büyük İslam kadınına selat -u selam olsun. Tüm geçmişler ve gelecekler bu yüce makam karşısında saygı ile eğilmeli, ihtiram göstermelidir. Bu Allahın istediği kimselere verdiği bir fazlı ve ihsanıdır. Şüphesiz ki Allah büyük bir ihsan sahibidir.
Bu küçük kitapa Ehl-i Beytin fazilet ve azameti hakkında tüm rivayetleri sığdırabilmek mümkün değildir. Ama Sebil-ul müminin adlı kitapta mufassal bir şekilde beyan ettik.
Kitabın sonunda da Hz. Fatımanın fazilet ve şahsiyeti hususunda Aişeden nakledilen bir rivayeti aktaralım.
Taberani Peygamberin hanımı Aişenin şöyle dediğini naklediyor: Fatımadan (babası dışında) daha faziletli birini görmedim.[62]
(Buhari ve Müslime göre hadisin senedi sahihdir. Hasıl ki İbn-i Hacer El-İsabe ve Nebhani Eş-Şeref-ul Muebbed kitabı s. 59 sonlarında bunu açıklamışlar.)
İbn-i Abdulbir de İbn-i Ebi Umeyrden söyle naklediyor: Aişenin yanına vararak ona şöyle sordum: Peygamber (s.a.a) nezdinde insanların en sevglii olanı kimdi? Aişe, Fatıma idi diye cevap verdi. Ben, Erkeklerden en sevgili olanı kimdi? diye sordum. Eşi Ali idi.[63] diye cevab verdi.
Bureyde de şöyle diyor: Peygamber nezdinde insanların en sevgili olanı kadınlardan Fatıma (a.s) erkeklerden ise Ali (a.s) idi.
Yine Aişe şöyle diyor: Fatımanın evlatları dışında hiç kimsenin, Fatıma gibi sarih bir lehçe ile konuştuğunu görmedim.
Bu hadisi de Abdulbir İstiab kitabında nakletmiştir.
Evvelde de, sonra da hamd Allaha mahsustur. Allahın selat-u selamı Muhammede (s.a.a) ve aline olsun.
[1]- Bu meseleyi tüm müslümanlar bilmektedir. Muhaddislerde ashabın büyüklerinden nakletmişlerdir. Bunlardan İmam Vahidi, Esbab-un Nüzul adlı kitabında Cabir b. Abdullahtan nakletmiştir. Şaîbi de bu ayetin tefsirinde şöyle diyor: Oğullarımızdan maksat Hasan ve Hüseyindir. Kadınlarımızdan maksat Fatıma ve kendimizden (nefislerimizden) maksat ise Ali b. Ebu Talibdir. (r.a) (Esbab-ın Nüzul s. 75)
Darkutni de nakletmektedir ki: Ali (a.s) Şura günü delil getirerek şöyle buyurdu: Sizleri Allaha yemin veririm ki söyleyin bakayım aranızda Allahın kendisini nebinin nefsi, çocuklarını nebinin çocuğu ve kadınlarını da nebinin kadınları karar kıldığı benden başka biri var mıdır? Oradakiler de Hayır, Allaha andolsun ki senden başka hiç kimse bu makama erişememiştir dediler. (Sevaik-ul Muhrika 11. Bab 9. Ayet)
[2]- Bağavinin Ebi Süfyan b. Harisin şerh-i halinde babasından rivayet ettiği üzere (El-isabe/Abbasın şerh-i halinin altında)
[3]- Bu hadisi müfessirler, muhaddisler, tarihçiler ve Hicri 10 yıl olaylarını yazan (ki mübahelye yılı idi) herkes nakletmiştir. Fahr-i Razi kendi tefsirinde hadisi zikrettikten sonra şöyle diyor: Bu hadisin sahih olduğu hususunda müfessirler ittifak etmişlerdir.
Müellif de diyor ki bu kesin ve aşikar bir şeydir. Büyük alim İbn-i Tavus da ikbal adlı kitabında hadisi tafsilatlı bir şekilde ele almıştır.
[4]- O gün o grub, hristiya alimlerin resmi elbiselerini giymiş bir şekilde Peygamberin (S.A.V) yanına geldiler. Resulullahaın (s.a.v) ashabından bazıları şimdiye kadar böyle bir grub grmediklerini ifade ediyorlardı. Bu grubun içerisinde ondört kişi, kavimlerinin büyüklerindendi. Necranın riyaset ve hakimiyeti ise bu ondört kişiden üç kişinin elinde idi:
1- Heybetin büyüğü ve önderi olan Eyhem.
2- Kabile reisi, siyasi ve toplumsal işlerde danışman sayılan Abdu-l Mesih.
3- Dini riyast, kilise gibi işlerin sorumlusu olan psikopos Ebu Harise ibni Alkame ki onların kitap ve inançları hakkında çokça bilgye sahip idi; sahip olduğu azamet ve şahsiyetli sebebiyle Rum sultanları kendisi için kiliseler yapmış ve herkesin saygı ve ihtiramına mazhar olmuştu. Bu meseleyi Vahidî Esbab-un Nüzul adlı kitabında nakletmiştir. Diğer müfessir ve muhaddisler de kendi kitablarında rivayet etmişlerdir.
[5]- Mefatih-ül Gayb, s. 488, 2. (Mübahele ayetinin tefsiri) Bu şahıs, Fahruddin Razi diye maruf olan hatib Muhammed b. Ömerdir.
[6]- Arap şairlerinden birisi Alinin (a.s) methinde şöyle demiştir. Mübahele ayetinde; Müstafaının nefsi odur, başkası değil Mübahele ayetini, Medine Halkına ve çevresindeki bedevilere peygamberden geri kalmaları ve kendi nefislerini Onun nefsine tercih etmeleri yakışmaz. (Tevbe, 120) ayeti ile birlikte ele alacak ve dikkatli bir şekilde inceleyecek olursak birçok hakikat ve sırlar, kendiliğinden ortaya çıkar. (Bu iki ayet esasınca peygamberin nefsi mesabesinde olan Alinin (a.s) söz ve emirlerinden dışarı çıkmamak, Ondan uzaklaşmammak ve Ondan yüz çevirmemek gerekiyor).
[7]- İmam BAğavi, İbn-i Hazin ve müfessirlerden çoğu bu meseleyi Ebu Said-i Hudri ile tabiinden olan Mücahid, Kutade vb. kimselerden nakletmiştir. (Eş Şeref-ul Müebbed liali Muhammed/Yusuf b. İsmail-i Nebhaninin eseri.) Daha fazla bilgi için imam Ebi Ebi Bekr Şihabuddin Alevi (r.a.)nın Reşfet-us Sadi kitabına bakınız.
[8]- Şeref-ul Müebbed kitabından naklen
[9]- İbn-i Cerir ve Taberani muhtelif senetlerle bu haberi nakletmektedir. İbn-i HAcer de Sevaik adlı kitabında ve Nebehani de Şeref-ul Müebbed adlı kitabında (sf. 7) bu rivayetleri nakletmişlerdir.
[10]- İmam Ahmed b. Hanbel de (Sevaik-u Muhrikanın nakli üzere) Ebu Said-i Hudriden nakletmektedir ki bu ayet beş kişinin yani Peygamber, Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin hakkında nazil olmuştur.
Bu hadisi diğer birçok muhaddis ve müfessirlerde nakletmiştir. Vahidi, Esbab-un Nüzulda Ebu Saidden ve İmam Salebi de kendi tefsirinde nakletmiştir.
[11]- Ahmed b. Hanbel kendi Müsnedinde (6. cüz 323 sayfa) Ümmü Selemeden nakletmektedir ki Peygamber, Fatımaya (a.s.) Eşin Ali ile çocukların Hasan ve Hüseyini yanıma getir. diye buyurdu. Fatımada (a.s) onları alıp Peygamberin huzuruna getirdi. Sonra da hepsinin üzerine Fedeki cübbesini örttü. Daha sonra Peygamber mübarek ellerini onların üzerin koyarak şöyle buyurdu: Allahım, bunlar Muhammedin (s.a.a) Ehl-i Beytidir. Rahmet ve bereketin Muhammede (s.a.a.) ve Ehl-i Beytine olsun. Şüphesiz ki sen hamid ve mecidsin.
Ümmü Seleme diyor ki: Ben cübbeyi elimle kenara iterek altına girmek istedim. Ama Peygamber elimi iterek Sen hayır üzeresin diye buyurdu.
Bu hadisi Ebu İshak-ı Salebi tefsirinde ve diğer muhaddis ve müfessirlerde kendi kitaplarında senediyle zikretmişlerdir.
İmam Ahmed b. Hanbel Müsnedinde (c. b sf. 292) Ümmü Selemeden nakletmektedir ki: Peygamber Onun evindeydi. Fatıma içinde muhallebi pişirdiği taştan bir kapla geldi. Peygamber, Ona şöyle buyurdu:
Eşini ve çocuklarını çağır.
Ümmü Seleme diyor ki: Hepsi geldiler ve yatağının üzerinde oturmuş olan Peygamberin yanına oturdular. Onunla birlikte yemeğe koyuldular. Bir sekinin üzerine oturmuş, hayber malı bir cübbeyi de altına sermişti. Ben de odamda namaz kılıyordum. Sonra, Tathir Ayeti nazil oldu. Peygamber cübbenin fazlalığını alarak onların üstüne örttü ve sonra ellerini göğe doğru açarak şöyle buyurdu: Allahım bunlar benim Ehl-i Beytimdur. Onlardan pisliği gider, onları tertemiz kıl.
Ben başımı odaya uzatarak, Ya Resulullah, ben de sizlerden miyim? dedim. Peygamber:
Sen hayır üzeresin, Sen hayır üzeresin diye buyurdu.
Bu hadisi İmam Vahidi, Eshabun Nüzul kitabında, Tathir Ayetinin altında, sf. 267de; İbn-i Cerir-i Taberide El Kebir tefsirinde, İbn-i Münzer, İbn-i Ebi Hatem, İbn-i Murdeveyh ve Taberani ve diğerleri de kendi kitaplarında nakletmişlerdir.
Tirmizi, Hakim rivayeti sahih bilmeleriyle birlikte, İbn-i Ebi Cerir, İbn-ul Muner, İbn-iMürdeveyh ve Beyhaki de Sünen kitaplarında farklı senetlerle Ümmü Selemeden nakletmişlerdir ki:
Bu ayet bizim evde nazil oldu. Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyn de orada idiler. Peygamber sonra cübbesini onların üzerine örterek şöyle buyurdu: Allahım, bunlar benim Ehl-i Beytimdir. Onlardan pisliği gider ve onları tertemiz kıl.
Müslim de kendi sahihinde Alinin (a.s) faziletleri babında Amr b. Sad b. Ebi Vakkastan nakletmektedir ki: Muaviye, Sada şöyle dedi:
Niçin sen Aliye sövmüyorsun?
Sad şöyle cevap verdi: Ben Peygamberin Ali (a.s.) hakkında buyurduğu üç sözünü unutamadığım sürece Aliye sövmeyeceğim. Bu sözlerden birinin dahi benim hakkımda söylenmiş olmasını, dünyanın en iyi nimetlerine sahip olmaktan daha çok severdim.
Aliye kendisiyle birlikte savaşa götürmediği ve de Ya Resulullah, beni kadın ve çocuklarla mı bırakıyorsun? dediği bir zamanda Peygamberin Ona şöyle buyurduğunu duydum:
Sen Harunun Musaya olan konumuna sahip olmak istemez misin? Sadece benden sonra artık Peygamber gelmeyecektir.
Hayber gününde de Peygamberin şöyle buyurduğunu işittim:
Yarın sancağı Allah ve Resulünü seven, Allah ve Resulünün de kendisini sevdiği birine vereceğim. Sonra da Peygamberin yanına vardık. Peygamber şöyle buyurdu:
Aliyi yanıma çağırın. Onu gözü ağrıdığı bir
halde Peygamberin huzuruna getirdiler. Peygamber mübarek tükürüğünü Onun
gözüne sürdü ve sancağı Ona teslim etti. Allah da Onun eliyle zafer nasib
etti. Mübahale ayeti nazil olunca da Peygamber Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyini
yanına cağırdı ve Allahım bunlar benim Ehl-i Beytimdir diye buyurdu.
Hakeza Müslim kendi sahihinde (Ehl-i Beytim faziletleri babı, c.2, sf. 331)
Aişeden nakletmiştir ki:
Peygamber bir sabah üzerinde yünden bir siyah bir cübbe olduğu bir halde dışarı çıktı. Hasan Onun yanına vardı. Onu cübbesinin altına aldı, sonra da Hüseyin geldi, Onu da cübbesinin altına aldı. Daha sonra Fatıma geldi, Onu da cübbesinin altına aldı. Sonra da Ali geldi ve Onu da cübbesinin altına aldı ve sonra da Tathir ayetini tilavet buyurdular.
Bu hadisi Ahmed b. Hanbel, Müsned kitabında (Aişenin hadisleri) ve İbn-i Cerir, İbn-i Ebi Hatem, Hakim, El-Cem beyn-es sahiheyn kitabının sahibi ve El-cem beynes Sihah-is Sitte kitabının sahibe de kendi kitaplarında nakletmişlerdir. Daha fazla bilgi için İmam Ebi Bekr b. Şehabuddin Alevinin Reşfet-üs Sadi kitabına müracaat ediniz. Bu kadar naklettiğimiz rivayetler de basiret sahibleri için yeterlidir sanırız.
[12]- Geçen hadiste Ümmü Selemeden nakledilen hadisler de buna delalet etmektedir.
[13]- Ahmed b. Hanbelin Müsnedinde (4.cüz sf. 107) Vaile b. Eskadan naklettiği rivayet de buna delalet etmektedir. Fatımanın (a.s.) yanına vardım ve Ona Alinin (a.s.) nerede olduğun sordum. Resulullahın yanına gitti. dedi.
Ben Onu beklemeye koyuldum. Aniden Peygamber teşrif buyurdu. Ali, Hasan, Hüseyin de Onunla birlikte idiler. Peygamber ve Ali, herbiri Hasan ve Hüseyinden birinin elini tutmuştu. Peygamber, Ali ve Fatımayı yanına çağırdı. Hasan ve Hüseyini dizlerine oturttu. Elbisesini onların üzerine örttü ve şöyle dua etti: Allahım bunlar benim Ehl-i Beytimdir. Onlardan pisliği gider ve onları tertemiz kıl.
Bu hadisi ibn-i Cerir tefsirinde İbn-i munzer, İbn-i Ebi Şeybe, İbn-i Ebi Hatem, Taberani ve Beyhaki da Sünen kitaplarında, Hakimi-i Nişaburi (sahih hadis olduğunu vurgulayarak) ve diğer muhaddis ve hadis hafızları da Vaileden nakletmişlerdir.
Nebehani de Şeref-ül Müebbed adlı kitabında (sf. 7) şöyle diyor:
Muhtelif tarihlerle nakledilmiştir ki, Peygamber taşrif buyurdu. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin de Onunla birlikte idiler. Her birisi birinin elinden tutmuş oldukları bir halde içeriye girdiler. Ali ve Fatımayı yanına çağırdı. Hasan ve Hüseyini dizlerine oturttu. Sonra da üzerlerine cübbesini örttü ve sonra da tathir ayetini tilavet buyurdular.
Ümmü Seleme dedi ki:
Cübbeyi kenara iterek içine girmek istedim. Ama Peygamber elimi kenara itti. Ben Ya Resulullah, ben de sizinleyim dedim. Hazret Sen Peygamberin hanımlarındansın ve hayır üzeresin. buyurdular.
[14]- İmam Ahmed b. Hanbel Müsnedinde (c.3, s. 259). Enes b. Malikten naklediyor ki: Peygamber altı ay boyunca sabah namazı için mescide gidince Fatımanın (a.s.) evine uğruyor ve şöyle buyuruyordu.
Namaz ! Ey Ehl-i Beyt! Allah siz Ehl-i Beytten pisliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.
Hakim de bu hadisi hakletmiş ve sahih bilmiştir. Tirmizi de bu hadisi hasen kabul etmiştir. İbn-i Ebi Şeybe, İbn-i Cerir, İbn-i Munzer, İbn-i Murdeveyh, Taberani ve diğerleri de Enesten nakletmişlerdir. Reşfet-üs Sadi (Ebi Bekr Şehabaddin-i Alevi) kitabına bakınız.
[15]- Şeref-ul Müebbed, sf. 8.
[16]- Öyle ki bir çok kimse bunu hakletmiştir. Vahidi Eshab-un Nüzul kitabında ve İbn-i HAcer de Sevaik kitabında bunu rivayet etmiştir.
[17]- Kadı Cuâbi (Kitab-ul Mevâli) İkrimeden söz edince şöyle diyor:
İkrime haricilerden haruriye fırkasının görüşünü benimsemiş ve Fasa giderek orada da bu fırkanın görüşlerini yaymaya çalışıyordu. Yakut da Muceinde Ebi Ali-i Ahvâziden naklen İkrimenin Şerh-i halinde şöyle diyor:
İkrime Haricilerin görüşünü beğenen ve de müzikten hoş;lanan biriydi.
Denildiği üzere O efendisi İbn-i Abbasa yalan yere bir takım nisbetlerde bulunuyordu.
[18]- Zehebi Misanul İtidal kitabındaki bu sözünü Abdullah b. Haristen nakletmiştir. Yakut da Muceminde Abdullah b. Haristen naklen, İkrimenin şerh-i halinin beyanında şöyle diyor:
Ali b. Abdullah b. Abbasın yanına vardım. Kölesi olan İkrimeyi tuvaletin kapısına bağlamıştı. Ben Niçin kölene böyle davranıyorsun? dedim. Bu alçak adam babama yalan nisbetlerde bulunuyor dedi.
Yakut, İkrimenin şerh-i halinin sonlarında Yezid b. Zenaddan naklen şöyle diyor:
Ali b. Abdullah b. Mesudun yanına vardım. İkrimeyi tuvaletin kapısına bağlamış idi. Ben Bunu niçin böyle yaptın? dedim.
Babama yalan nisbetlerde bulunuyor dedi.
Bu iki rivayete bakılırsa O bazen İbn-i Abbasa ve bazen de İbn-i Mesuda yalan nisbetlerde bulunmuştur. Oğulları da Onu tazir etmişler (cezalandırmışlar).
[19]- Süleyman b. Muabbed Senci şöyle diyor: İkrime ve şair olan Kesir-ul İzze bir günde öldüler. Halk Kesirin cenaze namazını kıldı, ama İkrimenin cenazesini öylece bıraktılar.
Yakut da Mücemde bu sözün benserini Reyyaşi, Esmaî, Nafî-i Medeni ve İbn-i Selamdan naklediyor ki: Halkın çoğu Kesirin cenazesini teşyi etmeye gelmişlerdi.
[20]- Mizan-ul İtidal / Mukatilin Şerh-i Hali
[21]- Mürcie fırkası Hicri ilk askın ortalarında ortaya çıkan bir gruptur. Sıffeyn savaşından sonra büyük günahlardan birine mürtekip olan müslümanın ebedi olarak cehennemde kalıp kalmyacağı bahsi ortaya çıktı. (Mürcie Erteleyen manasına olup irca kelimesinden türemiş ve de ismi (faildir) Büyük günah işleyenlerin ebedi cehennemde kalmyacağını söyler. Onun işini Allaha havale ederler. Bu hususta Tevbe Süresinin 106. ayetini de delil olarak gösterirler:
Diğer bir kısmı da, Allahın emri için ertelenmişlerdir. O bunları ya azaplandıracak veya tevbelerini kabul edecektir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu yüzden de onlara mürcie demişlerdir. Bu grup amelsiz imanı sadece bir söz olarak kabul etmektedir. Kelime-i Şehadeti amelden öne geçirmektedirler. Amelleri terkedenleri imanlarının kurtacağını ve insanın imanıyla günah ve küfrüyle de Allaha itaat edemeyeceğini söylerler.
[22]- Allahı mahlukata teşbih edenler. Allah hakkında tecessüm, hareket, intikal, cisimlere hulul etme vb. şeylere inanmaktadırlar. Şiadan da bir grubun bu inançta olduğunu söylemişlerdir.
Bu grup sekiz kola ayrılmıştır. Beraniye, Muğayyire, Hişamiye, Kerameyi, Kilabiye, Şeybaniye, Zuariye ve Mumaniye. Bu aşırı mücessime ve müşebbihe fırkaları tüm müslümanlarca red edilmiş ve kabul görmemiştir.
[23]- El-Fasi, 4. c. s. 205
[24]- Burada Ehl-i Beytten maksad 14 masumdur. Zira buna Ehl-i Beyt imamları da dahildir. Bunun delili de Kuranın kenarında zikredilmiş olmalarıdır ki:
Batıl, ona önünden de, ardından da gleemez. (Fussilet, 42)
Ehl-i Beyt ve İtretten maksad bir tüm olarak onların hepsidir. Onlar fert fert irade edilmemiştir. Zeyd b. Erkam da bunu söylemek istemektedir.
[25]- Mesned, 6. cüz, 296. sayfa
[26]- Nebehani de Şeref-ül Muebbed adlı kitabının evvelinde bu ayeti zikretmiş ve sonra da bu hususta bazılarının görüşlerini nakletmiştir ki onlar da bu ayetin ismet ve masumiyete delalet ettiğini söylemiştir. Biz, şimdi de Onun söylediği ibareleri aynen naklediyoruz.
Muhammed b. Cerir-i Taberi kendi tefsirinde şöyle demiştir: Allah bu ayette şöyle buyurmaktadır:
Ey Ehl-i Beyt, Allah sizlerdenher türlü kötülük, pislik ve günahı gidermek istemekte ve sizi Allaha isyandan kaynaklanan tüm pisliklerden (günahlardan) tertemiz kılmayı irade etmektedir.
Ebi Zeydden ayetteki ricsten maksadın şeytan olduğu nakledilmiştir.
Said b. Kutade şöyle diyor: Ayetteki kimselerden maksad Ehl-i Beyttir ki Allah, onlardan tüm pislikleri gidermiş ve onları kendi özel rahmetine mazhar kılmıştır.
İbn-i Atiyye şöyle diyor: Rics günah, azab, necaset ve noksanlıklar hakkında kullanılmaktadır. Allah Ehl-i Beyti bütün bunlardan beri kılmıştır.
İmam Nevevi de diyor ki: Rics şek, azab ve günah anlamındadır.
Ezheri de şöyle diyor:
Rics, her türlü pis şeye (amel olsun veya başka bir şey olsun) denmektedir. Hakeza Muhyiddin İbni Arabi de Futuhatın 29. babında ricsin utanç verici şeyler olduğunu söylemiş ve şöyle beyan etmiştir.
Peygamber, Allahın kendinden ve Ehl-i Beytten her türlü pisliği giderdiğini hatırlatmıştır. Rics utanç verici şeylere şamil olmaktadır. Zira rics her türlü pislik manasını ifade eder kazr kelimesi ile eşanlamlıdır.
Kâriler de böyle nakletmiştir...
[27]- Kurba kelimesi zülfa ve buşra kelimeleri gibi masdardır ve yakınlık manasınadır. Buradaki istisna ise istisna-i muttasıldır. Dolayısıyla da manası şöyledir:
Sizlerden yakınlarıma sevgi dışında hiçbir ücret istemiyorum.
Buna şöyle bir basit örnek verebiliriz: Aliden başka bütün arkadaşlarım ziyaretime geldi.
Bu istisnanın istisna-i munkati olması da mümkündür. O zaman da manası şöyle olr: Ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Velakin yakınlarımı sevmenizi istiyorum. Velhasıl hangisi olursa olsun Muhammedin (s.a.a) ehl-i beytini sevmek tüm müslümanlara farz olur.
[28]- Hakeza İbn-i Munzir, İbn-i Murdeveyh (Nebehaninin Erbain kitabında naklettiği üzere), Mukrizi (Nebehaninin Şeref-ul Müebbed kitabında naklettiği üzere) Begavi ve Salebi (kendi tefsirlerinde) Celaluddin-i Suyuti (Nebehaninin Şeref-ul Muebbed kitabnıd naklettiği üzere) Dürr-ul Mensurda, Hafız Ebu Naim Hilyet-ül Evliyada Hamaveyni-i Şafii Feraid adlı kitabında ve diğer müfessir ve muhaddisler bu hadisi İbn-i Abbastan nakletmişler.
[29]- Sevaik-ul Muhrika / İbn-i Hacer 11. Bab 1. Fasıl 14. ayetin tefsirinde.
[30]- Bu ve benzeri hadislerde Al-i Muhammed (Ehl-i Beyt imamlarına şamildir. Zira Ehl-i Beyt imamları peygamberin (s.a.a) halifeleri, vasileri, ilim ve hikmet varisleri ve velileridir.
Bunlar peygamberin bıraktığı değerli emanet ve Kuranın eşidirler. Peygamber-i Ekremin (s.a.a) buyurduğu gibi bu ikisi (Kuran ve Ehl-i Beyt) birbirinden asla ayrılmazlar. O ikisine sarılanlar sapıklığa düşmezler. Onların birisinden bile yüz çeviren de hidayet bulamaz.
Açıktır ki burada Al-i Muhammedden maksad peygamber-i Ekremin tüm evlatlarının tek tek fertleri değildir. Zira bu yüce makam Allahın evliyasından başkasına yakışmaz. Yani onların geneline hükmedilmiştir; fert ferdine değil.
Evet Ehl-i Beytin pensinin ve özellikle de evlatlarının sevgisi (zira onlar ile nisbetleri vardır) vaciptir. Onların sevmek insanın Allaha yakın olmasına ve peygamberin (s.a.a) şefaatına mazhar olmasına sebep olur.
[31]- Bu rivayeti Nebehani Şeref-ul Müebbed kitabının 3. Maksadında Suda ve Ebu Deylemden nakletmiştir.
[32]- Sevaik-ul Muhrikadan naklen
[33]- Nebehaninin Şeref-ul Müebbed kitabından naklen.
[34]- Bilindiği gibi Kuranın sonundaki ayetlerin çoğu Mekki evveli ise Medenidir. Eğer tertip üzere nazil olsaydı böyle bir tertip olmazdı. Mesela Alak suresi Kuranın evvelinde Beraat suresi ise sonunda yer alması gerekirdi. Nasıl ki bunu Buhari Süleyman b. Haib ve o da Şubeden ve hakeza Müslüm Bendasdan o da, Gander ve o da Şubuden nakletmiştir. En son ayet Bakara 281. ayeti veya Nisa suresinin son ayeti veya Tevbe 128 ayeti olmalıydı. İlim ehli kimseler ve onların kitablarına müracaat edenler de bunu tasdik etmektedirler.
[35]- Daha fazla bilgi için Mecme-ul Beyan, Taberi, Razi ve Keşşaf tefsirlerinde surelerin evveline müracaat ediniz. Hakeza İrşad-us Sari fi Şerhi Sahih-il Buhari (Tefsir kitabı: Maide, Araf, Rad, İsra, Kehf, Meryem, Hacc, Şuara, Kasas, Rum, Lokman, Seba, Zümer, Zuhruf, Duhan, er-Rahman ve Mücadele surelerinin evveli) ve hakeza bu hususta yazılmış diğer kitaplara müracaat ediniz. Bunca incelemeden sonra sormak gerekir: Sırf bu surenin Mekki olduğu hasebiyle böyle istidlalde bulunan ve bunca sahih hadislerden yüz çeviren kimselerin delili nedir?
[36]- Nitekim büyük alimlerden çoğu da bunu tasrih etmişlerdir. Örneğin İmam Ebu Bekr b. Şihabuddin Reşfet-üs Sâdi kitabında bunu açık bir şekilde tasrih etmiştir.
[37]- Bu şiirlerin ilk iki beyitini İmam Şafiiye nisbet vermişlerdir. (İbn-i Hacer Sevaik kitabında, Nebehani Şeref-ul Müebbedde) Halk arasında da bu ikik beyit oldukça meşhurdur ve dillere düşmüştür. Son iki beyti ise Sevaik kitabının yazarı ve diğerleri, İbn-i Arabiye nisbet vermişlerdir.
[38]- Vahidi Basit kitabında, Ebu İshak-i Salebi kendi büyük tefsirinde, Muvaffak b. Ahmed de Fezail adlı kitabında İbn-i Abbastan bu ayetlerin adı geçen kişilerin hakkında nazil olduğunu nakletmişlerdir.
[39]- Berr sıfat-ı müşebbehe, barr ise ism-i faildir. Her ikisi de iyi insan manasınadır. Elbete aralarında edebi açıdan az bir farklılık vardır.
[40]- Bugün zorluk ve zararı itibarıyla asık suratlı arslan veya asık suratlı ve kötü huylu hakime teşbih edilmiştir. Belki de bu vasf o günün ehlinin sıfatıdır ki güne nisbet verilmiştir. Zira o gün insanlar korku ve dehşetten asık suratlı olacaklardır. Nitekim Günün oruçludur deyimi de bu babdandır.
Mücahidden nakledilmiştir ki: (Hakeza Keşşaf ve diğerleri de nakletmişlerdir) İyiler (Ehl-i Beyt) fakire taam ihsan edince hiçbir şey demediler. Allah da onları medhetmiştir ve bu da Allahın onlara olan büyük ihsanlarından biridir.
[41]- Denildiği üzere zemherir aydır. Zira güneşin mukabelinde zikredilmiştir. Bu manaya teyid için de şu şiire istinad etmişlerdir:
Karanlığı her yeri kaplamış olan geceyi katettim
Ki henüz zemherir (Ay) doğmamıştı.
O halde ayetin manası şudur: Cennet aydındır. Güneş ve aya ihtiyaç yoktur.
[42]- Daniye kelimesi mensup olarak okunmuştur. Zira önceki cümlenin mahalline atfedilmiştir. Bu cümle de mahallen mensubdur. Zira medhedilenkimselerin halini beyan etmektedir.
(İzzet) tahtına yaslananlar ne güneş ve ne ay hissederler. Gölgeleri de onlara pek yakındır.
Daniye kelimesinin cennet kelimesine atfedilmiş olması da mümkündür. O halde manası şöyle olur:
Ve onları sabretmeleri dolayısıyla cennetle ve ipekle ve gölgeleri onlara pek yakın olan (diğer bir cennet)le ödüllendirmiştir. Zira onlar da Allahtan korkmakla vasıflandırılmışlardır. Ve Allah kendinden korkanlara iki cenneti vadetmiştir, şöyle buyurarak:
Hakeza Muttekiine, Layerevne ve Daniyeten kelimelerini Cenneten kelimesine de atfetmek mümkündür. Hakeza Daniyetun ref ile de okunmuştur ki o zaman da muahhar olan mübtedanın Zilaluha haberi sayılır. Daniyeten aleyhim zilaliha, cümlesi de hal mahallinde olup şöyle olacaktır:
Onlar, orada (meyvelerin) gölgeleri onlara pek yakın olduğu halde ne (yakıcı) bir güneş ve ne de dondurucu bir soğuk görürler. Eğer Zullilet Kutufuha cümlesi Daniyeten kelimesi için haliye olursa yakın ve kolaylaştırılmıştan maksad şudur: Yani meyveler kolayca devşirilebileecek bir şekilde olurlar. İstedikleri zaman devşirebilirler.
Hakeza Zulilet kelimesini Daniyeten kelimesine de atfedebiliriz.
O zaman da şöyle olur:
(Meyvelerin) gölgeleri onlara pek yakın olduğu ve devşirilmeleri kolaylaştırılmış bir halde...
Eğer Muttekiine, Layerevne ve Daniyeten kelimelerinin Cenneten kelimesini sıfatı olduğunu kabul edecek olursak bu cümle de bir başka sıfat olur. Bütün bunlar Daniyeten kelimesini mensub okuduğumuz zaman söz konusudur. Ama merfu okursak Zilal kilemesinin mukaddim haberi olur, dolayısıyla da kelimesi ibtidaiye cümlesi olur ve sonraki cümle de ona atfedilir.
[43]- Eynen kelimesi Zencebilen kelimesinin atf-ı beyanı veya bedeli olduğu için mensubdur.
[44]- Hatırlatmak gerekir ki bu suredeki bütün medh ve beşaretler Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (a.s) hakkındadır. Azab ve tehdid ayetleri ise onların düşmanları hakkandadır. Zira bu suretin hepsi de Ehl-i Beyt hakkında nazil olmuştur.
Lakin kullanılmış olan lafızlar böylesi sıfatlara sahip olan herkese şamil olmaktadır. O halde bu lafızlar önce Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyine ve sonra da bu sıfatları haiz olan herkese şamildir.
Hakeza azab ayetleri de ilk etapta bu surenin nuzulüne sebep olan bu iyilerin düşmanlarına daha sonra da diğerlerine şamildir. Zira ayet sadece nüzul sebebine münhasır değildir. bu husus birçok ayetlerin tefsirinde de sözkonusudur.
[45]- Ahmed b. Hanbel Mesned kitabında (1. cüz, s. 293) İbn-i Abbastan naklediyor.
[46]- Ebu Davud da İstiab (Hz. Haticenin şerh-i halinde) adlı kitabında
[47]- Kasım b. Muhammed de İstiab (Hz. Zehranın şerh-i halinde) adlı kitabında nakletmişlerdir.
[48]- Ebu Davud bu hadisi İstiab adlı kitabında Hz. Haticenin şerh-i halinde) Enesten nakletmiştir. abdulvaris de İstiam (Hz. Hatice ve Zehranın şerh-i halinde) adlı kitabında Hureyreye istinaden nakletmiştir.
[49]- Nebehaninin Erbain kitabında (s. 220) Tirmizinin Enesten naklettiğini yazmıştır. Serrac da yanı şahıstan rivayet etmiştir. (Nitekim İstiab -Hz. Zehranın şerh-i hali adlı kitapta yer almıştır.)
[50]- İstiab, Hz. Haticenin şerh-i halinde yanı kitapta Zehranın şerh-i halinde Ebu Davud ve Şabi de Cabirden nakletmiştir.
[51]- İstiabdan naklen Hz. Haticenin (a.s) şerhi halinde
[52]- Buhari Sahinide 4. cilt s. 64 Melihiyye baskısı, yıl 1332 ve Müslim Sahihinde, 2 Cüz, Hz. Fatımanın faziletleri bölümü çeşitli senedlerle Aişeden nakletmiştir. Ahmed b. Hanbel müsnedinde 6. cüz, s. 282, Abdulbir istiabında (Hz. Zehranın şerhi halinde) Muhammed b. Sad da Hz. Zehranın şerh-i halinde, Tabakat kitabının 8. cüzünden yine tabakatın 2. clidi Peygamberin hastalığında buyurduğu hadisler bölümünde nakletmiştir.
[53]- Ebu Yalide Hz. Zehranın şehr-i halinde ve birçok muhaddislerde Ümmü Selemeden nakletmiştir.
[54]- Şeref-ul Muebbed (Hz. Zehranın şerh-i halinde) adlı kitapta da yer almıştır.
[55]- Nitekim İstiab, Sade vb. kitaplarda Zehra (a.s)ın şerh-i halinde yer almıştır.
[56]- Buhari ve Müslim kendi sahihlerinde nakletmişlerdir. Esabe vb. kitaplarda da yer almışlardır.
[57]- Esabe kitabında.
[58]- Şeref-ul Muebbed ve benzerleri (Fatımanın şerh-i halinde).
[59]- Musned-i İbn-i Hanbel 2. cüz, s. 442
[60]- Tirmizi şu ibaretlerle nakletmiştir: Onlarla savaşanlarla savaşır, barışanlarla barışırım.
[61]- Müsned-i Ahmed, s. 101, 1. cüz.
[62]- Mucem-ul Evset / İbn-i Hacer Esabe kitabında ve Hebehani de Şeref-ul Muebbed adlı kitabında (s. 58), Sahih-i Buhari ve Müslimden nakletmektedir.
[63]- İstiab kitabı (Zehra (a.s)ın şerh-i halinde).